18 Eylül 2013 Çarşamba

POŞET

Kısa dönemin uzun hikayesi


Ş=159


ULAŞ TUZAK

-1-
Saat sabahın sekiz buçuğunda puslu bir havada ve içimde tarif edemediğim garip duygularla Ankara otogarına, AŞTİ’ye vardım. Amcam bekliyormuş beni karşılamak için, telefonla haberleşip buluştuk ve Keçiören’e onlara gittik. Sohbet edemedik yol boyunca, sessizce oturduk, çünkü onca seneden sonra ilk defa görüşünce sohbet edecek bir şey bulamadık.
Eve geldiğimizde yengem ve ortanca kuzenim çoktan kahvaltıyı hazırlamıştı. Onlarla da pek uzun konuşmadım ve hemen kahvaltıya yumuldum. Aslına bakılırsa pek acıkmamıştım, sadece suskunluğun verdiği rahatsızlıktan kurtulmak için bir hamle yapmıştım sofraya. Kahvaltının ardından, konuşacak fazla bişey bulamadık ve sessizliğin yarattığı gerginlik evin duvarlarını tamamen kaplamışken, bu gergin havayı dağıtmak için bişeyler yapmam gerekti.
Ben de yengemin işine yardım ettim, yatak yorgan içi yünlerini havalandırmak için dışarı yaydık. Bu arada hava iyice kapadı, sabah olmasına rağmen kapkaranlık bir gökyüzü Ankara’yı hapsetti. Bu durumu fark edince yengeme yünleri toplamamız gerektiğini yoksa ıslanacaklarını söyledim. Nitekim çakan şimşekleri görünce apar topar yünleri toplamaya koştuk. Bu aksiyonun yaklaşık üç dört dakika sonrasında bir fırtına koptu ve bu yaz uzun süredir hasret kaldığım bir sağanağa tanıklık ettim.
Camdan bir süre keyifle izledim yere ivedilikle düşen damlaları. Damlalar bir ara şaşırıp yağmuru izlediğim camın ahşap çerçevesinden içeri girmeye başlayınca kuzenim hemen bez getirip bu firar bölgesine basarak tampon yaptı. Karşı apartmandaki karı koca da balkonlarına kurutmak için astıkları çamaşırlarını daha fazla ıslanmadan kurtarmak için seferber oldular. Tam o sırada en üst kattan sarkıtılan bir halı fırtınanın şiddetiyle yere düştü. Ben bu ambiyansın içine dalıp gitmişken yengem çoktan öğle yemeğini hazırlamaya koyulmuş.
Konuşacak bir şey bulamadığımız için amcam yatmış uyumuş, yengem ve kuzenim de mutfakta yemeği hazırlayıp sofrayı kurmuşlar. Saatler sonra bana sordukları tek soru ‘acıktın mı?’ oldu. ‘Fark etmez’ dedim. Bunun üzerine amcamı hiç de rahatsız etmeden yengem, kuzenim ve ben sessiz bir öğle yemeği yedik. Bu yemeğin ardından saati saymaya başladım. Biraz televizyon izledikten sonra canım iyice sıkıldı bu anlamsız sessizlikten ve yine saate baktım üçe geliyordu. Hava da açmıştı, o fırtınalar koparan, esip gürleyen sağanaktan eser kalmamıştı. ‘Ben çıkıyorum’ diyerek ayağa kalktım ve birden hareketlilik başladı evin içinde. Her ne kadar gerek yok desem de amcamı kaldırmaya çalıştılar, ama o yine de uyumak taraftarıydı, bu yüzden gideceğim yeri sadece tarif etmekle yetindi. Bu duruma tatmin olmayan kuzenim yanımda gelip beni götürmeye karar verdi ve öyle de yapmış olduk. Çantamı tekrar omuzladım ve beraberce otobüs durağına yürümeye başladık.
İlk otobüsle sıhhiye köprüsüne, oradan da minibüsle yeni mahalle demetevler’e vardık. İl Jandarma Komutanlığı’nın kapısına vardığımızda saat dördü biraz geçmişti ama daha beşe kadar süremiz vardı girmek için. Buna rağmen kapının önünde upuzun bir kuyruk vardı. Valizlerle çantalarla ve yanlarındaki eş dost akrabalarla kapıdan teker teker vedalaşıp giren kişiler benim kader arkadaşlarım olmalıydılar. Biraz sıra bekledikten sonra nizamiye girişinin önünde kuzenimle vedalaştım ve herkesin yaptığı gibi kimliğimi göstererek girdim askeri bölgenin içine.
İçeride kısa bir süre bekledikten sonra bir er geldi ve hepimizin onu takip etmesini söyleyerek bina içerisine götürdü bizi. Kayıt yaptıracağımız yere geldikten sonra uzun bir kuyrukta beklemeye başladık. Adını ise daha sonra öğreneceğim Osman abi, muharrem ve İlyas ile muhabbet ortamı kurup kaynaştık kuyrukta. Biz muhabbet ederken sıra bize geldi ve odaya girdik, çantalarımız arandı, ardından askeri malzemeleri dağıtmak için bizi dışarı çıkardılar. O sırada fena bir sağanak daha bastırmıştı. Biraz bekleyicez sansak ta dışarıda sıraya sokulup yine önden başka bir eri takip etmeye başladık. Sağanak şiddetini iyice artırmıştı. Araç garajına zor atmıştık kendimizi. Sırılsıklam halde kamuflaj, bot, eşofman, iç çamaşırı, çorap, spor ayakkabı, havlu, şort, tişört, diş fırçası, macun ve valizden oluşan askeri malzemelerimiz dağıtıldı. Bu dağıtım esnasında yağmurun da yaratmış olduğu hengame yüzünden tanışmış olduğum arkadaşlarımı kaybettim. Onlar arkamdan yetişemeden benim eşyaları alıp girmiş olduğum sıra sayılıp koğuşlara götürüldü. Doğal olarak farklı koğuşlara düştük ilk günden. Ama orada da yeni arkadaş edinmem fazla uzun sürmedi. Yataklarımız gösterildikten sonra hemen sağım solum ve altımdaki kişilerle tanıştım. Hep beraber bize dağıtılan kamuflajları giyip berbere gidip saç ve sakal tıraşı olduktan sonra herkes birbirinin kopyası oldu adeta ve birbirimiz içinde kamufle olduk hepimiz. Bu halde ilk yemeğimiz için yemekhanenin yolunu tuttuk ve ilk duamızı ederek yemeklerimizi yedik. ilk yemekte menüde yoğurtlu patates, biber, patlıcan kızartması, çorba, kakaolu tatlı ve üzüm vardı.
Yemekten sonra dokuz gibi akşam içtimasına çağırıldık. O zamana kadar millet Fenerbahçe-Galatasaray süper kupa maçını izlemek için televizyon salonuna (gazino, fastfood ya da kantin olarak ta adlandırılıyor) takılmıştı. Biz de yeni arkadaşlarla beraber çay içtik, muhabbet falan derken içtima çağrısı geldi. İp gibi dizildik, nöbetçi astsubay ilk grupları oluşturdu ve bize ilk bilmemiz gerekenleri anlattı. Esprili bir kişi olsa gerek herhalde, art arta yaptığı muhabbetlerle herkesi gülmekten koparttı. Mesela pencereden bakan bir askeri işaret ederek bize, ‘işte sizin koğuş şu hülya avşar’ın olduğu yer’ demesi (sanırım soy isminden böyle bir espri yapmış olmalıydı diye düşündüm), ve devam etmesi ‘bakın burada kimseye para vermeyin, anladınız mı? Borç para vermeyin! Sonra alamıyorsunuz problem yaşıyorsunuz..’ dedikten sonra bu öğretisini test etmek istedi. Çömelmiş pozisyonda dinliyorduk hepimiz ve en önden birini kaldırarak, ‘bana borç verir misin?’ diye sordu. Çocuk bir şey söyleyemeden kendi ‘hayır veremem’ diye yanıt verdi. Arkasından ‘neden?’ diye sordu ve yine kendi cevap verdi, ’çünkü komutanım yasakladı.’ Ardından bir kez daha uygulamalı olarak gösterisine devam etti. Grupları karıştıranların sıraya girmeye çalışarak ısrarla ‘komutanım koruma birliği neresi?’ diye sormalarına karşılık sinirlenen nöbetçi astsubay ‘ulan burada herkes koruma’ diye hiddetli cevap vermesi herkesi gülme krizine soktu yine. ‘Mesela komando koğuşunda nöbetçi var mı?’, ‘..’, ‘yok mu? Neden yok? Çünkü daha görevlendirmedim.’
Bu arada sürekli gol oluyordu biz çömelmiş pozisyonda ve karanlıkta nöbetçi astsubayın bilgilendirmelerini dinlerken. Gazinodan gelen bağrışmalardan dolayı herkes kimin gol attığını merak ediyor, birbiri arasında fısıltılarla yorumlar yapılıyordu. Kimi maç izlemeye dalmış, kimi yatağında uyuyakalmış iki üç şapşal yüzünden içtima 22.00’a kadar sürdü. Nöbetçi astsubay, yatış saatinin 22.30 olduğunu, kalkışın da 05.30 olduğunu söyleyip bizi serbest bıraktı. Herkes o kadar çok birbirine benziyordu ki, karanlıkta dışarıda arkadaşları bulayım diye milletin dibine kadar gelip yüzlerine bakıyordum. O ara kaybettiğim arkadaşlarım Osman abi ve İlyas beni görüp çağırdılar. Biraz daha muhabbet edip o günün ve komutanın geyiklerini yapıp koğuşlara dağıldık.


-2-
Bugün saat 5.30’da uyandırıldık söylendiği üzere. Gözlerimi açar açmaz kendimi üst ranzadan aşağı bıraktım. Aksi halde uyumaya devam edebilirdim. Bu riski almadan hemen çantamı ranzanın altından çıkarıp içinden tıraş takımını aldım ve lavabolara koştum. Şansıma boş bir yer kapıp tıraşımı oluverdim. Zaten çok uzamamıştı sakallarım, henüz uçlarından başlarını göstermeye yüz tutmuşlardı ki, o yüzden tek seferde bitiverdi kafalarını koparma işi. Musluktan akan buz gibi Ankara suyunu avucuma doldurup yüzüme çarpınca iyice kendime geldim, uykum açıldı. İvedi bir şekilde kamuflajları giydik.
Postalları bir kez daha dövdüm ayağımı vurmasınlar diye. Baktım, herkes boyuyor botlarını ama ben ilk günün günahı olmaz diye es geçtim bu işlemi. Zaten hem boyam yoktu hem de daha kirlenmemişti ki. Postalları çektim ayağıma ve kahvaltıya koştum rap rap rap.. Kahvaltıda çökelek, zeytin, kayısı reçeli ve çikolata ile nispeten zengin görünebilecek bir çeşit serpiştirme vardı. Bu da ilk günün kıyağı olsa gerek herhalde. Kahvaltıdan sonra anca alabildiğimiz demir bardakta çaylarımızla keyif yapabilme başarısını gösterdiğimizde ise saatlerimiz 06.30’u gösteriyordu ve sabah içtimasına daha yarım saat vardı. O yüzden yarın için yarım saat geç kalkma toleransım olabileceği kanısına vardım.
Sabah içtiması dün akşamkinden farklıydı. Bu kez mıntıka temizliği yaptırıldı. Yerdeki çeri çöpü, izmaritleri toplamakla başladık işe, yan yana tek sıra halinde sıralanıp volta atar vaziyette. Prosedür gereği olduğu pek bir şey bulamadığımızdan kolayca belli olan bu eğitimsel mıntıka temizliğinin ardından alay komutanı yarbay geldi ve genel bir tanışma konuşması yapıp gitti. Ardından dağıtım birliklerimize göre tekrar takımlar oluşturuldu. Bu takımlara göre koğuşlarımız da tekrar değiştirildi. Bu kez Kırıkkale’ye beraber gideceğim arkadaşlarla aynı koğuşa yerleştirildik. Aynı ranzada altlı üstlü yatanlara badi deniyormuş ve benim de badim Aydınlı Nevşet oldu.
Nevşet, esmer tenli, benden biraz uzun, kilo olarak normalden biraz daha ince ama fit görünümlü, daha sonra bu görünümü yüzünden ‘slim fit nevşet’ lakabını alacaktı, ayrıca bu görüntüsü Amerikan askerlerini andırmaktaydı. Ben üst ranzaya geçtim, o ise aşağıda yatmayı tercih etti. Koğuşta 26 ranza ile beraber 52 kişi kalıyordu ve eski uzun dönem askerlerle beraber paylaşacaktık bu koğuşu burada kaldığımız süre içerisinde.
İlk tanışmaların ardından kısa dönem arkadaşlarımın ilk aklımda kalanlarının isimleri şöyle idi; Muharrem, Mesut, Cem, Ali, Muhammet, Sercan, Burak, Şevki, Kazım, Eren, Özdemir, Abdullah, Mustafa, Fatih, İhsan, Ayhan.. Yeni komutanlarımız bizi takım takım toplayarak bir içtima daha aldılar. Onlarla tanıştık, genel ve özel konuşmalardan sonra yemek içtimasına geçtik.
Yemekhanenin önünde sıraya girdik. Tabi herkes hazır olana kadar bekledik. Bir kişi bile eksik olsa içtima alınamıyor, yemek yemeye giremiyorduk. 1. Takım Ankara! Tamam! 2. Takım Kırıkkale! (bizim takım), 2. Mangasında 1 kişi eksik. (Bu arada her takımda dört manga var ve takımlar 46şar kişilik. Toplamda da 6 takım var ve bunlar Ankara, Kırıkkale, Eskişehir, Çankırı, Bolu ve fazla olan gruplardan artanlar için oluşturulan karışık grup.) Adam oruçlu olduğu için koğuşa gitmiş, ama içtimaya girmesi gerekiyormuş. Bu yüzden onu çağırması için başka bir arkadaş gönderdiler. Biraz sonra beraber sıraya döndüler ve bizim takım da tamamlandı. Diğer takımların da son kontrollerinin ardından 1. Takım 1. Mangadan itibaren yemekhaneye girmeye başlayacaktık tabi ki ama önce yemek duası yapılması gerekiyordu.
Bunun için nöbetçi çavuş öne çıkıp herkese seslendi; yemek duası için kep ve bere çıkar! Herkesin hazır olduğunu görünce o söyledi biz tekrar ettik. ‘-Tanrımıza Hamd Olsun, -Tanrımıza hamd olsun! -Milletimiz Var Olsun, -Milletimiz var olsun!’.
Yemekten sonra yemekhanenin yan tarafındaki kamelyalara gittik. Arkadaşlarla biraz sohbet muhabbet derken bir içtima çağrısı daha yapıldı. Ama bu kez takım takım ayrı çağırıldık. Yarınki sağlık kontrolleri için form doldurduk. Yarın aşı vurulmaya gidecekmişiz ve bir de genel muayene olacakmış söylentilere göre. Ondan sonra yardımcı komutan ve uzmanla konuştuk mesai bitimine kadar. Mesaiden sonra onlar da gitti.
Öyle ki zaman sanki durmuştu ve hiç ilerlemiyordu. Ya ben beş dakikada bir saate bakıyordum ya da her saate baktığımda yalnızca beş dakika geçiyordu. 18.30 gibi acıktığımı hissettim. İlyas ve Osman abi ile takılıyordum o sırada. Onlar da acıkmışlardı ama yemek içtimasını bekliyorlardı. Yemekhaneye baktım, eski askerler yemeğe başlamışlar bile. Dedim ben de, biz de girip yiyelim hadi. Mırın kırın etmeye başlasalar da tereddüt içerisinde beni takip ediyorlardı yemekhaneye girmeye çalıştığım sırada. Sonra bir baktım arkama, yoklar. Vazgeçmişler nedense, tırstılar herhalde birileri bir şey der diye.
19.00’da komutan içtimaya çağırdı. Bizden yine eksik olanlar vardı. Onları tamamlayana kadar 15-20 dakika daha geçti. Bu kez adaleti sağlamak için sıra sondan, yani 6. Takımdan başlayarak içeri girilmeye başlandı. Doğal olarak biz 2. Takımda olduğumuz için şaşırdık ve de bu durumdan memnun olmadığımızı belli ettik. Baştaki takım sorumlusu da ani bir refleks ile yemek salonuna doğru harekete geçti. Ben de herhalde bu kez sırasız, karışık gireceğiz diye içeriye koştum gittim. Ne de olsa komutan yemek yemek için içtimayı beklememize gerek yok demişti bir ara. Ancak arkamızdan başka bir komutan gelip bizi dışarı çıkardı. Neymiş efendim, illa sırayla girecekmişiz. Burada öyle başımıza buyruk hareket edemezmişiz. Hadi bakalım 2. Takım tekrar içtimaya. Biz adamları yerli yerinde tekrar toplayana kadar en son sıraya kaldık. Böylece ne temiz masa, ne bardak, ne de çatal kaşık kaldı. Hatta sıra gelince bir baktım ki yemek bile kalmamış. Sulu tavuk yahnisinden sadece bir parça etçik ve salatanın dibindeki sulu parçacıkları, tatlı niyetine de irmik taneleri helvası.
Her neyse, isyan etmeye gerek yok, dedim kendi kendime, çünkü bir şeyleri değiştirmeyecek nasıl olsa. Yemekteki suları da bulaşıkhanedeki hortumlardan doldurulduğunu görünce su bile içmekten vazgeçtim. Akşam yemeğinin ardından serbest olduğumuz söylense de yine bizi kamuflajlı tutmanın bir yolunu bulmuşlardı. Efendim, muayene işlemleri için içtima olacakmış ta onu bekleyecekmişiz. Birkaç saat bekledikten sonra onlar da gereksiz bir şey yaptıklarını anladılar ve serbestsiniz diye bir anons geçtiler. Geç te olsa bugünün sonuna varabilmiş mesaiyi bitirebilmiştik. Zaten saat te yat içtimasını bulmuştu. Koğuşa gidip kamuflajı çıkartıp yatağa çıkana kadar saat on oldu.
Bir söylentiye göre içtimanın dışarıda alınacağını duyduk. Dağıtılan eşofmanlar ve spor ayakkabılar ile olacağı için herkes onları giyiniyor, ayakkabıların iplerini öğrendikleri şekilde bağlamaya çalışıyorlardı. Bense dışarıda içtima alınmasına isyan ederken yine bir söylenti içtimanın koğuşlarda alınacağı yönünde yayıldı geldi içeriye. Yatağıma rahatça çıkıp uzandığımdaysa bu kez ciddi ciddi herkes dışarı çıkmaya başladı. Ben de mecburen kalkıp sadece ayakkabıları giydim, şortu da bilerek çıkarmadım, öylece indim aşağı bağcıklarımı bile bağlamadan. Aşağıda enteresan bir şey olmadı, sıraya geçtik, sayım yapıldı ve koğuşlara dağıldık.


-3-
Bu sabah tek komutta uyandım. Koğuş kalk! Ama dünkü yarım saatlik zamanın toleransından fazla acele etmedim. Yavaş hareketlerle yataktan inip tıraş olmaya gittim. Bu kez boş lavabo bulamadım, biraz bekledim. Bu yavaşlık yüzünden ne kadar geç kaldığımı kahvaltıya gittiğimde, çatal, bardak ve çay kalmadığını görünce anladım.
Eldekilerle yetinmek zorunda kalarak soğuyup kaymak tutmuş çorba ve altı tepsiye yapışarak kupkuru olmuş börek ile midemi bastırdım. Bu geçici sahte tokluk hissiyle sabah içtimasına çıktım. Orta bahçedeki meydanda toplandık, bizlere aşı olmaya gideceğimiz beyan edildi ve bunun için beklemeye başladık. İlk gidenler gelene kadar uzun süre bekleyip bu bekleme esnasında doğal olarak muhabbet edince bizim takımda, bizim manga (üçüncü) ile dördüncü manga kaynaştık, iyice sıkı fıkı olduk. Sonra ilk gidenler geldi ve bizi araçlara bindirip aşı olacağımız yere götürdüler. Sanırım bölge komutanlığı tugayındaki sağlık ocağı idi. İçeride henüz iki gün geçirmemize rağmen, hepimiz dışarı çıkmak için can atıyorduk.
Her zaman sıradan kaybolan Apo yine kaybolmuştu aramızdan. Önünde sonunda hep çıkıp geliyordu bir yerlerden ama bu kez çıkmadı. Son umut nizamiyede de izine rastlayamayınca bırakıp gittik Apo'yu.
Sandığım gibi güvercinlik bölge komutanlığına geldik. Oldukça büyük bir yerleşke burası, kampüs gibi. Sağlık ocağının önüne geldik ve güneşin kavurucu sıcağından korunmak için ağaçların altındaki gölgelere kaçtık. Bir süre sonra teker sıra halinde içeri girdik. İki sedye ve ikisinin de her iki yanında iki hemşire vardı. İkisi sarışın, biri esmer, biri kumral derken oturuverdik sedyenin birine. Kollar açıldı aynı anda bir sağ, bir sol koldan yiyiverdik iğneleri. Bunlar tetanos ve hepatit aşıları imiş sonradan öğrendiğime göre. Aşıları olduktan sonra sağ elimizle sol omzumuza, sol elimizle sağ omzumuza pamuk basmış bir halde dışarı çıktık. Bir süre sonra da araç geldi ve bizi tekrar o araca tıkıştırıp il Jandarma’ya, alaya geri götürdüler.
Oysaki burayı hiç özlememiştik. Kapıdan girerken eminim hiç birimiz tekrar girmek istemedi buraya ama mecburduk işte çoktan geç kalmıştık kaçmak için. İçeride bizi serbest bıraktılar, üçüncü ve dördüncü manga olarak takılmaya devam ettik. Trabzonlu Laz Mesut, Samsunlu Muhammed, İnegöllü Mesut, Fethiyeli şevki, Aydınlı Nevşet ve Burak, Alanyalı Ali, İzmirli Cem, İstanbullu Eren, Murat, Muharrem ve ismini hatırlayamadığım diğerleri.
Saat 18.00'de yemek içtimasına kadar ağaçların altında çimlerin üstünde debelendik durduk ve yemek içtiması alındığında hepimiz tam kadro yemekhanenin önündeydik. Bir sürü laf söylendi ama kimse bir şey anlamadı, özellikle de komandolar. Kafalarına göre sıraya girmişler, masalara rastgele oturmuşlar, bence resmen mallar.. Her neyse, bugün kadir gecesi imiş, o yüzden imam, akşam içtimanın daha erken ya da geç alınmasını söyledi komutana. İmam dediğimiz de din hocası, mescitte namaz kıldırıyor. Bunun üzerine komutan ne dese karşısında itiraz eden başka bir grup buluyor, yani aşağı tükürsen sakal yukarıda da bıyık var.. Sonunda namaz kılmayan komutan yat içtimasına 22.30 olarak karar kıldı.
Akşam yemeği yendi, yemekten sonra serbest olduğumuzdan kamuflajlardan kurtulmak için doğru koğuşa gittim. Kamuflajı üzerimden attım ve bugün de duş alamama olasılığı sebebiyle ayağımı bacağımı başımı yıkadım ve yatağıma uzandım. Biraz sonra duvar dibinde dolabın birinde bulduğum bağlamanın sahibi gelip bağlamayı yatağıma getirdi. 'Al, çal' dedi. Uzun sap olduğundan biraz uzun süren bir akort yaptım tellere. Herkes heyecanlı gözlerini bana dikmiş, biran önce elimdeki enstrümanı çalmamı bekliyorlardı. Sonunda onların heyecanını giderecek tıngırtıları çıkartmaya başladım. Etrafıma toplanıp biraz eğlendiler, sonra kendi hayatlarına geri döndüler. Ben de bağlamayı bırakıp düşüncelere daldım.
Sevgilimi düşündüm bir süre. Gözüm bir ara sol arka çaprazdan karşıdaki yatakta elinde telefonla oynayan uzun dönem askere takıldı. Rica edip telefonunu aldım. Mesaj hakkı olduğunu söyledi, ben de sevgilime bir mesaj attım. Dört gün sonra ilk kez iletişim kurduğum sevgilimden sonra moralim yerine geldi. Belki akşam yat içtimasından sonra konuşabiliriz diye düşündüm. Biraz heyecanlandım ama içtima uzun sürünce telefonu olan elemanın yanına geldiğimde çoktan uyumuş olduğunu gördüm. Uyandırmadım, dolayısıyla telefonunu alamadım ve sevgilimi arayamadım. Neyse ki onunla iletişim kurmak bile çok iyi gelmişti bana. Yarın kart alıp ankesörden ararım dedim kendime ve yatmaya gittim. Sabah 06.00'daki içtimaya yetişmek için biran önce uyumalıydım.
Her gün yeni komutan ve her birinin yeni kuralları, bir de 'her yiğidin yoğurt yiyişi farklıdır' diye bu tutumlarını savunmazlar mı? Bir de, 'beş parmağın beşi de bir değildir' örneği cabası.. Bu arada beni yazarken görüp meraklı şekilde sürekli yanıma gelen solumdaki ranzanın altında yatan Eren, 'beni de yazıyon mu?' diye sorunca yine dayanamadım ve bu sefer yazdım ben de.


-4-
Sabah 06.00 da içtima yaptık. 05.30 da kalkmamıza rağmen yarım saatin içinde tıraşımızı olduk, yatağı düzenledik, kamuflajı giydik. Yani her hâlükârda içtimaya yetiştik. Yine de komutan 1-2 dakika geç kalanlar yüzünden 15 dakika fırça kaydı. 'İşte görüyorsunuz, 5 buçukta kaldırıyoruz yine de yetiştiremiyorsunuz işlerinizi, demek ki sizi 5'te kaldırmak gerekiyor.' Klişeleşmiş egosunu tatmin edip kendini rahatlattıktan sonra bizi kahvaltıya bıraktı Allah razı olsun.
Kahvaltıdan sonra nerden geldiği belli olmayan yine aynı ses; 'kısa dönem iştima..!' Tekrar içtimaya geçiyoruz ve 4. manga ile beraber güvercinlikteki revire götürülüyoruz bu sefer, muayene olmaya. Bakalım bir sakatlığımız falan var mı acaba? diye kontrol edeceklermiş. Biz de olmasa bile 'götüm ağrıyor, başım ağrıyor' diye uydurup hastaneye kaçma peşinde koşuyoruz. Gittikten sonra baya bi bekledik tabip yüzbaşına görünmek için. Biz ağaçların altında oturup beklerken, bizden sonra gelen ceza evi askerlerini bizden önce içeri aldılar. Sonra içeri girdiğimizde usul gereği uzunca bir kuyruk oluşturduk tek sıra halinde, hızlı bir şekilde tabip yüzbaşına ilettik ama 'çok ta fifi' dercesine karşıladı bizi. Eline verdiğimiz belgenin altına otomatik tavırlarla 'spor yapabilir' yazıp, imzalayıp kaşeledikten sonra aynı umursamazlıkla bir sonraki askerin kağıdını istedi. Daha ne olduğunu anlamadan, derdimizi bile söyleyemeden dışarıda bulduk kendimizi. Peki bu kadar kişiyi buraya getirmenize ne gerek vardı o zaman? diye soruyor insan ister istemez. Bu felsefeyi anlamaya çalışırken sanki tabakhaneye bişeyler yetiştirecekmişiz gibi iki manga iki transite doluşturulup jet hızıyla alaya geri geldik.
Geldikten sonra biraz serbest bırakıldık, her zamanki yerimize, bizim çam ve ladin ağacının altına toplanıp öğle yemeği içtimasını bekledik. Sohbet, muhabbet derken vakit geldi geçti. Öğle yemeğinde buldum kendimi. Burada dikkatimi rütbelilerin çorba içmemesi çekti. Demek ki söylentiler doğruydu, çorbada şap vardı. Oysa en çok sevdiğim yemek çorbaydı burda. Her türlü acı gerçeğe rağmen yine de dayanamayıp çorbayı içtim. Belki de böyle olması daha hayırlıydı benim için.
Öğle yemeğinden sonra yine aynı yerimizde buluştuk. Yemeğini bitiren bir biri ardına eğitim psikolojisindeki edimsel koşullanma modunda buraya gelip oturuyordu. Herkes toplandıktan sonra gırgır ve şamatanın dibine vuruyorduk ta ki 'hadi kısa dönemler, iştimaaa..!' sesini duyana kadar. Saat 14.00 te eğitim alanında toplandık ve bu kez ilk defa yürüyüş çalıştık.
Yürüyüşün ardından en önemli hareketi, selam vermeyi öğrendik. 'Sağaaa dön!, Solaaa dön!, Geriyeee dön!' , 'Jandarma Er Barış KAZUT, Balıkesir, Emredin komutanım!' Kol, dirsekten itibaren düz, parmaklar kapalı ve avuç içi karşıdan görünmeyecek şekilde selam durulur, boğazın yırtılırcasına ve ses tellerin koparcasına güçlü bir tekmil verilir, komutanın münasip bir yerinin krikolandığı yüzündeki sinsice saklanmış kasların oluşturduğu tebessüm eder halinden anlaşılır ve yerine geçilir. Bu eğitimin ardından uzun bir istirahat verildi. Yine her zamanki yerimize gittik. Apo geyikleri, Laz’ın muhabbetleri derken akşam yemeği içtimasının zamanı geldi.
İçtimayı bu kez komandoların komutanı aldı ve yemeğe farklı takımların önce gireceğini söyledi. Yani aklınca sıralamayı değiştirdi haksızlık olmasın diye. Gel gör ki haksızlığın daniskasını bize yaptı. Önce 4. takım sonra 3. takım, 5. takım, 6. takım, 1. takım ve en son bizim takım.. Hal böyle olunca içerideki manzarayı %99.99 tahmin ettiğim için badim Nevşet'le beraber sıradan çıkıp kantine yöneldik. Tahmin şu yönde idi; kaşık, çatal kalmayacak, bunun üstüne yemek artığı gibi tepsinin dibi ve hem parçalanmış hem de karmakarış karıştırılmış ekmekler kalacaktı geriye. Nitekim tahminimde yanılmadığımı yemek yemeye çalışıp ta bu manzarayı gören ve kararını bizim verdiğimiz yönde değiştirip kantine gelen arkadaşlardan öğrendim. Üstelik bu tahmini teyit etmek için o kadar süre kuyrukta bekleyip rezillik çekmeye ne gerek var ki? Cebinde paran varsa paranla rezil olmayacaksın. Bir karışık tos ve yanına ayran aldım yetti, zaten çok ta acıkmamışım bugün. Bu ziyafetin ardından koğuşa gidip akşam rutinimizi yaptık, üzerimizi değiştirdik. Kamuflajları çıkartınca öyle rahatlıyor ki asker, sanki üstünden büyük bir yük kalkmış gibi hissediyor psikolojik olarak, hele ki postallar çıkınca ayaklar bayram ediyor.
Bir de bugün sıcak suyun geleceği haberi yayıldı koğuşa. Bunun üzerine duş alma kararı aldım. Fakat gel gör ki burada bir adet varmış. Uzun dönemler için, şafağında 100 den düşenleri soğuk suyla ıslatıyorlarmış. Tam da o olaya denk gelince bir türlü bizim koğuşun duşlarına giremedim. İçerisi su savaşı halindeydi. Girmeye çalışanlar gazi oldular. Ben de mayından kaçarcasına yan koğuşun duşlarına gittim. Orası bomboştu, kimse akıl etmemiş oraya gitmeyi. Rahatça duşumu aldım ve bizim ordan cansiperane şekilde koğuşa girdim. Üstümü giyip yatağıma uzanınca aklıma yine sevgilim geldi. Kalkıp etrafıma bakındım elinde telefonu olan var mı diye, bağlamacıyı gördüm. Onun yanına gidip biraz türkü dinleyim derken onun yanındaki başka bir elemanın elindeki telefonu gördüm ve rica ettim aldım. Ben daha telefonu elime alır almaz içtimaya çağırıldık yine o malum sesle. Herkes ne içtiması diye bir birine şaşkın şaşkın bakarken yat içtiması bugün erken alınacakmış 21.30'da denildi. 'İştimadan sonra alırım artık sağ ol' dedim. Bu arada çağrının üzerine kimse itiraz etmeden ve de sorgulamadan aşağı indi. Sanırım yavaş yavaş alışıyorduk asker olmaya.
İçtima olağandan uzun sürdü. Geç gelenler, lafı tekrar ettirenler, yine de bön bön ağzı bir karış açık bakanlar derken içtima bitti, koğuşa çıktık. Az önce bahsettiğim arkadaş yatağına geçmiş, kulaklıkla müzik dinliyordu. Vaz geçecek gibi oldum ama sonra kararlı duruşumu sergiledim. Bu defa kesinlikle konuşmalıydım, buna çok ihtiyacım vardı, çok özlemiştim sevgilimin sesini. Kendimden emin adımlarla gittim arkadaşın yanına, istedim telefonu, 'hacı 5 dakika konuşucam tamam mı?', 'tamam'.. Telefonu elime aldıktan sonra sote bir köşeye geçip heyecanla numarayı çevirdim ve çağrı bıraktım. Birkaç dakika sonra tam ümidimi kesip telefonu geri veriyordum ki Allah'tan geri aradı. Sevgilimin o muhteşem sesini duymam yetti kendime gelip rahatlamama. Bütün sıkıntı ve stresim kaybolup gitti o an. Kısa da olsa çok güzel bir andı benim için. Bir dahaki seferi iple çekmeye başladım şimdiden. Nedense hep az olan şeyler çok tatlı oluyor. Bu tatlı ambiyansın sarhoşluğunu yaşarken hangi ara telefonu teslim edip yatağıma uzandım hatırlamıyorum. Nasıl sızıp kalmışım hayal kurarken onu hiç hatırlamıyorum. Sabaha doğru bir ayaz oldu, üşümüşüm. Uyku sersemi kalkıp battaniyeyi çektim üzerime ve kalk saatine kadar birazcık daha uyudum.


-5-
Bu sabah 'koğuş kalk' komutundan sonra herkes kafayı kaldırıp birbirine 'iştima kaçta?' diye sordu. Kimse bilmiyordu kaçta olduğunu ve bu yüzden kimsenin kalkası gelmedi. Kimisi geri yattı, kimisi yatağın üstünde oturmayı tercih etti, kimi de inceden tıraş olmaya yeltendi. Ben de biraz sonra kalkıp aynı yola yollandım.
Kahvaltıdan önce içtima alınmadı, rahatça kahvaltı yaparız diye düşündük ama kahvaltıda yine kaymak tutmuş çorba ve yanmış börek vardı. Çorba almadım -malum nedenlerden dolayı- iki tane börek aldım ne güzel çayla iyi gider diye. Bir baktık ki ne görelim, priz mi ne yanmış dediler, çayın suyu buz gibi. Çay içemedik, doğal olarak böreklerin bir tanesini zar zor yedim kuru kuru, resmen boğazımda kaldı.
Ordan her zamanki yerimize geçiyoruz ama hemen sonra içtimaya çağırılıyoruz. İçtimadan sonra yürüyüş eğitimlerine devam ettik. Bu kez toplu yürüyüşler üzerine yoğunlaştık. Güneş büyüteç tutuyormuşçasına yakıyordu. Komutan bile dayanamayıp bizi toptan garaja, gölgeye götürdü. Herkes güneşin altında çalışırken bizim takım gölgede takılıyordu. Üstüne üstlük, ömer uzmanın nevi şahsına münhasır muhabbetlerine kopuyorduk. Sanki paşa çocuğuyduk, askerliğin bu ilk günlerinde iyi eğleniyorduk.
İlk eğitimin ardından istirahat verildi ve yine istikamet kendi yerimiz oldu. Sanki orayı tapulamıştık anasını satayım, bizden başka da gelip oturan yoktu orada. İyice sahiplenmiştik ve bunu diğerleri de kabul etmişti artık. Nihayetinde en kalabalık ve birbirine kenetlenmiş olarak takılan grup bizdik. Yiyorsa gelip otursunlar bakalım, ne yaparız adamı biz. Bir şey yapmayız aslında, geçer başka yere otururuz, sonuçta maganda değiliz ama dışarıdan görünen intibaımız öyle değildi.
Neyse, istirahatten sonra bir eğitim daha oldu, tören yürüyüşü yaptık. Öğle yemeğinin ardından gene yerimizde toplaştık ve toplu bir şekilde uyku partisi verdik. Yan yana dizilmişiz koğuştaki gibi uyumuşuz göt göte. Birbirimizin götünden de hiç ayrılamıyoruz nedense. O ara botlarımı çıkarmıştım ayaklarım havalansın diye, espri olsun diye saklamışlar ben uyurken. Uyandıktan sonra panik yapacağımı sandı arkadaşlar, aranacağımı ve bu halimle eğleneceklerinin planını kurmuşlardı besbelli ancak ben umursamaz davranınca planlarını bozmuş oldum. Geyik yapamayınca da keyifleri kaçtı doğal olarak, badim de botları sakladıkları yerden bana doğru fırlattı. Botlardan bir tanesi hemen yanımda yatan laz uşağın üstüne düştü, o da uyandı, 'la kim atti buni' diyerek. Botlarımı alıp kafamın altına yastık yaptım ve biraz daha kestirmeye çalıştım ancak 'iştimaaa!' sesleri kulaklarımda yankılanmaya başlayınca bunu başaramadım. Botları tekrar ayaklarıma geçirdim ve içtimaya gittik, ordan da eğitime.
Eğitime gölgede devam ettik yine, hakan başçavuş sağ olsun bize çocuğu gibi bakıyordu. Biz de onu üzmüyoruz tabi, en güzel, en sorunsuz yürüyüşü biz yapıyoruz. Bunun üzerine ömer uzman 'geçen dönemlerin hepsi maldı amına koyum, bi yürüyemiyorlardı, onlar yüzünden biz de 2 saat fazla mesai yapıyorduk, eve gidemiyorduk' dedi. Bu lafın sonrasında bizi erken bıraktılar. Biz de akşam yemeğine kadar klişeyi bozmadık ve yerimizde aldık soluğu. Kantine gittik bir ara, her günkü gibi bir tane bademli magnum dondurmamı alıp yedim. İçim serinledi ve üzerine kısa bir uyku çektim. Sonra da yattığım yerden muhabbete katıldım. Ayaklar bacaklar üst üste, kimin eli kimin cebinde belli değil durumda sere serpe yayılmış yatıyorduk çamın gölgesinde.
Bugün de güzel ve çabuk geçmişti. Birden öyle hissettim nedense. Sıkılmamıştık çok, belki de ondan öyle hissettim. Saate daha az baktığımı, oflayıp puflamayı bıraktığımı fark ettim. Derken yemek arası geldi, biraz sonra da akşam yemeği içtiması alındı. Ortalığı inlettik yine, TANRIMIZA HAMD OLSUN, MİLLETİMİZ VAR OLSUN! diye. Yemek öğlenki gibi güzeldi. Öğlen; patlıcan musakka, çorba, pilav, hoşaf ve armut vardı. Şimdi de; sulu köfte, pilav, çorba, tulumba tatlısı ve üzüm vardı. Allaha şükür tıka basa doyduk, iyi bakıyorlar askere sağ olsunlar. Bu şişkinlikle doğru koğuşa, kamuflajlardan kurtulmaya, marş marş.. Kamuflaj çıkınca gün bitti demektir. Bundan sonra atarsa yerine çıkarsa da denilebilir belki. Kamuflaj çıkarsa bilmem kaç :)) Sırada ayakları yıkama ve dişleri fırçalama var. Bu potporik aksiyonların sonunda yatağıma çıkıp uzanıyorum. Normalde böyle her şeyin zamanında ve sırayla yapıldığı düzenli bir hayat geçirebileceğim aklıma bile gelmezdi. Günde 3 öğün yemek, düzenli tuvalet, düzenli temizlik, ve düzenli uyku. Sadece düzenli sevişmek eksik, o da olunca düzenli hayata tamamen geçtin demektir. Bence bekar bir erkeği düzenli hayata hazırlamanın en basit yolunu burada bulmuşlar. Böyle paket program bir eğitim başka hiç bir yerde yoktur sanırım. Yatakta uzanırken bunları düşündüm hep. Sonra hafiften doğrulup koğuşu gözlemledim biraz, zaman geçsin diye bağlamayı aldım geldim ve biraz tıngırdattıktan sonra tekrar yatağıma uzandım ve bu kez sevgilimi düşünmeye başladım. O sıra akşam içtimasına çağırıldık. Sızmışım, sersem gibi indim aşağı, içtima alındı ve aynı sersemlikle çıktım merdivenleri. Koğuşa geldim, el yordamıyla ranzamı buldum ve yatağıma çıktım. Kafamı yastığa koyar koymaz uyumuşum.


-6-
Sabah, öğle ve akşam aynı şekilde geçmeye devam ediyordu. Bu günden itibaren o ayrıntılara daha az girmeye çalışacağım. Sadece çok ilginç bir şey olursa anlatırım. Daha çok duygu ve düşüncelere yoğunlaşmayı düşünüyorum bundan sonra. Bir asker ne hisseder, ne düşünür gerçekten? Bunun tespitini yapmayı deneyeceğim.
Beş günü geride bıraktık ve bugünden sonra geriye tam beş ay kaldı. 5 gün 5 ay gibi geçtiyse, 5 ay da 5 gün gibi geçer mi acaba? Eğer öyleyse ne mutlu bize, en zor günleri geride bırakmış olmanın huzuru doluverir içime. Artık koğuşta iyice kaynaşmış ve samimi ilişkiler içine girmiştik birbirimizle. Neredeyse kardeş gibi olmuştuk. Kısa dönemler olarak kendi aramızda oldukça iyi bir sinerji yakalamıştık ve bununla beraber bir güven ortamı doğmuştu aramızda. Koğuştaki uzun dönemlerle de baya bi muhabbet eder olmuştuk. Uzun dönemlerden bazıları 100'den düşmeye devam ediyor, her düşeni de adetten soğuk suyla ıslatıyorlardı. Birbirimize şakalaşmalarda kızmıyor, aksine hep birlikte çok eğleniyorduk. Hele ki ömer uzman aklımıza gelince gülmekten bi çare oluyorduk. Bugün baya bi yürüttü bizi ama o kadar sıcağa ve postalların ayaklarımızı mahvetmesine rağmen yine de eğleniyorduk. Ömer uzmanın beklenmedik anda patlattığı bomba laflar gülme krizine sokuyordu bizi. Üstüne bugün de bağırmaktan yorulup düdükle komut vermeye başlayınca düdüğün zırt dediği yere geldik. Düdükten ses çıkmayınca gülmekten karnım ağrıdı, yürümeyi, saymayı bırakıp krize girdik marş sırasında.
Şimdi ise koğuşta genel bayram temizliği olacağı söyleniyor. Tek tek ranzaları, dolapları çekip suyla yıkayacakmışız her yeri. Bu durum uzun dönemlerin nasılda hoşuna gidiyordu böyle. Tabi çömezlerine iş yaptırtarak eğleneceklerdi onlarda. Bu arada uzun dönemlerden bugün 100'den düşen ve uzun süre ıslatılma ayinine maruz kalan eski boksör batuhan, bu ayinden sonra kurulanıp yeni giysilerini giymiş koğuşta dolanıyordu ki, nöbetten gelen başka bir uzun dönem elindeki su dolu kabı onun başından aşağı dökmesi sonrası çok sinirlendi. Adeta öfke patlaması yaşadı. Burada olmasaydı ağzını burnunu dağıtabilirdi belki arkadaşını bu hareketinin yüzünden. 'Yeter amına koyayım!' diye bağırmakla yetindi sadece. Bu arada çeşmelinin telefonu da ıslanmış bu hengamede, o da onun davasını güdüyordu. Tam bir koyun can kasap et derdinde ikilemi. İkisi birbirine bu yüzden suç atıp dururken araya biz girip ortamı yatıştırmaya çalıştık.
Diğer yandan ranzalar çoktan çekilmiş ve yerler köpüklenmeye başlanmıştı. Karışık ve sırasızca çek-paslıyorduk yerleri. Çek-pas sayısı yetersiz olduğundan 3-4 kişi çekiyor diğer 30 kişi seyrediyordu. Bu sırada merdivenleri su basmıştı çekilen sular yüzünden. Görüntü, köpük partisi yapılmış bir gece sonrası disco’yu andırıyordu. Hemen bir kaç kişiyi aşağı gönderip orayı çektirdik. En sonunda da ranzalar ve dolapları geri çekerek temizlik olayına noktayı koyduk. Farklı bir aktivite olmuştu bu bizim için ancak eğlenmemize rağmen yorulmuştuk ve bu yorgunluğun etkisiyle içtimayı beklemeden yataklara yatıverdik.
Tam uykuya dalmak üzereydik, hatta bazılarımız çoktan horlamaya bile başlamıştı ki, 'kısa dönem içtimaa!' sesi yankılanmaya başladı koğuşun duvarlarında. Sersemlemiş bir halde dışarı çıktık yine. Ne komutan geldi, ne de sayım oldu. Bölük çavuşu gelip 'yarın kalkış 07'de ve hafta sonu olduğu için kamuflaj giyilmeyecek' dedi. Bunun üzerine 'bravo çavuş..' sesleri ve alkışlar birbirini izledi. Bu coşkuyla merdivenleri bir solukta çıkıverdik. Yataklara atıp kendimizi hemen uyuduk. Bense, ilk defa hiçbir şey düşünmeden uyumuştum.


-7-
Bugün cumartesi, ilk cumartesi.. Kendi kendime 5 buçuk gibi kalktım. Beynim otomatik olarak kurmuş kendini. Gözlerimi açıp etrafıma bakındığımda herkesin yatıyor olduğunu görüp tekrar vurdum kafamı yastığa ve uyumaya devam ettim. 07.00'de 'koğuş kalk' yerine 'kalkın beyler' diyerek kaldırdı koğuşçu. Ne de olsa hafta sonu idi, üstelik bayram arifesiydi bugün. Kahvaltıdan sonra öğleye kadar koğuşa gidip uyudum. Uyuyarak daha çabuk geçiyordu zaman, başka yapacak hiç bişey yoktu.
Öğleden sonra 1 buçukta içtimaya çağırıldık eğitim yerine. Ama nasıl sıcak var, nasıl bir sıcak, anladınız siz, beynimiz pişti komutanı beklerken. Bir zaman sonra komutan gelebildi nihayet, sanırım bu kez subaydı gelen, çünkü rütbesi kolunda değil omuzundaydı. Yaklaştı, yaklaştı ve karşımızda durup konuşmaya başladı. Gözüm bu adamı bi yerlerden ısırıyor ama bir türlü tam çıkaramıyordum, derken adını takdim etti ve işte o an beynim şifreyi çözdü. Rahman Teğmen, Bandırma'da bizim mahalledeki, 100. yıldan Rahim bakkalın oğlu Rahman bu. Vayy be, dedim, ne acayip bir sürpriz oldu. Babamın, onun babasıyla kanka olduğunu ve onunla beraber rahmanın askeri okuldan mezun olurken yemin törenine geldiğini anımsadım. Kadere bak ki, adam bikaç sene sonra karşımıza komutanımız olarak denk geldi. Çocukluk dönemimiz, onun mahalledeki zamanları gözümün önünden geçti. 100.yıl ilköğretim okulu vardı bizim mahallede, okuldan sonra bütün mahallenin çocukları top oynamak için orada toplanırdı. Bir kere basket oynamıştık beraber, onu hatırlayabildim sadece. Ayrıca bakkalda çalışıyordu, babasına yardım ederken hatırlıyorum. Sonraları babamdan duyduğuma göre, babası bakkalı batırmış, hatta evlerine haciz falan gelmiş, yazık olmuş, gerçekten duyduğumda üzülmüştüm bu duruma. Sonra adam da kaybolmuş ortalıktan, kaçmış gitmiş. Babamın kankisiydi dedim ya, iyi muhabbetleri vardı Rahim bakkalın babamla.
İçtima sırasında bunlar dolandı kafamın içinde. Kafamın içinden çıkıp söylenenlere kulak vermeye çalıştım. Bugün üstüne basa basa temizlikten bahsediliyordu. Yarın vali yardımcısı alayı bayramlamaya geleceği için mıntıka temizliği yapılacakmış. TRT, bizim kantinde canlı yayın mı ne yapacakmış, orayı falan temizleyecekmiş miyiz neymiş vs. gerisini hatırlamıyorum, zaten güneş bayıltmıştı hepimizi. Dağıldıktan sonra direk koğuşa gidip attım kendimi yatağa ve hiç te kalkmadım. Ne mıntıkaya ne de temizliğe katıldım. Uzun uzun sevgilimin hayalini kurdum, aramak geldi içimden ve kalkıp aşağıdaki ankesörlü telefonlara indim. Her zamanki gibi hepsi doluydu ve arkalarında sıra bekleyenler vardı. Tabi 300 kişiye 6-7 tane telefon tesis ederseniz o telefonlar nasıl boş kalsın? Oflaya poflaya geri çıktım koğuşa. Yatağın başına gelirken, yatak numaraları gözüme çarptı. 1-2, 3-4, 5-6 diye giden ranzalardan bizimkinin önüne kadar geldim. Bizim ranzanın üzerinde 9-10 rakamları vardı. Altta yatan badim Aydınlıydı ve yatak numarası 9’du, ben de Balıkesirliydim bana da 10 denk gelmişti. Ne hoş bir tesadüf olmuş dedim ikimiz için ve tebessüm ettim o an. Ayakkabılarımı çıkardım, iki ranza arasındaki boşlukta zıplayıp kendi yatağıma çıkıverdim.
Akşama doğru bikaç arkadaşla beraber basket oynayalım dedik ki zaman geçsin. Zaten burada yaptığımız ne varsa hep zaman geçirme adına, başka da bir işimiz yok. Basket aktivitesinde bu amacımıza bir nebze olsun yaklaşabilmiştik. Bir kaç saat içinde akşamı etmeyi başardık ve yemek saati geldi. Akşam yemeğinde yemek dağıtımını bizim arkadaşlar yapıyordu, yani bu akşam sıra onlardaydı. Menüde güzel yemekler bulunuyordu; püreli dalyan köfte, barbunya, çorba ve yoğurt. Tıka basa doyduktan sonra kantine gidip bademli magnum dondurma alıp yedik ve üstüne de su çektikten sonra tam olarak kendime geldim. Bu rahatlığın üstüne koğuşa döndüm ve uzun dönemlerden birinin telefonunu alıp babamla konuştum. Canım sevgilimle de konuşmak istiyordu ama 60 tane erkeğin bulunduğu bu koğuş ortamında rahatça konuşamayacağım için erteliyordum bu arzumu. Çok özlemiştim halbuki, bir fırsatını bulsam doya doya konuşacaktım. Amma velakin nasip olmadı, sağlık olsun. Yarın ziyaretime gelecek olan amcamlardan telefonumu getirmelerini istemiştim. Yasak ta olsa bir şekilde çaktırmadan içeri sokma planları kurmuştum telefonumu. İnşallah unutmazlar, yoksa zaman böyle geçmeyecek burada. Hapis yatıyoruz sanki, elimiz kolumuz bağlı öylece yatıyoruz. Bayram günü bile içeriden çıkamayacağız, hatta üstüne üstlük yemekhanede görev sırası bize denk geliyor. Bir de bu gece 03.00-04.00 koğuş nöbetim varmış, ilk nöbetim olacak, bakalım kalkıp tutabilecek miyim, hep birlikte göreceğiz..


-8-
Bugün bayram, erken kalkmak gerek tabi ama biz zaten erken kalkıyoruz, o yüzden bişey fark etmiyor bizim için. Önceki bayram günlerini hatırlıyorum da, hiç erken kalkmazdım tersine. Üstelik bu bayram yemekhanede görevliydik. Yemek dağıtma sırası bize gelmişti, tesadüf bu. Olsun, en azından bayram içtimasından yırtmış olacaktık. Olumlu yanlarına bakarsak daha az sıkılırız sanırım. Hem bugün bize, yarın başka günlerde başka arkadaşlara denk gelecek böyle şeyler, her şeyin hayırlısı demek lazım, şans işte.
Kahvaltıdan sonra önümüze gelen herkesle bayramlaştık. Hepimiz kardeş gibiydik, kader kardeşi. Öyle sayılırdık, öyle de olmuştuk zaten bir haftada. Birbirimizden başka kimseyi görmemiştik ki. Sivilde bile bu kadar kişiyle bayramlaştığımı hatırlamıyorum. Yine de güzeldi, her şey gibi bunu da eğlenceye çevirmeyi başarmıştık. Tezkereci arkadaş dolabından bayram şekeri çıkardı, ben de kolonya çıkardım, o klasik bayram ritüelini burda da gerçekleştirdik. Sonra hadi bakalım yemekhaneye yemek dağıtmaya.
Kahvaltı bitti, ortalığı temizledik, süpürdük, masaları sildik, sandalyeleri düzelttik derken öğle oldu. Bu kez öğle yemeği servisi açmaya başlamıştık ki, herkes içeri hücum etti. Çünkü öğle yemeği diğer günlere nazaran geç kalmıştı bugün. Bu yüzden herkes kurt gibi acıkmış ve sabırsızlanmıştı. Her neyse yemek bitti, içtima başladı güneşin 90 derecelik açısı altında. Tören başlamıştı sanırım, bikaç saat komutanın gelişi, vali yardımcısının konuşması vs. derken geçmiş, içtimadaki askerlerin başına da fena halde güneş geçmişti. Bunu çok iyi anlayabiliyordum. Her ne kadar komandoların yemeklerinin artıklarını çöpe dökmeden gitmelerine kızsak ta, dışarıda olmamaktan dolayı memnunduk. Temizlik bitti, tören bitmedi hala. Bize de içeriden çıkmasınlar, görünmesinler denmiş. Yemekhanenin arka tarafında oturup törenin bitmesini bekledik.
Tören dağıldıktan sonra koğuşa gittim. Başka nereye gidebilirdim ki? Burada hayatımız koğuş, eğitim alanı ve yemekhane arasındaki üçgende geçiyordu. Bu sefer bir değişiklik olacak mı acaba diye amcamları beklemeye başladım. Geldiler mi, gelecekler mi, ne zaman gelecekler, şuan neredeler? gibi sorular geçiyor kafamdan ama hiç birini bilmiyorum. ankesörden boş bir telefon bulabilirsem arayım öğreneyim dedim. Telefonların oraya gelince şaşırdım, hepsi boştu. Geçtim bir tanesine aramaya çalışıyorum ama hat meşgul çalıyor sürekli ve düşmüyor bir türlü yurdumun gerizekalı icadı yurt kartı. En sonunda arızalı olduğuna kanaat getirdim hattın, aksi halde bu telefonların bu gün böyle boş kalması mümkün müydü? Bayram günü hiç te değil. Yine uzun dönemlerden istemeye gittim telefonlarını ancak kimisi 'şarjım bitti' dedi, kimisi 'kontör yok' dedi, kimisi 'benim işim var' dedi, kimisi vermek istemedi, neyse sonunda çaresizce ortalıkla dolanırken ben, bir delikanlı çıkıp, 'al hocam benim telefonu kullan' dedi. O sırada orhan da elinde sim kartla bana bakıyordu, göz göze geldik. 'Bende de mesaj hakkı var' dedi, gülüştük. Delikanlıdan aldığım telefona orhan’ın kartını taktık ve önce kuzene mesaj attım 'beni ara' diye. Aradı, 'geliyoruz, 15 dakikaya ordayız.' dedi. Hazırlanıp, nizamiyeye gittim. Bir sürü ziyaretçi gelmiş, kapı ana baba günü gibiydi. Zaten içerde sürekli birinin adı bağırılıp, aranıp duruyordu. Bununla ilgili de bir asker görevlendirmişler. Yazık o askerin haline de, mübaşir gibi çalışıyor bayramın ilk gününde. Benim ismim de bağırılsın diye iç geçirmiyor değildim hani. O psikolojide 'ziyaretçin var' denmesi kadar seni mutlu edecek başka bişey olamazdı herhalde. Neyse, nizamiyenin oraya gittim, sağa sola millete bakınırken amcam geldi yanında iki tane tanımadığım elemanla. Sanırım işten geliyormuş, genç arkadaşlarını da getirmiş. Onlarla muhabbet ederken yengemle kuzenlerim de geldi. En son küçücük çocukken gördüğüm küçük kuzen gizem, kocaman kız olmuş. Üniversiteye gidecekmiş, hem de benim gittiğim üniversiteye, benim kampüse.. Onlarla da muhabbet sohbet derken zaman nasıl da akıp geçti ve ziyaret saatinin sonuna gelindi anlamadım. Asıl önemli olan ise, daha önce bahsetmiş olduğum cep telefonu muhabbeti idi. Sözde cep telefonumu getireceklerdi ama içeri sokamamışlar. O kadar da çorabın içine sokun getirin demiştim. Onlar da lafı biraz tersten anlamışlar galiba, çorap ve iç çamaşırı getirmişler bana ama içi boş olarak. Ne yapayım ben iç çamaşırını kardeşim, bana iç çamaşırı mı lazım şimdi! Kızdım bak.. Her neyse, saat 5''i geçmişti yavaş yavaş uğurladım ziyaretçilerimi, sonra yemekhaneye geri döndüm görevime. Akşam yemeği faslının ardından Beşiktaş - İBB maçını izledik gazinoda. Sonunda lig de başlamıştı ve şansımıza dijitürk vardı burada. Maç 1-1 berabere bitti, goy goy yapamadık. Koğuşta bağlama çalıp göbek attık onun yerine. Çok eğlenceli bir koğuşumuz vardı Allah'tan da sıkılmıyorduk. Bu arada sevgilimi aradım, o da dışarıda yemekteymiş, müsait değildi fazla konuşamadık bu yüzden. Yine de sesini duymak bile bana yetmişti. Bişey söyleyeyim mi? Galiba onu gerçekten çok seviyorum, bunu burada daha iyi anladım.


-9-
Bugün bayramın ikinci günüydü değil mi? Sanırım teorik olarak öyle olması gerekiyordu. Halbuki bizim sıradanlığımız müthiş bir şekilde devam ediyordu. Kalkışım 7 buçuğu buldu bu sabah. Bu sefer en son ben kalktım yataktan. Nasıl olsa 5 dakikada hallediyordum bütün işlerimi. İş dediğim de hepi topu bi tıraş olmak, bi de yatak düzeltmek. Kamuflaj giymedik, bugün de rahattık. Kahvaltıya giderken arkadaşları bekledim, kalabalık bir grup olarak gitmeyi tercih ettim. Bir sürpriz vardı kahvaltıda, süt ve kakao. Ama ne olursa olsun sıcak bir bardak çaydan daha güzel sürpriz olamazdı o anda. Buram buram tüten tomurcuk çay kokusu hayallerimi süslerken, bir çift sürmeli yeşil göz beliriyordu gözlerimin önünde. Sesi çınlıyordu kulaklarımda o gözlerin sahibesinin. Dişlerimi sıkıyor, gıcırdatıyor, burnumdan derin bir nefes çekip oflayarak bırakıyorum içimdeki sıkıntıyı havaya.
Koğuşa dönüp, bağlamayı elime aldım, yatağımın üstüne çıkıp oturdum. Duygularıma tıngırtılarla tercüman olmaya çalıştım. 'Seviyoruuum, özlüyoruum' diye bağırsam avaz avaz, çok yadırganacağım kesindi ve onun yerine yapmış olduğum bu zekice tercih sayesinde içimi dökmüş, rahatlamış oldum. Tıngırdatmak iyi gelmişti anlayacağınız. Bizim poşetlerin çoğu uyumaya vermişti kendini. Hatta kimisi kalkıp 'yeter artık çalma şu zımbırtıyı' dedi. Ben de onları rahatsız etmemek adına ara verdim saz çalmaya. Kimisi de kitap okuyordu. Dün birisinin yanına gidip kitabını aldım, okumaya çalıştım ama hiç sarmadı. En ufak ses bile okuma konsantrasyonumu bozuyordu. Tek başıma sessiz bir ortamda olmadığım sürece kitap okumayı beceremiyorum sanırım ama ne hikmetse yazabiliyorum bunca gürültüye rağmen. Yazarken daha iyi konsantre olabiliyorum demek ki. Bir de şimdiye kadarki okuduklarımın, şua n için yazma kapasiteme yeterli miktarda katkı sağladığını düşünüyorum. Tıkandığım yerde tekrar okumaya başlıyorum tabi ki ama şu sıralar okumaktan daha çok yazma dürtüsü ağır basıyor hislerimde.
Ne acayip adamlar vardı, hepsi birbirinden komikler. Herkes yaşadığı yerin kültürünü buraya taşımış ve burada bir karışım oluşuyordu. Ortaya da karmakarışık bir kültür çıkıyordu. Aslında bizim ülkemizin güzelliği de burada gizli. Karadenizlisi, doğulusu, batılısı, güneylisi, Trakyalısı, iç Anadolulusu, hepsi ayrı bir güzel yurdumun insanlarının. Yozgatlı çok var mesela, bizim koğuşta da iki üç tane mevcut. Konuşmaları her seferinde güldürüyordu beni, bıyık altından tebessüm ediyorum genellikle. Uzun dönemlerden Yozgatlı çavuş vardı bir tane, bizi şöyle kaldırıyordu; 'gahın la gahın gahın, hade gahıınn..' Bi tane de Karamanlı, habire koymakla meşgul, her lafına 'amuna goyyum' diye başlayıp yine aynı şekilde bitiriyordu. Gülmekten başka yapabileceğim hiç bişey yoktu yani..
Bütün uzun dönemler çarşıya gitti, Karamanlı nöbetçi olduğundan gidememiş. Çarşıda hatunla buluşacakmış ama yazık oldu, sitem edip durdu bütün gün bu duruma. Sonra Çorumlu var, araç şoförü. Bağlama da onun zaten. Akşamları biraz da o vuruyor tezeneyi tellere. Bizim devrelerden Laz mesut var, o konuştu mu kulak kesilmemek elde değil. Tam on numara Karadeniz şivesi alıp götürüyor seni ister istemez. Malatyalı Apo var, şu meşhur Apo, 2. takımın hatta koğuşun gözdesi. Kendine has tavırları, belki de salağa yatışı ile marjinal bir kişilikti. Komik, sempatik ve hepimizin neşe kaynağıydı. Bazı kimseler onun kafa sallama tikiyle alay etse de herkesten tarafından seviliyordu.
Konyalı var bi de, 'ortağam' diyorum ona, Ali Veli Konya diye takılıyoruz ara sıra da. O da 'o didiğin, şu didiğin, bu didiğin böyle olur ortağam' diyerek şivelerine devam ediyor. Sağ taraftaki ranzanın altında kazım var, o da Antepli, namı diğer entebli.. O'da tam memleketinin şivesini bezenmiş gelmiş. 'yapacığın, ediciğin' diye anlatıyor. Onun üstünde Muğla’nın Fetiye ilçesinden şevki var, onu anlatmama gerek yok heralde, tipik ege şivesi. Onların arasında benim de şive bir o yana bir bu yana gidip geliyor işte.
'Ahadaşlar iştima, hadi herkes iştimaya ahadaşlar' diye bağırmaya başladı yine yozgatlı. Uyumak için ayran içmeme rağmen bir türlü uykum gelmemişti. Vakit, uyumadan da geçmiyordu. Devrelerimin neredeyse hepsi uyuyor, bikaç tanesi de kitap okuyordu. Uyuyanlar bile, 'ulan o kadar uyuyoruz, kalkıyoruz anca yarım saat geçmiş' diyorlardı. Burada zaman geçirmek gerçekten çok zordu. Dışarıda en azından bir çarşıya çıkıyorsun, gezip hava alıyorsun, kafanı dağıtıyorsun, bikaç farklı kişi görüyorsun, belki çalışıyorsun, sevgilinle uzun uzun görüşüyorsun falan, bi şekilde zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsun. Askeriye zamanı donduruyor resmen. İçtimalar arası kocaman bir boşluk, kalabalık halinde kocaman bir yalnızlık. Yalnızlığa bir öğle arası verip, kaçak iki telefon görüşmesi yaptıktan sonra geri dönüyorum. Bir ara kamelyada imam askerin muhabbetine misafir oluyorum. Yemekhane görevini bırakıp kaçan 3. takım yüzünden yemekhanedeki nöbetçi rütbeli kamelyadakileri çağırıyor. Bu yüzden o muhabbet te yarıda kalıyor ve arka taraftan sıvışıyorum komutan görmeden. Koğuştayım yeniden, ziyaretçi görüşmesinden dönen muharremin sarmalarına saldırıyor herkes. Yemekten henüz geldiğimden dolayı bir tane alıp bırakıyorum ben, diğerleri hücuma devam ediyor kabın dibini görene kadar.
Ah ulan şuan öyle özlemlerim var ki, bir telefonum olsa da doya doya konuşsam, bir sesini duysam sevgilimin. Yatmaktan başka bir şey yapmıyoruz ki, zaman geçmiyor, bende boyna düşünüyorum. Düşünmek burda da buldu beni, yine vakit buldum düşüncelere, kaçamadım anasını satayım. Bu sırada ziyaretçisi gelen arkadaşlar bir bir koğuşa damlamaya başladı. Her gelenin elinde sarma, dolma, börek ve şekerler oluyordu. Sırayla toplanıp saldırıyorduk elindeki poşetlere 'ooooo' sesleriyle hurraa.. Kendimizce bir eğlence bulmuştuk işte. Üstüne çorum leblebisini de yedikten sonra bir eğlence faslının daha sonuna gelmiş olduk. Uzun bir yatışın ardından akşam yemeği zamanı geldi çattı. O kadar atıştırmadan sonra doğal olarak yemek yemedik, sadece içtimaya katıldık zorunlu olarak. Sonra koğuşa dönüp sıcak su saatini beklemeye başladık. Vakitli olarak geliyordu sıcak su buraya. Saat sekizi geçince havlumu asmaya gittim duşa, kapıda muratla karşılaştım. Tam da iki yer boş kalmış, havlularımızı astık, asar asmaz arkadan üç kişi geldi. Zafer kazanmış olmanın mutluluğu içinde yatağımıza döndük. Uzanırken, ortaya 'telefonu olan var mı?' diye bağırdım. Nöbete gidecek uzun dönem arkadaşlardan biri dolabının önünde giyinirken döndü ve 'ben nöbete gidicem, telefon sende kalsın' dedi. Çok güzel olur, dedim ve telefonu alıp cebime attım. Önce abimi aradım, arka kapağı olmadığı için telefonun bataryası çıktı, tekrar takıp açtığımda pin kodu istedi. Öylece kalakaldım kakalak gibi elimde telefonla.
Duş saati gelmişti bu arada, duşların önünde yarı çıplak beklemeye başladık. Sıcak su gelmiyordu bir türlü. Yan koğuştan bir eleman gelip, bugün sıcak su gelmeyecekmiş, beklemeyin boşuna deyince dağıldık hepimiz. O ara şevkinin sim kartı olduğunu öğrendim ve gidip kartını istedim. Telefonu elimde görünce önce şaşırdı sonra heyecanlandı ve pazarlık yapmaya başladı. Kısa bir pazarlığın ardından kartını aldım, akabinde telefonu ona da kullandırmak şartıyla.
Sevgilimi çaldırdım, geri dönmeyince anlaşma gereği telefonu Şevki'ye teslim ettim. Şevki'den sonra onu gören kazım da istedi telefonu, kazım kullanırken murat gördü o da istedi, mecburen ona da kullandırdım. Bu süre zarfında herkes bir yakını, sevdikleriyle konuştu ama ben kimseyle konuşamamıştım. Bu arada şevki, sıcak su gelmeyince isyan etti ve soyundu, sırtına havluyu aldı, 'arkadaşlar ben soğuk suyla duş almaya gidiyorum' dedi. Badisi kazım da bir süre sonra aynı şekil oldu ve acele acele duşlara koştu. Şevki neyse de kazımın bu hareketi pek şüphe getirir cinstendi. Nitekim tam koğuşun kapısından çıkarken, 'sıcak su gelmiş beyler' diye bağırınca koğuşta ani bir hareketlenme oldu. Herkes pürtelaş havlusunu ve şampuanını kapıp duşlara akın etmeye başladı. Ben de önce inanmadım ama gidenlerin memnun bir şekilde döndüğünü görünce duşun yolunu tuttum ben de. Son kişi çıktıktan sonra suların biraz da soğumasına teğet geçtiği anda duşumu alıverdim. Bu bedensel rahatlıktan sonra içsel rahatlığıma kavuşmak için sevgilimi tekrar aradım fakat yine açmadı. Bir süre sonra ben onu düşünürken geri aradı. Konuşabildik sonunda.. Sesini duyduğuma çok mutlu oldum. O'da memnundu benimle konuştuğuna. 'seni beklicem' dedi, bir kez daha. 'öpüyorum çok' diye yineledi bu memnuniyetini. 'Ben de seni..' diyebildim ve kapattık. Artık bu iç huzurla rahat rahat uyuyabilirdim, zaten uykum da gelmişti sıcak duşun ardından, yatağıma çıktım, uzandım ve uyuyakaldım.


-10-
Bayramın son günü, 7 buçukta uyandım Eren dokununca. Mahmur gözlerle etrafıma bakındım, çoğunluk uyuyordu. Tekrar kafamı yastığa koymaya yelteniyordum ki, badim Nevşet, 'hadi badi kalk' dedi. Bu etkiden sonra doğruldum ve yataktan inip dolabıma gittim, ordan da tıraş takımlarımı alıp doğru lavaboya. Yüzüm artık tahriş olmamaya alışmıştı, üst üste tıraş olma rekoru kırmıştım resmen. Bundan sonrası rahattı, biraz köpük sürdükten sonra tek harekette bitiriyordum tıraş işini. Sonra iki avuç kolonya, biraz nemlendirici krem sürülünce yüzüm metro seksüel bir erkek yüzünü andıracak kadar bakımlı oluyordu. Her şey güzel de kamuflaj zorunluluğunu tekrar geri getiren komutana da burdan selamlarımı iletiyorum. Bir yemek yemeğe gitmek için, hadi gömlek pantolon neyse de o botları giy çıkart hiç çekilmiyor. Zaten 8.00 olmuş saat, çay may kalmamıştır, niye bu eziyet?
Bir de yan koğuşta onur diye bi şapşal türedi. Bizim takımda 1. mangadaymış. Yürümeyi beceremeyen elemanlardan biri de oymuş, ordan çıkartabildik kim olduğunu. Habire muhabbeti dönüyor bizim koğuşta, her gün bir vukaat işliyormuş. Geçen gün yasak olan yerde oturuyorken önünden rütbeli geçmiş, selam vermemiş. Bu durum komutanın dikkatini çekmiş ve geri dönüp 'oğlum niye selam vermiyorsun, öğretmediler mi daha sana?' deyince 'aleyküm selam' demiş. Tabi sonra olanlar malum. Dün akşam yemeği içtimasına da bizlere istihkaktan dağıtılan haki atletle çıkmış. Komutan; 'sen niye böyle geldin lan' diye sordu, bu da 'gömleğim yıkandı' dedi. 'git giy gel çabuk, arıza mısın nesin' diyerek gönderdi bunu. O giyinip gelinceye kadar da onu bekledik maalesef. Bu sabah ta komutanların fink attığı binada elinde cep telefonuyla yakalanmış. Üstüne üstlük, bi de komutan 'telefonunu vermicem' deyince, 'vermezsen verme' diye karşılık vermiş. Sonrası yine malum.. Böyle giderse o elemanın askerlik bitmez. Dayaklı dönemler olsaydı çok dayak yerdi heralde. Nasıl kısa dönem oluyor bunlar anlamak güç gerçekten.
Bugünü de batak oynayarak geçirmeye çalıştık. Benim dolabın önüne battaniyeyi serdik, başladık eşli ihaleye. Apoyla-Orhan, Aliyle-Ben eşleştik, dondurmasına iddiaya girdik. Kardığımız kağıtları kestik, dağıttık ve oyuna başladık. Kıran kırana çekişmeli geçen ve son ana kadar başa baş giden oyunu son elde kaybettik. Biz bıraktık, yerimize başka dörtlü çöktü hemen ve oyun oynanmaya devam etti. Bu arada ben de yatağıma uzandım ve öğle yemeğinden dönerken kütüphaneye uğrayıp aldığım kitabı okumaya başladım. Fazla sarmasa sırf zaman geçirmek adına devam ediyordum sayfaları çevirmeye. Benden başka 4-5 kişi daha ranzalarına oturmuş, ellerindeki kitaplarına dalmış gitmişlerdi. Arada gelip geçenler, 'bu ne la, kütüphaneye çevirmişsiniz koğuşu' diyorlardı. Gazete okuyanlar ve bulmaca çözenlerle beraber iyice entel koğuşa çevirmiştik burayı. Ortam buram buram kültür kokuyordu. Çavuş memetcan da batak oynayan bizimkilerin yanına gidip, 'vay be, böyle askerliğe can kurban. ne şanslısınız lan, çayınız geliyor, sigaranız var, telefon kullanıyorsunuz, bi de oturmuş batak çeviriyorsunuz. Böyle acemiliği hiç bi yerde bulamazsınız.' diyordu. Gülüşmeler, şakalaşmalar derken oyun bitti. Kitap okumaktan sıkılmıştım, karşı sağ ranzadaki Ayhanın da, namı diğer ali veli konya, Olasılıksız’ı okuya okuya beyni sulanmıştı. 'Ortağam bi batak atak mı?' dedim, 'olur ortağam' dedi. ' Bul iki kişi daha' dedim ve dişlerimi fırçalamaya gittim, geldiğimde çoktan hazırdı rakiplerimiz. Battaniyeyi aynı yerine serip tekrar oyuna oturduk. Ortağamla bize karşı eşleşen bu kez orhanla-ali olmuştu. Oyunu yine kaybettik ama önemli olan zaman geçirmekti. Tam o sıra bir durgunluk, fırtına öncesi sessizlik oluştu koğuşta. Kapıdan içeri giren Murat'la beraber, elindeki poşetleri görenler 'ooooo' çekmeye başladılar. Olay anlaşıldı, ziyaretçilerinden geliyordu ve poşettekilerin hepsi de yiyecekti. Yerimizden kalktık ve oraya doğru koştuk. Baştaki ranzanın, mesutun yatağının üstüne koydurduk poşetleri ve yine kırmızı piranalar gibi saldırdık sarmalara ve böreklere. Dakikalar içerisinde ne varsa sildik süpürdük. Tatlının dibinden bikaç tane baklava alıp parmaklarımı yalayarak uzaklaştım olay mahallinden. Bugünkü koğuş ziyafeti faslı da böylece son buldu diyecek olurken devamında neler olabileceğini hiç tahmin etmemiştim.
Akşam yemeğinin ardından kantine gidip, bozuk parayla çalışan makinadan espresso içtim. Ne yapsam diye ortalıkta dolanıp dururken espressom bitmiş haberim yok. Bu arada millet televizyonun karşısında bir hazırlık yapmakta, ne olduğunu soruyorum birilerine, 'akşama fenerin maçı var', 'ne maçı', 'şampiyonlar ligi ön eleme maçı', ne yapalım bari maç izleyelim dedik arkadaşlarla, akşamı da öyle geçirelim bari. İlk yarının ardından koğuşa kaçtım, maç pek zevksizdi.
Bizim yemekhaneci mustafa elinde kocaman bıçakla koğuşa girdi. 'Bana çakı gibi üç tane eleman lazım', ne olacaktı, n’oluyodu derken, meğer öğle yemeğinden artan 4 tane koca karpuzu zulalamışlar, onları koğuşa taşıyacaklarmış. Neyse ki aranan kanlar bulundu ve karpuzlar koğuşa güvenli bir şekilde taşındı. Böyle bir aktivite olurda ben seyirci kalır mıyım bu muhabbete, tabi ki de hayır. Bıçağı aldım mustafanın elinden, en büyük karpuzu da alıp yangın merdiveninin üzerine çıkardım, besmeleyi çekip vurdum bıçağı kafasına, kurbanlık koç keser gibi. Kütür kütür çatlama sesi gelmesiyle, mis gibi karpuz aromasının kokusu yayıldı etrafa. Kendime büyükçe bir dilim kestikten sonra bıçağı yozgatlı çavuşa verdim. Çavuş ta geri kalan parçayı dilimleyip pencereden içeri servis etmeye başladı. Yan ve üst koğuşlardan karpuzun kokusunu alıp gelen askerlerle beraber toplu bir şekilde hatıra fotoğrafı çektirmeyi de ihmal etmedik. Yerler karpuz çekirdekleri, çöp te karpuz kabuklarıyla doldu. Karnım o kadar şişti ki, biri dokunsa patlayacaktı resmen. Hani diyaframımı şişirsem ancak bu kadar şişirebilirim. Karpuz faslı bitti, kabukları çekirdekleri topladık, yangın merdivenine sinekler gelmesin diye su döküp iyice yıkadık. Elimizi ağzımızı yıkadık ve yatmaya hazırlanıyorduk ki, arkadan poşet poşet dondurma getirmesinler mi! Hem de maraş usulü kesme dondurma. Duyan koştu geldi koğuşun kapısına, kapının önünde sıraya girdik. Bir damla su içsem kusacak halde olmama rağmen bu ambiyansın girdabına kapılıp ben de bir dilim dondurma kesip aldım, zor da olsa yedim. Karnımı ova ova geldim yatağa, üstüne de biraz bağlama çaldım. Enerji fazla geldi heralde herkese, uyumayı bırakıp eğlenmeye başladı herkes. Badim neşo yatağından kalkmış aliyle güreş tutuyorlardı. Onları görünce ben de dayanamadım yanlarına gidip ikisine de dersini verdim, ne de olsa eski güreşçiydim. Bi supleks bi salto derken ikisi de yerde. Gaza gelen spor hocası mesut 'hadi benimle de güreş' deyince onu da kıramadım ve onunla da güreşe tutuştuk. İki mücadelenin ardından henüz nefesimi tam düzene sokamamıştım ki apar topar yeni bir mücadelenin içinde buldum kendimi. Yerimiz dardı ranzaların arasında ranzalara çarpmamak için de ayrı bir mücadele veriyorduk. Bu sırada ayağım ranzaya çarptı ve yere düştüm, mesut ta kazandığını sanarak sevinmeye başladı. İşte böyle şamata gırgır derken çavuştan yine o malum ses 'iştima beyler'.. Herkes spor ayakkabısını giyip bahçeye çıktı. Gıcık komutan yine gıcıklığını yaptı, bişeyler söyledi, 'anlaşıldı mı?' diye sordu, kendinden emin olmayan zayıf ses tonuyla karşılık verdik 'emredersiniz komutanım', beğenmedi komutan bu sesi, 'demek anlamamışsınız' dedi ve başladı 'çök-kalk-çök-kalk' yaptırmaya. 'İlk baştan eğlenceli gelir ama 35-40'tan sonra başlarsınız titremeye, 100 tane yapınca da sabah yürüyemezsiniz' deyince herkeste bir soğuk duş etkisi yarattı. Her neyse, 10 kereden sonra bi daha sordu 'anlaşıldı mı?', bütün takımlar şaşılacak derecede aynı senkronda ve güçlü bir sesle 'EMREDERSİNİZ KOMUTANIM!' diye inlettik alayı. 'Herkes yatağına marş marş' dendikten sonra yolda herkes şu şekilde vardı koğuşa, 'o..çocuğu, anasını hiç sevmiyor bu komutan, şerefsiz, ibne vs..' Artık yataklardayız, ışıklar sönmeye ramak kalmış bu sefer de yan koğuştan 1. takımın sorumlusu olan eleman elinde bir poşet şeftali hoop bizim koğuşun kapısına geldi. Artık herkes üşeniyor tabi yatağından kalkmaya ama ben yine dayanamayıp kendimi şeftalilerin yanında buldum. Nöbeti olan uzun dönemler, diğer koğuştan bikaç kişi, serkan hoca falan daldık şeftaliye. Ben artık eğlencesine yiyordum. En küçüklerinden birini alıp ikiye böldüm ve yarısını yangın merdiveninin önünde pencereye tünemiş, sigara içen birisine uzattım. Diğer yarısını da yerken ağzıma acı bir tat geldi. Doğru ya dişimi yeni fırçalamıştım. Ağzımı çalkalayıp yatağa gittim, ışıklar çoktan söndürülmüştü ama bir türlü uyku tutmadı. Biraz sonra öfleye pöfleye yatağımdan kalkıp kapı önündeki muhabbete katıldım uzun devrelerin arasına. Bir de sarma cigara sarıp içtim sıkıntıdan. Sigara bittikten biraz sonra esnemeye başladım, fırsat bu fırsat gidip hemen uyuyayım dedim.


-11-
O kadar badime beni gece koğuş nöbetine kaldırmaması için tembih etmeme rağmen yine de kaldırma teşebbüsünde bulundu. Ben de 'amaan siktir et' deyip kalkmadım. Sonra, gecenin bi vakti, tuvalete kalktım. O kadar karpuzu yedikten sonra nasıl sıkışmışım, can havliyle tuvalete bi koşu gidip geldim. Saate baktığımda 5 buçuğu geçmişti, sanırım 5.40 civarıydı ama herkes uyuyordu. Oysa 5.30'da kalkmamız gerekiyordu. Baktım kimse yerinden kımıldamıyor, vardır bunda bir hayır diyerek bende yattım. Biraz sonra sağımdaki şevki kıpırdanmaya başladı, ranza gıcırtısından anladım. Gözümü hafifçe açarak ona doğru baktım, gözlüğünü takıp saatine baktı, sonra hemen panik halinde doğrulup beni dürttü. 'Oğlum niye kaldırmadın beni?', 'Ben de kalkmadım ki nöbete'. Saatine bi daha baktı, saatin gerçekten kalkma saatini geçtiğine kanaat getirir getirmez hışımla yatağından yere atladı, koşar adım lamba düğmelerine koştu ve ışıkları yaktı. Panik hali içinde bağırmaya başladı, 'Uyanın beyler, uyanın beyler, hadi kalkın hadi hadi.. ' o an kendimi gerçekten kötü hissettim, bi suçluluk psikolojisine kapıldım, adam benim yüzümden paniklemiş, milleti kaldırmaya çalışıyordu. 'Saat 6'ya çeyrek var, hadi uyanın beyler'. Bense hiç bozuntuya vermeden, yavaşça yataktan doğruldum ve kimsenin yüzüne bakmadan tıraş olmaya gittim.
İçtimaya gireceğimiz sırada, revire kayıt yaptırdığım aklıma geldi. Revir yazdıranlar olarak içtimadan ayrıldık. Bu kez revirin önünde beklemeye başladık. Olsun burası beklemek için daha iyi bi yerdi sonuçta, hem oturuyorduk burada. İki kişi daha geldi bizden sonra, kayıt yaptırmamışlar, ben yazdım isimlerini kayıt defterine. askerlerden birisi belini tutuyor, acı çekiyordu, acaba nesi vardı? Hiç kimse sormadı, buna bende dahildim. İçerde doktora ne söyleyeceğimi geçiriyordum kafamdan. Bir asker çıktı içerden, 'öndeki komandoyu takip edin' dedi. Biz de söyleneni yaptık ve nizamiye çıkışına kadar yürüdük. Biraz yürüdükten sonra bizi güvercinliğe götürecek transit araç geldi. Araca sığamadık, bir kişi ayakta, bense üçlü koltuğun dördüncüsü olarak kenarda kıyıda biyerde çömeldim kaldım. 09.00 civarı oradaydık ancak 12'de muayene olabildik yoğunluktan. Reflü ilacı yazdırdım ve burnumdaki deviasyon için mevki hastanesine KBB sevki aldım. BU arada doktor yüzbaşı da kırmış kafayı, herkesle dalga geçiyor. Kendince ingilizce konuşuyor, bel altı espriler yapıyor, her ayağını bot vurmuş olana ' bu mu lan ağladığın şey' deyip 10 gün terlik istirahati veriyordu. Anlaşılan onunda canı sıkılmış, ona buna takılarak vakit geçiriyordu böylece.
Öğle yemeğine son anda yetiştik. Servis kapanıyormuş biz geldiğimizde. Yemeği yiyip öğleden sonraki eğitime katıldık. Eğitimde yine 3-4 tur atıp, malum sloganları saydıktan sonra paydos verdik. Bu arada rahman teğmen çağırmış beni, şu bizim rahman yahu. Koğuşa çıktım geldim, herkes beni arıyor. 'Burdayım' dedim, uzmanın teki geldi yanıma, 'seni bi yere göndericem' deyip, komando çavuşuna beni rahman teğmene götürmesi için emir verdi. 'Emredersiniz Komutanım!'. Rahmanın yanına geldiğimde asker olduğumu unuttum, sanki mahalledeymişiz gibi hissettim. Üstümdeki kamuflaj, onun rütbeleri falan hiçbir anlam ifade etmiyordu, gayet te bacak bacak üstüne atmış, oldukça rahat konumuna gelmiştim. Muhabbete başladık, çay içtik, askerlikten, bandırmadan, hayattan bahsettik. 'Bi sıkıntın var mı?' diye sorunca, su istedim. Şaşırdı. Kantin kapalı oluyordu genelde, açık olunca da upuzun kuyruk oluyordu. Üstelik satılan sular da küçük şişelerde. Bunu üzerine Rahman 1,5 litrelik bi şişe su getirdi sağ olsun, suyu aldım ve yanından ayrıldım.
Akşam yemeğinden sonra koğuşta yine batak sofrasını kurduk, başladık kağıtları karıp dağıtmaya. Böyle bir günü daha geride bırakmış olmanın keyfini çıkarıyorduk. Akşam içtimasının ardından badimi 1. mangadan birisi çekti kenara, bizim bütün manga hemen az uzaktan olanları izlemekteydik. Ters bir durum olsa hemen atlayacaktık, gergin geçen bir sohbetin daha da ileri boyuta taşınmaması için araya girip gerginliğe son verdik ve yataklara dağıldık.


-12-
Tembel tembel uyanmanın keyfini çıkarttım bu sabah. Herkesten sonra kalktım. Zaten erken kalkmanın hiç bir avantajı olmadığını öğrenmiştim. Aslında katı kural diye bir şey yoktu burda, sadece göze batma yeter. İçtimadan yine yırtmak için revire gittim cem'le beraber. Dünkü yazdırdığımız ilaçları alırız dedik, bekledik revirin önünde ama görevli asker içerden çıkıp, 'ilaçlarınızı akşam 7 buçukta alabilirsiniz' deyince biraz gıcık oldum, koğuşa gittik. Biraz koğuşta takıldık, koğuşçu batuhan dolapların kontrol edildiğini söyledi. Komutan kızmasın diye, herkes gibi benim de askı, giysi torbası, tıraş çantası gibi malzemeleri almam gerektiğini söyledi. Diğer dolaplara baktım, sadece benimkinde yoktu bunlar. Üstelik özenle de dizilmişti herkesin dolabında. Dedim ya göze batmamak lazım, sırf bu yüzden ben de almaya karar verdim.
Dışardan jandarma marşı müziğinin sesi gelmeye başladı. O ne saçma bir marştır ki öyle, sözlerini dağıtmışlardı dün elden ele dolanıyordu, ezberleyecekmişiz ama hiç kimse oralı olmamıştı. Sözleri bile saçma sapan, kim yazmış bunları, belli ki alelacele bi yerlerinden uyduruvermiş çok rütbeli biri marş yazın emri verince. Bakınız sizinle paylaşıyorum o sözleri;
güzel yurdun güvenliği emanettir bizlere
jandarmadır ulaştıran adaleti her yere
haksızlıkla savaşırız, kötülüğü boğarız
en karanlık köşelerde güneş gibi doğarız

alnımızda parıldayan şeref ve şan arması
kahramanlar kahramanı yılmaz türk jandarması

yüce dağlar önümüzde sıra sıra uzanır
en sarp kaya coşkun ırmak bizi yakından tanır
türkündür bu gürleyen ses, bu şahlanan fırtına
korkusuz bir ordu kattı jandarma bu vatana

alnımızda parıldayan şeref ve şan arması
kahramanlar kahramanı yılmaz türk jandarması

Yürüyüş yok heralde diye, biz de oraya gidelim dedik. Orda da çavuşun biri vermiş müziği hoparlörden, herkesin elinde de marşın sözlerinin yazılı olduğu küçük kağıtlar, 'hadi bakalım söyleyin' diyor yusuf başçavuş, 'tempoyu kaçırmayın, doğru melodiyi verin, müziği duyun' diye uyarıyor sürekli. Ulan millet müzik öğretmek için senelerce konservatuar okuyor da yine bu kadar çabuk öğretme yeteneğine sahip olamıyor. Ne bu özgüven ya da küstahlık mı demeliyim? Bence trajikomik bir olay bu, tam bir kara mizah örneği. Hayatımda bu kadar kötü bir marş daha duymadım. Kim yazdı acaba? Üstüne kaç para aldı kim bilir.. Bence tamamen maddi duygular barındırıyor bu marş. Kaldı ki maneviyat olarak bana hiçbir şey hissettirmedi. Aslında doğruyu söylemek gerekirse, müzik çocuk oyunu müziği gibi geldi bana. Ben çocuk oyunlarında bile daha iyi müzikler seçiyorum halbuki. Bu ne idüğü belli olmayan müzik eşliğinde birkaç kez tekrar ettik sözleri, kimse de çözemedi ne sözleri ne de müziği. Sonra garip bir bando sesi eşliğinde yürümeye başladık. 'Daaat dat dat dit diri diii..' diye diye bilmem kaç tur döndükten sonra eğitim bitti. Sıcağın altında kol, bacak sallamaktan imanımız gevredi. Öğle yemeği her zamanki gibi imdadımıza yetişti, kurtuluşumuz oldu. Öğle yemeğinin ardından her zamanki yerimize geçip uzanmıştık. Botlarımı çıkarıp kafamın altına yastık yaptım. Tam uykuya dalmak üzereyken, nöbetçi komutan bağırarak geldi, 'çimlere yayılmayın, kalkıııınn! kalksın herkes, kimse kalmasın burda.' diyerek kovdu herkesi. Kendi çapında egosunu tatmin etti. Millet te söve söve çil yavrusu gibi dağıldı. Öğleden sonraki eğitim içtiması 1 buçukta olmasına rağmen hiç bir komutan gelmedi o saatte. 2'de olacak diye bir söylenti yayıldığı halde yine hiç bir rütbeli gelmedi ve bizler de oraya buraya dağıldık. Burada büyük bir enformasyon eksikliği vardı, tamamen kendi inisiyatifimizle yaşıyorduk denilebilir. Ben koğuşa gitmeyi tercih ettim. Tuvaleti temizleyen arkadaşlar kapı önüne oturmuş muhabbet ediyorlardı, aralarına karıştım kaldım. Muhabbetten sonra biraz kitap okuyayım dedim ama botları çıkarıp yatağa uzandıktan sonra elime kitabı almamla 'iştimaaa' sesini duymam bir oldu. Önce dalga geçiyorlar sandım, iplemedim ama baktım herkes gidiyor, 'hay a.k.' dedim ve kitabı yastığın altına sokup, botlarımı giydim, eğitim alanına koştum.
Bir tur attıktan sonra, yarın alay komutanının geleceğini, bu yüzden mıntıka temizliğinin yapılacağını söylediler. Takım, takım bölgelere ayrıldık. Bize ön bahçe denk geldi, ip gibi yan yana dizildik ve bir tur karşıya gittik geldik. Yerdeki izmaritleri, küçük kağıt parçalarını, yaprakları, otu püsürü, gözümüze çarpanları zoraki bir şekilde topladık ya da topluyormuş gibi yaptık ta diyebiliriz. Tam işimiz bitti diyorduk ki bir minibüs temizlik malzemesi gelmiş, 5-6 kişi seçtiler, oraya gönderdiler. Bu seçimden yırtmışken, mazgalların içindeki pislikleri temizletmek için bir grup asker daha seçtiler, ondan da yırttım. Ortada boş beleş kalan bikaç kişi olarak göze batmamız uzun sürmedi. Bizi çağırıp kantine, onların demek istediği, fastfood'a yani tam söyledikleri şekilde 'feyse' gönderdiler. Oradan da aramızdan beş kişi seçip içeride bıraktılar, 'geri kalanı alay binasına' diyerek dışarı çıkartıldık. Feysten de yırtmıştım, bu ne şans? Hadi bakalım hayırlısı. Son kalan bikaç kişi olarak alay binasına girmek üzereyken başka biri tarafından durdurulup binanın etrafındaki otları yolmamız emredildi. Bu kez seçim yapılmamıştı çünkü hem seçim yapılmasını gerektirecek sayımız yoktu hem de yapılması gereken işin sayıyla bir alakası yoktu. Bu yüzden, bu kez, bu işten yırtmam söz konusu bile olmadı. Mecburen göze batmamak için bikaç otçuk püsürcük yoldum ya da yoluyormuş gibi yaptım. Bir taraftan da göz ucuyla etrafı kolaçan ediyordum. Kimse kalmayınca işi bırakıp adi adımlarla koğuşa doğru kaçtım.
Akşam yemeğinin ardından bizim için mesai bitmişti. Kamuflajı çıkartınca da o günü geçmiş sayıyorduk zaten. Üzerime hafif bişeyler aldım, yatağıma uzandım, kitabımı yastığın altından çıkarmaya yeltendim, elim kitabı yoklamaktayken gözüm sağ alt ranzada yatan kazım'a takıldı. Elinde okumakta olduğu kitap, elimin yoklayıp ta bir türlü bulamadığı kitabın ta kendisiydi. O da göz atayım derken iyice sarmış kitabıma. O ara ziyaretten gelen apo, elinde poşetle içeri daldı. Millet yine 'oooo' çekmeye başladı. Poşeti açan apo, içindeki tütünü çıkarıp gösterdi, 'hakiki adıyaman tütünü bu, kilosu 67 lira, hepinize sarıcam' dedi. 'Arkamdan gelin' diyerek koğuş kapısından çıktı ve hemen pencerenin önünde duran masaya oturdu, sarmaya başladı. Ben de gidip sıraya girdim. İlk sardığını kulak arkası yaptıktan sonra bir tane de bana sardı. Gerçekten de kaliteli tütündü, muharremin dağıttığı kakaolu şekerle beraber ağzımda hoş bir aroma bırakmıştı. Kafam da biraz çakırkeyif olunca tekrar yatağa gidip uzandım. Bu arada kitaba gömülmüş kazım hala içinden çıkamamış, okumaya devam ediyordu. Çavuş geldi, 'beyler! koğuş temizliğine isterseniz şimdi başlayabilirsiniz' dedi. Bize de mantıklı geldi. Kimisi maç izlemeye gidecekti, kimisi duş alacaktı, kimisi de yatacaktı. Hemen ranzaları çekip, köpüklü suyu yaydırdık etrafa. Çek-pasları değişe değişe, çektik bütün suyu dışarıya, pırıl pırıl yaptık koğuşu. Ortalığa yine bir hijyen kokusu yayıldı. Bu sırada çok yakında bi yerlerde sokak düğünü başladı. Elektro bağlama sesleri koğuşun içinde inliyordu. Göbek atmadan duramadık tabi ki biz de, sanki düğün bu koğuşun içindeymiş gibi kurtlarımızı döktük, coştuk, eğlendik.
Saat yedi buçuğu geçmişti, mide ilacımı almaya gittim. Burada bir sürprizle karşılaştım. Hapları kesip teker teker veriyorlar, gerekçeleri de askerler hepsini içip intihar girişiminde bulunmasınlar diyeymiş. Demek ki bundan önce öyle vakalar da yaşanmış. Her neyse dedim, ilacımı aldım koğuşa çıktım. Koğuşun içinde hala düğün sesi yankılanıyordu, biraz sonra da uzun hava çalmaya başladı. Şimdi tam anlamıyla hapishane koğuşunu andırıyordu burası. Daldım gittim, herkesin yüzünde hüzün belirmişti. Belli ki herkes birilerinin özlemini çekmekteydi. Tabi ben de aynı duygular içinde kaybolup gitmiştim. Yanıma murat geldi, ortada dolanıp duruyordu sıkıntıdan. 'Telefon bulamadım anasını satayım' dedi. 'Buluruz şimdi' dedim. Gözüme mehmet parlak denk geldi, şu sazın sahibi. Ondan istedim telefonu, sağ olsun kırmadı beni. Murat konuştuktan sonra ben aldım telefonu, abimi aradım, yengemin tayin işleriyle uğraşıyordu, okul tercihleri hakkında konuştuk. Sonra sevgilimi aradım, üç gündür sesini duymuyordum, çok özlemiştim. İki kez çağrı yaptıktan sonra dönüş yaptı ve konuştuk. Bu konuşma çok iyi gelmişti, hüznümü dağıttı. O coşkuyla revirci yavuz'a bağlama çalmasını gösterdim azıcık. Çok ısrar etmişti, boş ver demiştim ama öyle hevesliydi ki kıramadım işte biraz öğreteyim dedim. Yanımıza uzun dönemlerden biri daha geldi, cengiz kurtoğlu tarzında bikaç şarkı söyledi. Yangın merdivenine tavuk gibi tünemiş, sigara içip muhabbet ederken uykum geldiğini hissettim, bu hissi kaybetmeden yatağıma gidip hemen yatıp uyudum.


-13-
Artık 'koğuş kalk' komutunu kimse iplemiyordu. Herkes battaniyeyi kafasına çekmiş, mışıl mışıl uyumaya devam ediyordu. Ben de gözüme giren ışığı izole etmek için iki kolumu birden yüzüme kapattım. Bir süre öyle idare ettikten sonra zaten uykum ayıldı. İvedilikle tıraş olmaya gittim, gelip kamuflajları çektim üzerime, badim neşo ile battaniyeleri katladık karşılıklı olarak ve düzenlemeyi bitirdikten sonra kahvaltıya gittik. İçtimaya gitmeden önce yatakları ve dolapları iyice düzeltmemiz için komutanlar uyarı üstüne uyarı yapıyorlardı. Neymiş efendim, paşa hazretleri bölge komutanı gelecekmiş bugün. Genel bir seferberlik ilan edilmişti dünden beri. Tekrar tekrar dolapları kontrol ettik ama her şeye rağmen, biz yürüyüş eğitimi yaptığımız sırada üst teğmen koğuşları teftiş etmiş, bir sürü kişinin dolabını beğenmemiş. Onları öğle yemeğinden alıkoyup tekrar koğuşlara, dolaplarını düzenlemeye gönderdi. Öğle yemeğinden sonra revirci geldi ve sevk kağıdımı verdi, böylece bana hastane yolu gözükmüş oldu. Botları giyerken, 'oh be' diyordum, 'yırttık öğleden sonraki eğitimden'.
Nizamiye kapısının orda aracın gelmesini bekliyorduk. Burada mevki hastanesine gidecekler ile GATA'ya gidecekler ayrı ayrı gruplandık. Derken araç geldi, bekleyenler araca hücum etti. Bacağını tutup, topallayarak yürüyen bir asker aracı görünce bacağını unutup hiçbir şeyi yokmuş gibi koşmaya başladı, revirci yavuz şaşırdı. 'Hoopp birader nereye?' diye bağırınca, arkasına dönüp bizi gördü ve tekrar topallamaya başladı. Bu olay hepimizi gülme krizine soktu. Onun arkasından biz de kalkıp araca gittik.
Araca binip nizamiyeden çıkınca, içime bi ferahlama geldi. Kafesten çıkan kuşların hislerini paylaştım, ya da kulübesinden boynuna tasma takılarak gezmeye çıkarılan köpeğin. Evet, evet bu ikincisi daha manidar oldu. Dışarıda bikaç sivil insan görünce üzerimdeki gergin askeri psikolojiyi bir nebze olsun atmış oldum. Önce GATA'ya geldik, orada inecek askerleri bıraktık, Mevki hastanesine devam ettik. İki gibi orada olduk, dörde kadar işlerimizi halletmemiz için mühlet verildi. Benim işim çok kısa sürdü, 15-20 dakikada hallettim, sonra bahçede bir ağacın altına sırtımı dayadım, çimlerin üstüne oturup diğerlerinin işlerini bitirmesini beklemeye başladım. O an yine kendi başıma kalıp düşünme fırsatı bulmuştum. Belki de fırsat dememeliyim buna, maruz kalmak daha yerinde bir ifade olur. Düşünce yağmuruna maruz kalınca içimi bi sıkıntı kaplıyor hemen, ateş basıyor kalkıyorum, bir iki dolandıktan sonra yapacak bişey bulamıyorum. Tekrar aynı yere gidip, bu kez sadece güzel şeyler düşünmeye çalışıyorum. Güzel deyince sevgili geliyor akla ilk olarak. Sevgilim diyorum, şimdi yanımda olsa, ona sarılsam diyorum, zaman ne de çabuk geçer. Onu düşünürken bile vakit ne çabuk akıveriyor, saate bakıyorum dörde beş dakika var. Havalansın diye çıkardığım botlarımı geçirdim ayağıma, istemsizce toparlanıp kalktım. Kepimin arkasını ayarladıktan sonra kafama geçirdim ve araca gittim. Yine aynı güzergahtan döndük. Önce GATA'ya uğrayıp bıraktığımız askerleri aldık, sonra yeni mahalle demetevler, Ankara İl Jandarma Komutanlığı.
Kapıdan içeri girdiğimde, nizamiyede bıraktığım hüzün yapışıyor yakama hemen, giderken kapıda nöbet tutan bizim koğuştaki toprağım ibo ile Samsunluyu görünce acıyorum o hallerine, hüznüm bir kat daha artıyor. Üstlerinde bu sıcakta, dokuz kiloluk çelik yelek, iki kiloluk miğfer, iki buçuk kiloluk silah ile ayakta bekliyorlar kaç saattir.
Akşam yemeği vakti gelmiş, 'önden dolaşmak yasak' dediler, arka taraftan yangın merdiveninden koğuşa çıktım, koğuşta orhan denk geldi, beraber yemekhaneye gittik. Ne saçma yasaklar bunlar, yasaklar üzerine konuştuk sonra boş verdik. Akşam yemeğini yemeye koyulduk. Yemeğin ardından doğru, revire gittim sabahki mide ilacımı almak için ancak yine aynı sıkıntılar yaşanınca 'sizin vereceğiniz ilacın da..' deyip vazgeçtim ve koğuşa çıktım. Koğuşta da 100den düşen Karamanlıyı ıslatma operasyonuna şahit oldum. Yangın merdiveninin önünde sarma sigarasını içerken arada kaynayan apo da yeni bir gülme krizine sebep oldu. Elinde sigarasıyla bir kova su üzerine boca edildi. Aşağıdan gelen nöbetçi rütbelinin sesi ile bu etkinlik son bulmuş oldu. İçeride toplanıp sıra gecesi tarzında bişeyler çevirdik. Parlak çaldı, apo söyledi, çavuş ona katıldı, ben de katıldım, ortam on numara coşkuyla gidiyordu ki, parlağı komutan çağırdı, bu eğlence de orda son buldu. Biraz sonra da içtimaya çağrıldık, komutanın yatak istirahati alan Muhammet’i de yataktan kaldırıp aşağı içtimaya sokması da kısa süreli gerginliğe neden oldu. Biraz tartışma yaşandı komutan ve Muhammet arasında, sonra da olay büyümeden ve kötü bişey olmadan kapandı. Biz de koğuşlara dağıldık sayımdan sonra ve yatağıma uzanıp gözlerimi bir günün sonunda bir sonraki günün şafağı sökene kadar kapattım.


-14-
Yine cumartesi, hafta sonu rehaveti çökmüştü üzerimize. Koğuşun büyük bölümü saat yediyi geçmesine rağmen hala uyumaktaydı. Zoraki bir hevesle kalktım yatağımdan, bugün yine, eğitim var denmişti, o lanet kamuflajı giymiştik bugün de. Saat sekize geliyordu, kahvaltı yapabilme umuduyla dışarı yöneldim. Benden önce gidenler, 'kahvaltı bitti, yemekhane kapanıyor' deyince, kantinin önüne gidip oranın açılmasını beklemeye başladım. Sekiz buçuğu biraz geçince kantin açıldı ama asıl kriz burada oluştu. Nasıl bir sıra var, upuzun, aman Tanrım! Üstelik daha kasada fiş kesen eleman bile gelmemiş. Kabaca bir hesap yaptım, sıra bana gelene kadar, mevcut poğaça ve simitler tükenecek. Yine de bir umut sırayı bekledim ama maalesef yanılmadım, sonuç hesapladığım gibi oldu. Ordan da abur cubur kısmına geçtim, orası da açılmadı. Son umut fastfood idi ama orda da hazır tosttan başka bişey yoktu ki, ona rağmen orda bile kısa bir kuyruk oluştu. 'Allah kahretsin sizi' deyip, askeriye sistemine bir kez daha lanet okudum ve dışarı çıktım. Elimi cebime atınca muharremin dağıttığı şeker geldi elime, onu çıkardım ve ağzıma attım, biraz olsun ağzım tatlasın da açlığımı bastırsın bari dedim.
Eğitim yürüyüşleri yine imanımızı gevretti. Bu sefer hem açlık, hem de sıcakla baş etmek zorunda kaldım. Ensemiz pişerken, üstüne 'kolları kaldırın, dizleri çekin, ayakları iyi vurun yere' komutları, sistemin çökmesine ve beyin sersemleşmesine neden oluyordu. Bütün bunlar yetmiyormuşçasına, 'şehitler ölmez vatan bölünmez', 'vatan sana canım feda', 'ne mutlu türküm diyene' sloganlarını bağırtıyorlardı. Kupkuru olan boğazımız yırtılır derecesine gelmişti artık. Halsizliğin dibine vurduğumu hissettim, güneş karşıdan gözümün ta içine işlerken, bayılıp yere düşeceğimi geçiriyordum aklımdan, bir ağrı saplandı başımın arkasına, beynimin içi zonklamaya, kollarım uyuşmaya başladı. Susuzluk en büyük nedenlerinden biriydi bu durumun. Buradaki en büyük sorun da zaten su idi. Araç yıkama depolarındaki suyu içiyorduk susuzluktan. Ne zor şartlar bunlar diye şikayet edecekken, doğudaki askerler geliyor aklıma, isyan etmekten vazgeçiyorum her seferinde. Bu sefer de öyle yaptım, vazgeçtim şikayetlerimden.
Öğle yemeğinden sonra canlanır gibi oldum, yüzüme kan canıma can geldi. Her zamanki ağacın altında öğleden sonraki içtimayı beklemeye gittim. Daha bir buçuk saat vardı, botları çıkarıp yastık yaptım, uzandım. Gözüme çarpan güneşi de yüzüme kepi örterek izole ettim. Kalktığımda etrafımda uzanıp sızmış bizim mangayı görünce tebessüm ettim. Sabahki yorucu eğitimden sonra yemeğin üstüne tatlı bir uyku ihtiyacı doğmuş herkeste, ne yapalım yani, insanlık hali.
İçtimaya on dakika kala gittim, kuruyan boğazıma doktorun verdiği spreyi sıktım, tuvalete girip çıktıktan sonra eğitim alanına koştum. Komutan yine gelmemişti, bekle bekle herkes perişan oldu. Hal böyle olunca gölge yerlere kaçıştık, her şeyden habersiz beklemeye devam ettik çaresizce. Susuzluk yine baş göstermeye başlamıştı bende, iyice rahatsız oldum bu durumdan ve saatime baktım, 25 dakikadır gelmeyen komutanın gecikmesinden faydalanarak kantine su almaya gittim. Kantin beni şaşırtmadı, her zamanki gibi en ihtiyacım olduğu zamanda kapalıydı. Elimdeki 50 kuruşla kantinin kapısında ne yapsam diye düşünürken en köşedeki kahve makinasını fark ettim. Oraya doğru gittim ve elli kuruşu atıp sütlü çikolata aldım. Susuzluğumu geçirsin diye yaptığım bu deneme daha çok susamama neden oldu. Bunun üzerinde elimdeki karton bardak ile çimleri sulamak için kurulan tesisatın yanına gittim. Burada elini yüzünü yıkayan bikaç asker vardı, onlardan sonra bardağı çalkaladım ve ne olursa olsun deyip iki bardak su içtim. Hiç bişey suyun yerini tutmuyor, acayip serinlemişti içim. Serinliğin sabrı arttırdığını hissettim ve beklemek ıstırap olmaktan çıktı. Hal böyle olunca içtima, eğitim yürüyüşü falan kendiliğinden gelip geçti. Bugünkü nöbetçi rütbeli güzel adam çıktı. Hem insaflıydı, hem de muhabbeti iyiydi. Yürüyüşün ardından eşofman ve terlik giyebileceğimizi söyleyip bol alkış aldı. Bu durum egosunu okşamış olacak ki, daha bi tebessüm etmeye başladı sonra.
Üstümüzü değiştirdikten sonra, yemin töreninden sonraki evci izinlerimizi imzaladık. Benim kalacağım adrese Keçiören öğretmen evi yazmışlar, iyi sallamışlar. Hiç kimseye doğru bir adres yazmamışlar zaten, sırf prosedür uygulansın bir an önce işlemler yapılsın diye herkese Ankara'nın çeşitli yerlerinde rastgele adresler yazılmış. Zaten kimse de bilmiyordu kalacağı yerin adresini, bir anlamda iyi de olmuştu. İmzanın ardından, koğuşa geldim, yastığımın altındaki kitabımı okuyayım dedim, bulamadım. Yine kazım almış okumak için, sonra da kaldığı yerden ters açık bir şekilde kendi yatağının üzerine bırakmış. Baktım etrafa, görünürde yoktu, ben de aldım kitabı, kendi yatağıma çıktım ve akşam yemeği içtimasına kadar okumaya daldım.
İçtima yine sorunlu geçti, Cüneyt kayıp, bekliyoruz. Diğer takımlar yemeğe girmeye başladı bile, biz hala Cüneyt’i arıyoruz. Herkes aç, güneş sol taraftan vuruyor, sinirler geriliyor, küfürler savruluyor. Komutanın inadı inat, bırakmıyor bi türlü, 'o çocuk bulunacak' diyor. Badisine soruyoruz, o da bihaber. 'Kocaman adamın peşinden mi koşayım' diyor, haklı da. Evliymiş, çocuğu bile varmış, dediklerine göre. Ziyaretçisi gelmiş, ordan da koğuşa geçmiş. Uzun aramalar sonucu bulundu ve nihayet teşrif etti. Biz de yemek yeme fırsatı bulduğumuz için buruk bir sevinç içinde yemekhaneye girdik. Tahmin edildiği üzere ne çatal ne de kaşık kalmıştı. Tek tük gelen çatallar kapışılırken, bi tane de bize kısmet oldu. Bu akşam çorbayı çatalla içmek için baya bi cebelleştim, artan köfteleri de ekmek arası yapıp peçeteye sardım, koğuşa götürdüm, dolabıma sakladım. Gece acıkınca yerim belki diye. Sonra tekrar yatağa uzanıp kitaba devam ettim, hazır kazım da yokken. Yaklaşık yetmiş küsur sayfa okuduktan sonra beynimin sulandığını ve gözlerimin acımasını hissettim, kitaba ara verdim. Etraflıca bir göz gezdirip, koğuşta volta attıktan sonra yangın merdiveninde oturan muratla sercanın yanına çöktüm. Biraz muhabbete daldık, 'lazın biri yangın merdivenini ahşaptan yaptırmış' diyerek muhabbete katıldı kazım da. Bikaç geyik muhabbeti yaptıktan sonra ilacımı yutmaya gittim, hapı yuvasından çıkarıp ağzıma attım, üzerine bir yudum su içip uzandım.


-15-
Klasik bir pazar günüydü. Sivil hayatta nasılsa burda da öyle. Burada oldukça geç sayılabilecek bir saatte, sekiz gibi kalktım. Acelesiz tavırlarla rutin işlerimi hallettim. Kahvaltıyı es geçtiğim için kantinin yolunu tuttum. O kadar uzun bir sıra vardı ki, yine umudumu kesip geri dönmeye karar vermişken son bir kez kuyruğun ön taraflarına baktığımda en ön sırada bizim Apo’yu gördüm. Hiç kimseye aldırış etmeden kartımı çıkarıp Apo’ya uzattım, 'bana da iki poğaça!.. Arkada mırın kırın edenler, 'ayıp oluyor' diyenler olsa da umursamadım. Zaten dün bunları umursadığım için aç kalmıştım. Askerlikte sivil kuralların geçersiz olduğunu anladım, buna merhamet te dahil. Eğitimde askerlere 'Askerde merhamet, vatana ihanet' diye slogan attırıyorlar. Biran aklıma bu geldi ve yarı tebessüm eden yarı öfkeli görünen suratımla fişi verip poğaçalarımı aldım. Çay olmadığı için neskafe makinasına bozuk para atarak çay almak istedim, ona da ayarı bozuk olduğu için ağzına kadar doldurduğu bardağın elimi yakmasına okkalı bir sitem ettim.
Kahvaltıdan sonra yarım kalan kitabımı okumak için koğuşa döndüm. Öğle yemeğine kadar, kalan yarısının yarısını, yemekten sonra da diğer yarısını bitirdim. Kitabın hikayesinin üzerimde bırakmış olduğu etki henüz kaybolmadan düşüncelere daldım. Kendi hayatımla karşılaştırmalar yaptım. Bir kez daha Tanrı'ya, hala bir şeyleri değiştirebilme ihtimalimin olmasından dolayı teşekkür ettim. İçimdeki geçmişe ait derin duyguların gün yüzüne çıkışını, bir arkeolog edasıyla keşfettiğimde, onlara zarar vermemek için sabırla hareket edip nazikçe davranarak bu değerli tarihi eserimi, ince çalışmalarımla kalbimde genişçe yer açtığım sanat müzeme taşıdım.
Koğuşta bir pazar günü, kimisi yatağında uyuyarak geçiriyor vaktini, kimisi öylece uzanıp düşünüyor, bikaç kişi benim gibi kitap okuyordu. Genel bir sessizlik hakimdi koğuşta. Dışarısı çok güneşli olduğu için çıkmak istemiyorum, uykum da yok, kitabım da bitti, en güzeli sevgilimi düşlemek. Hayalimde bir kez daha onunla sevişmek bana iyi gelir diye düşündüm ve uzun süre aklımı dağıtacak hiçbir şey olmadı. Dışarıdan gelenler ile uyuyan birkaç kişi yavaştan bir uğultu oluşturdu, sonra da koğuş hareketlenmeye başladı. Ben de hayalin içinden çıkıp sazı elime aldım, akort ettikten sonra masa masa gezen kemancılar gibi bir o yana bir bu yana giderek üçlü beşli grupları coşturuyor, eğlenceye katmaya çalıştım. Az önceki sessizlik yerini curcunaya bırakmıştı. Herkes bir bir yanıma gelip, 'şu türküyü çalsana, bu şarkıyı söylesene' diye istekte bulunuyordu. Bense hiçbirine aldırış etmeden kendi bildiğimi okuyordum, ta ki akşam yemeği içtimasına kadar. Biraz sonra herkes spor ayakkabılarını giydi, yemekhane önünde toplanıp komutanı beklemeye başladı.
Yemeğin ardından bir süre yapacak bişey bulamadım, yine koğuşa çıkıp saz tıngırdattım. Sıkılınca bikaç kişi örgütleyip bahçeye çıkarttım, minyatür kale maç yaptık eğitim yerinde hava iyice kararana kadar. Laz oğlu üç gol atınca neşesi yerine geldi, 'alanzinyo, alanzinyo' diye bağırıp durdu. Maç bitince duşlara koştuk, duştan sonra da Beşiktaş - Galatasaray maçını izlemeye gittik gazinoya. Hakem yine her derbi maçında olduğu gibi maçı katletti, Beşiktaş’ın hakkını yedi. Burak'ın temas bile olmadan kendini yere atması sonucu kazanılan penaltıyı selçuk gole çevirdi, böylece maç 3-3 berabere bitti, hakem GS'nin bir puan almasını sağladı, gs sevindi, biz üzüldük tabi. Maçtan sonra koğuşta biraz kritik yaptık maç üzerine ve yarınki mesai sebebiyle hemen yattık.


-16-
Bu sabah herkesten biraz erken kalktım, rahat bir şekilde kahvaltı yaptım. Keyif çayımı içerken geçen günleri düşündüm. Çay bitince rutin işlere geri döndüm. Sil süpür, koğuşu tertemiz hijyen kokar halde bırakıp içtimaya yol aldık. Bu saatlerde lojman binasının gölgesinde diziliyorduk ama geçen saatlerle beraber güneş dikleşiyor, duvar dibinde bir sıralık gölge kalıyordu ancak. İstirahatlerde gölge kapma yarışına giriyordu herkes. Ben de bi götlük yer bulmuş sığmıştım oraya. Komutan geliyor diye ayaklanmaya başladı bazıları, ben hiç istifimi bozmadım. Beni görenler, kalkanların yerlerine oturmaya başladı. Hakan başçavuş gelip takım kıdemlilerini kart dolumu yapması için görevlendirecekti ve ağzından şöyle bir konuşma çıktı; 'kartlarınızı takım kıdemlilerine şaapın, onlarda şaapsın'.. Sıkıntıdan birbirlerine saran, birbirlerine yerden topladıkları ufak taş parçalarını fırlatan askerler birden komutanın bu lafına kilitlendi ve kopmaya başladı. Yeni bir gülme krizi doğmuştu o an.
Kıdemli başçavuş eğitim alanına masaları taşıttı, tüm takımların dördüncü mangalarına. Yemin töreni provası yaptıktan sonra öğle yemeği paydosu verdik. İkinci mangalar masaları geri taşıdı yemekhaneye giderken. Dönerken bu kez üçüncü mangalar tören alanına taşıdı yemekhaneden masaları. Sanırım ortaklaşa grup bilincini yerleştirmeye çalışıyorlardı bize böyle yaparak. O değil de bugün çok sıcaktı yine, istirahatlerde çim sulama hortumlarının altında duş alır gibi kendini ıslatan askerler serinlemeye çalışıyordu. Her saat başı tören provası yapmaktan mahvolduk. Saygı duruşu, istiklal marşı, yemin töreni, konuşmalar, tören yürüyüşü, jandarma genel komutanının konuşması derken tam oturttuk her şeyi, günün son provasında alay komutanı yarbay gelip yemin töreni sırasını ve masaların yerini beğenmeyip, tamamen değiştirmeye kalkınca her şey birbirine karıştı. Başçavuş ta bu ıstırabı fark etmiş olacak ki, bugünlük bu kadar yeter, yarın bakarız deyip mesaiyi bitirdi.
Akşam yemeğine daha bir buçuk saat kadar vardı, dosdoğru koğuşa çıktım ve kamuflajı çıkartıp yatağa uzandım don aklet. Okuyacak bir kitap bulamadım, konuşacak kimse de yoktu etrafta. Kimisi gazete, kimisi kitap okuyor, kimisi mal mal uzanıyordu yine, her muhabbet etme girişimim de isteksizce karşılık buluyordu. Belli ki, ya çok yorulmuşlar ya birilerini düşünüyorlar ya da gerçekten mallar. Her neyse ama uykum da yok, yapıcak bişey de, canım sıkılmaya başladı koğuşun içinde. Bikaç kez daha etrafıma aksiyon ararcasına bakış attıktan sonra kimseyi ve herhangi bir olayı göremeyince kendi içime döndüm ve şu bikaç satır mısrayı karaladım; 'bekle meleğim geleceğim, mevzu bahis olunca şafak doğan güneş, ellerin ellerimde gözlerin gözlerimde, sana aşk masalından şarkılar söyleyeceğim.'
Akşam yemeğinin ardından artık klasikleşen bağlama muhabbeti yapıp türküler söylüyorduk. Yukarıdan, kademe koğuşundan bir asker geldi, 'ben de çalıyorum' deyip sazı istedi, biraz kürtçe havalar çaldı, biraz ahmet kaya derken o da gitti. Bizim parlak mustafaya kısa sap bağlama düzeni çalmayı gösterdim, uzun sapa kısa sap akordu yapıp. Bir klasik olan, 'tren gelir hoş gelir, leey leey lümü lümü ley' türküsünü çalıştırdım, parlak ona çalışmaya devam ederken ben de yavaşça kapı önü muhabbetinden ayrıldım ve koğuşa girdim. Ajandama devrelerimin numaralarını kaydettim, belki burdan sonra görüşürüz ya da sırf bi gün canım sıkıldığında ne yaptıklarını merak eder ararım diye. Bu hatıraları paylaşıp iki lakırdı eder, duygulanırdık belki de.
Bugün yarbay diğer komutanlarla yeni düzen hakkında bir süre tartıştıktan sonra yanımıza geldi ve 'çocuklar hangisi daha iyi oldu, bu mu diğeri mi?' diye sorunca, böyle bir soruyu hele ki alay komutanından hiç beklemediğimiz için şaşkınlıktan dut yemiş bülbüle döndük, hiçbir şey diyemedik. Bişey söylemek isteyenler de birbirlerine bakıp yutkundular ve söyleyeceklerinden vazgeçtiler ama yine de 'ee, şeyy, ıı..' gibi nidalar duyuldu inceden, sonra da bu durumun taklidini yapa yapa güldük kendimize. Muratla yangın merdiveni önünde geyik yapıyorduk, düşündük durduk bugün başka ne vardı böyle komik olaylardan derken, öğle yemeğindeki kavun araklayışım aklıma geldi. Millet kavun dilimi sırası bekliyor, bazısı kesik parçalardan nasibini alıp sinsice uzaklaşıyordu. O ara mutfağa daldım ve yerde duran henüz kesilmemiş kavunlardan birine, önümde duran elemanın bacaklarının arasından uzandım, çektim ve aldım. Ardından hiç şüphe çekmeden, kendi özgüvenimle arka masalardan birine doğru ilerledim. Kahvaltı bıçağıyla kavun dilimleyen bir askerden bıçağı istedim, kavunu ikiye yardım. Çekirdeklerini masadaki metal su bardağına boşalttım, kalın bir dilim Murat’a verdikten sonra bir dilim de kendime kestim. Yemeğini bitiren apo da yanımıza geldi. O da kaşıkla daldı kavuna, üç kişi temizledik ne varsa, vahşi belgesellerdeki avını döke saça yiyen hayvanlar gibiydik. Tabi buna neden olan etkenlerden en önemlisi de kavunun bal gibi tatlı olmasıydı. Tam da bu muhabbetin üstüne yemekhanede görevli sarıyıldız ibo, zulaladığı kavunları çıkardı piyasaya. Haliyle herkes sinek gibi üşüştü kavunların başına. Dilim dilim herkese bir parça kestikten sonra, az önceki belgesel tarifini, bu kez sürü halinde tekrardan oluşturduk. Aklıma geçen seferki karpuz partisinde çektirdiğimiz fotoğraf geldi ve hemen herkesi sıraya sokup, bu kez de kavunlu fotoğraf çektirelim dedim, sarıyıldız ibo fotoğrafı çekti toplu halde kavun dilimlerini yerken biz. Kavun partisinin ardından fatihten aldığım kitaptan biraz okudum ve yatağın üzerinde sızıp kaldım.


-17-
İçtimadayız, önümüzde yarbay, binbaşı, başçavuş, astsubay ve uzmanlar vardı. Bi türlü çözemedikleri şu yemin töreni düzeni üzerine tartışıyorlardı. Habire dördüncü manga gelsin ön masaları buraya taşısın, birinci manga gelsin masaları burdan oraya, ikinci manga gelsin ordan şuraya.. Hiçbir düzen memnun etmiyordu onları, hala bir karara varamadılar. Bu kararsızlık ta bizi memnun etmiyordu. İçimden, insanlar bir hastalık uydurup hastaneye kaçmakta haklılar, dedim. Bi rahatsızlık uydursam da ben de kaçsam bu anlamsızca dikilmekten. Komutanlar her arkasını dönüşünde çökülüyor, hatta sigara bile yakılıyordu askerler arasında. Her seferinde veli coşar astsubay, coşkulu coşkulu, 'kalkın, dirsek temas aralığı hizaya gelin, kolları uzatın' diye komutlar verip, hem kendini daha rütbeli komutanlar karşısında göstermek istiyor gibi bir hava estiriyor, hem de içsel egosunu tatmin ediyordu. Esasında kimsenin bitarafına takacağı biri değildi ama gel gör ki şu askeri kurallar elini kolunu bağlıyor insanın. Neyse ki ara ara bulut geçişleri, ense ve kollarımızı biraz daha yanmaktan kurtarıyordu. Bu arada elinde kağıtla gelen bir asker RDM görüşmesi için çağırılan askerlerin isimlerini okumaya başladı, aralarında benim de ismim okununca yırttım ayakta mal gibi dikilmekten.
Revire gittik ordan ayrılıp, bi tane asteg varmış, biraz muhabbet ettik, kanka olduk neredeyse 'bi sıkıntın olursa gel' dedi, 'olur hacı, kolay gelsin görüşürüz' dedim ve çıktım. Biraz dolandım ve canım sıkıldı hareket olsun diye eğitime geri döndüm. Bu sefer masalar son yerlerine konulmuş, hizaya getirilmişti. Komutanların arkasından yarım ay şeklinde bir geçiş yaptıktan sonra hızlı adımlarla sırama geçip hizamı aldım. Öğle yemeğine kadar bikaç defa daha saygı duruşu, istiklal marşı, yemin provası ve tören yürüyüşü yaptık, komutanın 'istirahat et!' komutuna 'sool!' diye karşı binaları inleterek karşılık verdikten sonra yemekhaneye koşar adım dağıldık.
Sabahları çok az kahvaltı yapabildiğimiz için öğlene kadar çok acıkıyorduk hepimiz. Bu yüzden savaşa gider gibi ya da yangından mal kaçırırcasına hücum ediyorduk yemeklere. Murat söyleniyordu yemekten sonra, 'ulan bugün ilk defa tabldot yıkadım'. Bugün, sincan cezaevindeki askerler de provaya katılmak için alaya gelmişlerdi ve o yüzden über aşırı kalabalık vardı ve her zamankinden daha da çabuk bitti çatal, kaşık ve tabldotlar. Önce alanlar yemeğini bitirdikten sonra onların çatal, kaşık ve tabldotları yıkanıp kullanılıyordu ki orda bile kapışmaca yaşanıyordu, kirli kaşık ve tabldotlar için. Ben bu durumu kaldıramadığım için ara sıra yaptığım çakallıklarıma başvurdum ve ön sıralarda tanıdık birini bulup araya kaynak yaptım. Üstelik ayranların birini cebe atıp ikinci ayranı aldım, o karambolde kimse görmedi.
Yemekten sonra soy isimlerimizin yazılı olduğu cırt-cırtlı isimlikler dağıtıldı. Öğleden sonraki son provadan sonra terziye gidip diktirdik. Artık göğsümün üstündeki sağ cebimin hemen üstünde soy ismim yazıyordu. Bir paydostan sonra yine bir günün bitmiş olmasının vermiş olduğu huzurla koğuşa gidip akşam yemeğine kadar yatağıma uzanmayı tercih ettim.
Akşam yemeğine herkesten önce gidip rahat rahat yemek yiyeyim dedim, orhanla giderken burak ta denk geldi, onu da çağırdık ve yemeğe gittik. Düşündüğümüz gibi henüz kimse gelmeden, sadece bikaç uzun dönem asker vardı yemeğini yiyen, biz de yemeğimizi almış yemeye başlamıştık. Durumu fark eden bikaç çakal asker daha arkadan gelmeye başladı, onları gören onların arkalarından gelmeye başladı derken oluşan uğultudan durumu fark eden komutan herkesi dışarı çıkarttı ve gelenlere içtima olmadan yemek verilmemesini emretti. Hevesli hevesli gelenlerin hevesleri kursaklarında kaldı, bizim ise son lokmalarımızı yutarken yüzümüzde oluşan mutluluk görülmeye değerdi. Çıkarken bulaşıkhaneden bi tane bardak arakladım, attım cebe. Her sabah kah bardaksızlıktan kah yetişememekten çay içemiyordum ama yarın en azından bardak aramakla zaman kaybetmeyeceğim.
Bikaç gündür kimseyle konuşmuyordum, bu akşam da yapıcak bişey bulamamış, etrafıma boş boş bakınıyordum koğuşta. Bir ara önümden mavi çiçek geçti, 'nereye' dedim, 'nöbete' dedi. 'telefonu verir misin' dedim, geri dönüp telefonu elime tutuşturdu ama sim kartını takmamış, orhanın kartını taktım, bi türlü görmedi kartı telefon, zaten ahı gitmiş vahı bile kalmamış telefonun kapağının yarısı kırılmış, diğer yarısı sallanıyor, batarya yeni değişmiş yan sanayide, tuş takımındaki bütün rakamlar silinmiş, bir nevi külüstürle mücadele ediyorduk. Çıkmadan son anda lavaboda yakaladım maviçiçeği, bu pürüzü halletmesi için yardım istedim, o da biraz uğraştı ama yapamayınca kendi kartını takıp öyle verdi, 'istediğin kadar mesajlaş, sınırsız ben de bitmez' dedi, o sempatik gülümsemesiyle ve nöbete gitti.
Ay parçama mesaj attım, o cevap yazana kadar annemle konuştum. Sonra tekrar ay parçama döndüm, yine o cevap yazarken abimle konuştum, ondan sonra fazla mesajlaşamadık çünkü içtima alındı ve ardından hemen yattık.

-18-
En erken kahvaltıya gittiğim gündü bugün, saat 6'ya 10 varken yemekhanede çay dolduruyordum. Tek tük kahvaltı edenler vardı, badim ve apo ile kahvaltı ederken ikinci bardağı almaya kalktım, sonrası yine curcuna..
Koğuşu paspaslayıp içtimaya giderken, acaba bugünü nasıl geçiricez düşüncesi üzerime bir patates çuvalı gibi yığıldı kaldı. Nasıl da isteksizce gidiyordu herkes, etrafıma baktığımda bunu kolayca anlayabiliyordum. Eğitim yerinde komandolar ip gibi dizilmiş, tam teçhizat ağızlarına sıçılıyordu. Silahlı hareketlerin ardından şınav, şınavdan sonra barfiks, barfiksten sonra yürüyüş.. aman tanrım bu ne eziyet! Halimize şükretmek lazım gerçekten, ya komando olsaydık? Çok şükür, dedikten sonra düzenin kurulmasını beklerken, millet yine taş atma olimpiyatlarına başladı. Yerdeki ufak tefek taşları kimisinin kafasına, kimisinin gömleğinin içine sokmaya çalışarak hem eğleniyor hem de can sıkıntımızı gidermeye çalışıyorduk. Ara sıra 'atmayın amına koyyim ya' diye sitemler olsa da bu çatışma komutanın 'ayağa kalkın' komutuna kadar devam ediyordu. 'Dirsek temas aralığı hizaya geç, uzat koları..' Tören konuşmasında en çok ta '347. kısa dönem erler! raat-hazrol-törn raat, esas duruuş' komutlarına ayar oluyordum. Robot gibi komut üstüne komut alıyorduk. Rap-rap-rap-rap-rap, botlar topuklarımızın ağzına sıçıyordu resmen. Yerden kalkan toz ciğerlerimize işliyordu. 'Yemin töreni vaziyeti al!', masanın etrafında birbirimize dönük halde bel hafif kırık, sol eller solumuzdaki arkadaşın belinde, sağ eller masanın üzerinde, orta parmak masaya değecek şekilde parmaklar dik ve birbirine yapışık, kafalar komutana doğru 45 derecelik açıyla çevrili, 'barışta ve savaşta, denizde ve karada, bıdı bıdı bıdı, hayatımı seve seve vereceğime, namusum ve şerefim üzerine, esas duruş!' buyuurr.. Neymiş efendim, 'and içerim' ibaresi sadece yemin töreninde söylenecekmiş, o yüzden es geçip esas duruş komutu veriliyormuş. Sanki tanrı prova yaptığımızı bilmiyor mu? kızacak mı bize öyle desek, hey Allahım yarabbicim yaresullahcım, deyip üstüne bi de le havle çektikten sonra prova bitti.
Öğleden önceki son provadan kaçmak için dosya taşımaya kaçtım, böylece yemeği de herkesten önce rahatça yiyebildim. Rivayete göre 'öğleden sonra prova yapılmayacak' denmiş ama tamı tamına üç tane prova yaptık. Bu provalarda üst teğmen de önümüzde yürümeyi denedi ancak yanlış adım atarak herkesi hayal kırıklığına uğrattı. Buna rağmen o, hiç te kimseye çaktırmadığını sanarak yürüyüşüne devam etti.
Akşam koğuşta bağlamaya çalma etkinliğine devam ettim, oynak havalardan çaldık söyledik, apo kendine tarz oyunuyla hepimizi kırdı geçirdi. Gürültüyü duyan diğer koğuşlardan gelenler katılıyordu aramıza. Eğlendiğimizi görenler iç geçiriyordu kenarda köşede bize bakarak bizim koğuşta olmadıklarına hayıflanıyorlardı. Biraz sonra karamanlı uykulu suratıyla ciddi ciddi çıktı kapının önüne, atar yaptı, 'bi uyutmadıgnız(nazal ses) amua goyum, nöbete gidecez..' Biz de ayıp olmasın diye kestik muhabbeti, herkes başka bi yere dağıldı. Koğuşta yapıcak bişey bulamadım, zaten kitap okuyan bikaç kişi dışında kimse kalmamıştı, ben de dışarı çıkayım dedim ama dışarısı çok fena soğumaya başlamıştı. XXL olan eşofman üstünü giymek zorunda kaldım, ellerim 10 cm içerde kaldı, eşofmanın kollarını sallaya sallaya çıktım dışarı. Kamelyanın orda toplanmış bizimkiler, cips, çerez, kola, meyve suyu, bisküvi falan almışlar muhabbet ediyorlardı, aralarına girdim, biraz çekirdek çitledim ve sonra üşüdüm koğuşa kaçtım. Koğuşta da çeşmeli etrafına toplamış bizden 3-5 kişiyi askerlik anılarını anlatıyordu, gece nöbeti maceralarını, bizden önceki dönemdekilerle yaşadıklarını anlatırken ben de kulak misafiri oldum bir süre, sonra yatmaya gittim.
Bu arada poşet muhabbetinin nerden geldiğini anlatmış mıydım? Rivayete göre, zamanın birinde kısa dönem askerlerden biri kış döneminde askere gitmiş. Her gün botunu boyuyormuş ama içtimaya çıkmadan önce mıntıka yaparken çamurlanıyormuş ve azar yiyormuş komutandan. Bir gün iyice bıkmış bu durumdan ve sabah botunu boyadıktan sonra ayağına poşet geçirmiş, bunu gören komutanlar da onunla dalga geçmişler ve ona poşet lakabını takmışlar. Ondan sonra gelen bütün kısa dönemlere de poşet denmiş böylece..


-19-
30 Ağustos Zafer Bayramı.. Bugün mesai bir saat erken olacak diye bir söylenti yayıldı. 5 buçukta bağıra çağıra kaldırdılar. Ben de bu angaryadan kurtulmak için badimle beraber hemen kahvaltıya kaçtım. Kaçtım ama daha ne çay var ne de başka bişey. Sadece börek alıp yedik, neşo ben ve maviçiçek. Baktık hala çay yok, neşo 'ben gidiyorum' dedi, 'ben bekleyicem, bu saatte buraya geldiğimize değsin' dedim, o gittikten biraz sonra meyve suyu dağıtılmaya başlandı. Meyve suyu ile bir parça daha börek yedikten sonra koğuşa döndüm. Bugün tıraş olmadan kaynasam olur mu acaba diye aynanın karşısında biraz kendime bakarak düşündükten sonra, bu düşünceden vazgeçerek tıraş oldum. Koğuşa girdiğimde ortalık karışmış haldeydi. Birisi, gece koğuş nöbeti tutulmadığı için herkesin botunu saklamış. Apo, 'benim sporlarımı çalan kim amına koyim' diye bağrınıyor, burak atarlı atarlı koğuşta dolanıyor, Laz oğlu 'la oğlim potlarim nereyedür?' diye söylenirken sabah sabah bu gerginlik hiç çekilmiyor gerçekten. Neyse ki olayın, uzun dönemlerden mustafanın kendince bir ders verme şakası olduğu anlaşılıyor da herş ey tatlıya bağlanıyor. Gece nöbetten dönerken koğuş nöbetçisinin olmadığını görünce böyle bişey yapmış aklınca. Bu arada dün dağıtılan künyeler herkesin boynunda sallanırken tam teşekküllü asker görünümü kazandırıyor.
Temizlikten sonra içtimaya çağırılıyoruz ve yemin töreni provasına devam ediyoruz. Bu kez herkes güneşe kaçıyor, gölge olan yerler müthiş derecede soğuk ve gölgeye denk gelenler feci üşüyordu. Abartmak gibi olmasın ama gölgenin başladığı yerden bir adım öteye geçsek tüylerimiz diken diken oluyordu hemen. Tam bir karasal iklim görüntüsü vardı Ankara'da. Sabahları kuru soğuk, ayaz oluyor, güneş gören yerler sıcak, gölgeler soğuk kalıyordu. Öğle vakti ise tam tersi, herkes gölgelere kaçıyor, bulutsuz tam açık havada güneş kavururcasına yakıyordu. Bu yaşıma kadar içinde bulunduğum akdeniz iklimine göre çok farklı bir iklim mevcut burda. Yavaş ısınan ve ağır ağır soğuyan hava ile yaşarken bir anda neye uğradığımı şaşırdım resmen. Şimdi İzmir de ne sıcaktır diye düşündüm biran. Uyuyamadığım geceler kalkıp, soğuk suyu kafama diktiğim anlar geldi aklıma, sabahları terden ıpıslak olmuş çarşaf ve yastığım.. Oysa burda sabah akşam ne varsa üzerime giyinmiş şekilde battaniyenin altından çıkmak istemeyen bir hale büründüm. Kahvaltıya giderken götümün nasıl donduğunu bir ben bilirim, bir de buradakiler.
Öğleden sonra serbest bırakıldık ve bu kez gerçekten yapacak hiçbir şey yoktu. Sıkıntıdan kirli çamaşırlarımı yıkadım duşlarda. Kamuflajları yıkayanlar da vardı yarınki tören için. Tören de bi şeye benzese, hiç bi tarafımda değil nedense. Bence bi çok kişinin de umurunda değil, herkes evci çıkacak olmanın ve aileleriyle görüşecek olmanın heyecanı içinde. 20 gün sonra, iki günlük te olsa sivil olmak oldukça heyecan verici şu anda.
Keşke o'da olsa yarın, sevgilim de gelse diye iç geçiriyorum. Kocaman kucaklaşsam, dakikalarca sarılsam diyorum, çok özledim ama biliyorum beş ay boyunca göremeyeceğim. Buna da kader deyip geçicem, başka yolu yok sabretmenin. Sabrın tükendiği yerde bir desibel bile sesini duymak rahatlatıyordu beni. Sonra saatlerce yatağıma uzanıp düşünüyor, çeşitli kombinasyonlarda ve farklı olasılıklarda hikayeler uydurup kendimce hayaller kuruyor, bazen tebessüm edip, bazen de hüzünleniyordum. Tebessüm ettiğim kurgulara değil de, hüzünlendiklerime takılıp kalıyordum daha çok. 'Acaba'lar, 'ya böyle olduysa'lar, 'ben ne yaptım'lar, ahlar, vahlar, tühler ve keşkelerle şüphe dolu duygular içinde derin bir sızı duyuyordu kalbim, sıkıntı basıyor birden, iyice bunalıp kalkıyorum, lavaboya gidip yüzüme su çarptıktan sonra, pencerenin önünde hava alıyordum. Biraz volta attıktan sonra tekrar yatağıma dönüp bütün bu olumsuz düşüncelerin sadece benim şizofren mantığımdan ibaret olduğuna kanaat getirmeye çalışıyor, küçük bir çocuğu avutur gibi kendimi bu savıma ikna ediyordum. Böyle bir süre kendi kendimi telkin ettikten sonra içimdeki sızıyı hafifletebildim ama her savunmasız anımda içimdeki şeytanın bu tür saldırılarına maruz kalacağımı da biliyordum. Evci çıktığımda yapacağım ilk iş sevgilimle uzun uzun konuşup hasret gidermek ve içimdeki bu rahatsız edici düşüncelerden kurtulmak olacak.
Öğleden sonraki sıkıcı boşlukta kendimizce eğlenceler üretmek için birbirimize sardık. Badim ile güreş tuttuk, bizi görenler etrafımıza toplandı. Hevesli hevesli üzerime gelen nevşet’i yere çaktıktan sonra bu kez burak heveslendi, geçti karşıma. Onu da yere indirdikten sonra yenilen pehlivan güreşe doymaz hesabı bi daha güreşmek istedi, bi şans daha verdim ve bi kez daha indirdim yere, bu kez neşo heveslendi tekrar ama olmaz dedim, yoruldum. Biraz soluklandım, uzun dönem Samsunlu geldi, o da güreşçiymiş, 'hadi siz güreş tutun' dedi izleyenler, onlar daha çok eğleniyorlardı çünkü. Spartaküs gibi hissettim kendimi biran, 'gel o zaman' diyerek mustafa’ya meydan okudum ama daha önce kafasını vurmuş ranzaya, onu bahane ederek karşıma çıkmadı. Revirci, 'beni yenersen onu zaten yenmiş olursun' diyerek karşıma çıktı. Adam hem cüsseli, hem de kuvvetli, üstelik ben yorulmuşum, dolayısıyla tutamadım adamı, eliyle de sürekli üzerimdekileri tutuyor, çekiyor derken atamadım yere, boğuşma esnasında bacağımda bir sıyrık ve kolumda sürtünmeden kaynaklı yanma oluştu, bıraktım güreşi. 'Daha sonra dışarda gel' diyerek madara olmamış gibi davrandım, izleyenlere bu maçın burada bitmediğini göstermek istedim. Aksi halde dalga geçerek eğlenmek isteyen bir sürü kişi vardı etrafımda. Oysa gerçekten de daha güvenli bir ortamda rahatça yere indirebileceğim kişilerdi bunlar. Çünkü güreş sadece güçten ibaret değil, güce teknik, taktik ve hızın da eklenmesiyle başarılı olunan bir spordur.
Akşam bir içtima çağrısıyla toplandık yine bahçede ama bu sefer yarınki tören için gelen sandalyeleri taşıma işine sokacaktı komutan ancak sıcak su saatiyle çakışıyordu bu iş. Duş yapma bahanesiyle bu işten de yırtmayı başardım ve duş aldıktan sonra o rahatlama ile yatağa serilip yattım.


-20-

Yemin töreni umulduğundan çok daha kötü geçti, hatta 'tam bir rezalet' diyenler oldu. Onca çalışma boşa gitti. Tören yürüyüşünde bando müziğinin iki kez ritminin değişmesi sonucu bütün takımların adımları birbirine girdi. Bununla da kalınmayıp yürüyüş güzergahı son dönemeçte değişti ve nizamiyeye doğru yöneldik. Orada da nereye gideceğimizi bilmediğimiz için en sonunda saçma sapan dağıldık çil yavrusu gibi. Tören öncesi yarbayın gelmesini de manasız bir şekilde ailelerle karşı karşıya dakikalarca hiç kıpırdamadan beklememiz de ayrı bir rezaletti. Biz bile birbirimizi yanımızda zor tanırken karşıdan kamuflajların arasında kendi çocuğunu gördüğünü sanıp el sallayanlar, fotoğraf çekmeye çalışanlar gülünç enstantaneler yaratsa da, güneşin baskıcı rejimi sıkıntı ve gerginlik yaratıyordu üzerimizde. Bizlere hareket etmememiz söylendiği için sadece gözlerimizle arayabiliyorduk ailelerimizi. Karşımdaki grubu gözlerimle defalarca taramama rağmen bir türlü bizimkileri göremedim, tahminlerim doğru çıkmış, her zamanki gibi geç kalmışlardı. Her neyse, benim için önemli olan törenden sonraki izin belgelerinin alınmasına yetişmeleriydi ki, biz dağılmadan hemen önce nizamiyeden girdiklerini gördüm. Ancak herkes dağılmaya başladıktan sonra o hengamede bir türlü bizimkileri bulamadım. Onları arama halindeyken rahmanla karşılaştım. 'Noldu gelmedi mi ailen' dedi, 'geldiler ama bu kalabalıkta bulamıyorum' dedim. Telefonu çıkardı, 'arayalım bakalım' dedi. Aradık, buluştuk, sonra izin kağıdını aldık, ben üzerimi değiştirirken bizimkiler rahmanın odasında beklediler. Bu arada adam üst teğmenliğe terfi etmiş, omuzundaki çift yıldızı görünce tebrik ettim. Biraz muhabbetten sonra ordan çıktık, daha fazla askeri sınırlar içinde kalmak istemiyordum çünkü. Amcam bizi şarap fabrikası müzesine götürdü, ordan Tigem'de mangal yapmaya karar verdik ve oraya gittik. Biralarımı yudumlarken yarattığım ambiyansta, askerlik dahil hiç bi şeyin umurumda olmadığını açıkça gösteriyordum herkese. Mangaldan sonra kuzenim sezgi ile beraber bowling oynamaya gittik, ordan da Kızılay’a geçtik abimlerle buluşmak için ama onlar geç geleceği için daha fazla beklemeyip eve gittik. Zaten yorgundum, dinlenmem gerekiyordu, henüz saat 22.30 olmasına rağmen çoktan sızıp uyuduğumu sabah kalkınca fark ettim.


-21-
Sezgi, gizem, abim, abimin eşi ve ben Ankara turuna çıktık, Bahçelievler’de waffle, Kızılay’da çiğköfte gibi birbirine zıt tatları denedikten sonra günümüzün de o tatta geçtiğini fark ettim. Beş gibi abimleri İstanbul’a gönderdikten sonra gölbaşına, büyük kuzenim özgün ablayı ziyarete gittik. Amcam hakkındaki, ailevi sorunları hakkındaki konuşmalardan sıkılsam da, sonunda yaptığımız şarap muhabbeti durumu kurtarmaya yetmişti. Bu kurtulan durum üzerine fazla söze gerek kalmadığından yazmanın da bir anlamı olmadığını düşünüyorum..


-22-
Babam, dünkü konuşmalardan etkilenerek, amcamı da kendileriyle beraber götürme kararı aldı. Hem hava değişimi olsun, hem de içinde bulunduğu depresyondan kurtulsun istiyordu. Özgün ablayla beraber onları otogardan uğurladıktan sonra Kızılay’a takılmaya gittik. Tesadüfen ordan geçen badim, kazım ve orhan’la karşılaştık. Onlar evci çıkmadığı için çarşı iznine çıkmışlar, ben de özgün ablayla bir kafede oturup muhabbet ettikten sonra dört buçuk gibi birliğe teslim oldum.
Birliğe gelir gelmez, iki gündür kesmediğim sakallarımı tıraş ettim. Altıda içtima alındı, aç olmadığım için yemek yemedim, direk koğuşa gittim. Koğuşta zaten tatlılar, kurabiyeler derken ayrıca yemek yemeye gerek kalmamıştı. Burak da kahvaltılık çemen getirmiş, yemekhaneden ekmek geldi falan, yumulduk üstüne. Ali fındık dağıttı, devrem mustafa hurmalı şeker derken şiştik yine. Bu şişkinliğin üstüne bir de sevgilim şişirdi beni anlamsız konuşmalarıyla, ben de kapattım telefonu, çektim battaniyeyi üstüme ve uyudum.


-23-
Evci çıkmanın rehaveti vardı bu sabah üzerimizde. Ara ara gözlerimi açıp benim gibi uyuyan var mı hala diye ortalığı kolaçan ediyordum. Üstelik hem faranjitten hem de sevgilimle olan problemli konuşmadan dolayı gece sık sık uyandım, doğru düzgün uyuyamadım. Sabah biraz daha fazla uyuyayım diye en son kalktım. Bugün ne yapılacağı merak konusuydu, herkes silahları ve atışı merak ediyor, muhabbetler o yöne kayıyordu. Tahmin edileceği gibi silahlı eğitime geçildi. Önce her takımın mangaları birincisine 6, diğerlerine 4er silah dağıtıldı. Silah yetersizliğinden böyle bir uygulama düşünülmüş. G3leri alınca herkes bi tribe girdi, kurma koluyla, emniyetiyle, tetiğiyle oynamaya başladık, kendisine yeni bir oyuncak alınan erkek çocukları gibi iyice kurcaladık bu gerçekçi oyuncağımızı. Komutanın her seferinde uyarmasına rağmen kimse kulak asmıyordu bu uyarıya. En sonunda hakan başçavuş dayanamayıp, 'insanın başına ne gelirse ya meraktan ya silahtan gelir' deyince herkesi bir gülme krizi tuttu yeniden. Kakara kikiri içerisinde eğitim yerine geçip silahlı hareketler çalıştık, esas duruş-rahat-sağa sola dön ve tüfek as çıkar.. Öğleden sonra tüfeği parçalamayı ve yeniden takmayı öğrendik. Namlu, kurma kolu, el kundağı, mekanizma, kabze tetik tertibatı, dipçik.
Komutan parçaları tek tek ve ayrıntılı biçimde anlatmaya koyulmuştu, bense dinlemekten sıkılmış biran önce uygulamaya geçmek için can atıyordum, baktım komutan anlatmayı bitirecek gibi değil, habire aynı şeyleri tekrar ediyor, 'tamam anladık ulan' diyorum içimden ama o duymuyor ki, yiyorsa dışından söyle, yemiyor işte. Kaşla göz arasında mekanizmayı çıkartıyorum ben de, komutan bu arada hararetli anlatışına devam ediyor, ben olayı kaptım gibi sanki, hem izliyor hem de aynısını yapmaya çalışıyorum ama mekanizmayı geri takmakta problem yaşıyorum, bi türlü geri girmiyor anasını sattımının şeyi.. Ne yaptım, ne ettim beceremedim bi türlü mekanizmayı geri takmayı, oysa aynısını yapmıştım, meğer benim mekanizma kilitlenmiş o yüzünden takamıyormuşum sonradan anladım ama o an komutan beni dinleyin, ben sök demeden sökmeyin tüfekleri diye sürekli uyarırken benim çaktırmadan söküp takamamam ve elimde öyle şapşalca kalıvermem nihayetinde komutan beni gördü. Tabi o görünce de ben panik oldum, fakat o konuşmasına devam etti, etti, etti sonra bana dönüp, 'sen niye söktün tüfeği?' diye sordu. Eveledim geveledim, bi türlü cevap veremedim, mekanizma gibi dilimde kilitlendi o anda. Hala mekanizmayla cebelleştiğimi görünce de 'ne yapıyorsun sen? diye söylenmeye başlayınca herkes gülmeye başladı, bunun üzerine, 'ben de sizin yaptığınızı yaptım ama olmadı komutanım' dedim. Komutan mekanizmayı eline aldı ve evirdi çevirdi, çekti döndürdü, tık diye bi ses geldi, ardından mekanizmayı namlunun içine gönderiverdi. Ben şaşkın şaşkın onu nasıl yaptığına bakarken, herkes tüfeğini sökmeye başladı. Ben de kaldığım yerden tüfeğin parçalarını taktım ve bir daha da sökmedim.
Yemekten sonra da yemekhanede yusuf başçavuş elindeki cep kitabı ile bize üç beş bişey anlattı ve bu hafta içi onbaşı ve çavuş olabilmek için sınav olacağımızı söyledi. Not alanlar oldu, sorulan soruları cevaplayanlar oldu sonra yine aynı tas aynı hamam dağıldık.
Artık sevgilimle daha rahat iletişime geçebiliyor olmanın huzuru vardı içimde. Bi çok asker gibi ben de kendi cep telefonumu içeri sokabilmiştim evciden dönerken. Tabi çok sık iletişim kurmanın dez avantajları olmuyor değil, daha çok anlaşmazlık ve problem yaşayabilirsin ancak buna rağmen bunun bile tadı başka güzel. Hani derler ya tartışmalar tuzu biberidir ilişkinin diye, her ne kadar bende limon ve kornişon etkisi yaratsa da kornişonu rakıyla beraber çok severim, popüler mezelerim arasında yer alır. Baktığım zaman bu aralar pek tartışma yaşamıyoruz ama fark ettiğim bişey daha var, konuşmalarımız özel ve samimi yöne kaydığı için iç gıdıklayıcı olmaya başladı, olsun buna dayanmaya çalışmak bile güzel burda.


-24-
Bugün ilk defa bal ve tereyağı çıktı kahvaltıda. Güzel bir kahvaltının ardından, silahları aldık, yusuf başçavuşun etrafında toplandık. G3, MP5 ve G14'ü anlattı bize. Anlatımın ardından G3 ile, arpacığın üzerine bozuk para koyup tek tek nişan almayı denedik. Tetiğe basıldığında parayı düşüren hedefi vuramadı sayılıyor, düşürmeyen ise aferin alıyordu. Hevesle tüfeğin arpacığına parayı koyup tetiğe basmayı deniyorduk. Parayı düşürdükçe daha da hırslanıyorduk. Uzun süren konsantrasyon çalışmalarım sonucunda nihayet parayı düşürmemeyi başardım. Kurma kolunu her seferinde çekip bırakması da ayrı bir dertti bu meretin. Dediklerine göre mermi ile gerçek atış yapınca her seferinde çekmek gerekmiyormuş bu kolu. Barutun basıncının 2/3'ü mermiyi fırlatmaya, 1/3'ü de mekanizmayı geri iterek tetiğin kurulmasını sağlıyormuş. Namlunun içindeki helezonik girintilere yiv, çıkıntılara set deniyormuş ve çapı da 7,62mm imiş. Bunun gibi teknik bilgiler verdikten sonra yanımızda duran bir komandoya silahın tanımını sordu komutan, o da şiir ezberleyen ilkokul çocukları gibi başladı söylemeye, her iki kelime arasında nefesi kesilip tekrar soluklanarak, '7,62 milimetre çapında, 102 santimetre boyunda, 4 kilo 250 gram ağırlığında, barut geri tepmeli, icra yayı itelemeli, mermi beslemeli, hava soğutmalı..' diye söylemeye devam ederken ben de çoktan gülmeye başlamıştım bile. Tekrar silah söküp takma olayına geri döndüğümüzde, büyük pimi küçük pim deliğine sokmaya çalışıp yapamayan ve komutanı çağıran çocuğa başçavuş, 'zenci-japon işine döndürme işi' deyince alayımız koptuk gittik yine.
Öğle yemeğine gitmeden önce komutan, 'sesi gür olan biri var mı?' diye sorunca, bizim mangadan 'kazım var, kazım komutanım' sesleri yükselmeye başladı, kazımın 'susun oğlum, lan susun ya' triplerine aldırmadan biraz da eğlence olsun diye söylenti yaymayı ve komutana duyurmayı başardık. Komutan seslerden dolayı bizim tarafa baktı ve 'kim o kazım' diye sorunca, kazım çaresizce 'eşşek oğlu eşşekler' diyerek, o klasik tepkisini göstererek kalktı ayağa ve komutanın yanına çıktı. O kendine has davudi sesiyle komutanın vermiş olduğu ders notlarını okudu. Örtü nedir, siper nedir, gizlenme nedir vs..
Öğleden sonra silahları söküp takmayı süre tutarak çalıştık. Yere battaniyeler yayıldı, başçavuş saatine baktı, 'başlayın' dedi ve birinci takım silahlarını sökmeye başladı. Bir dakika içinde söküp takmaları gerekiyordu. Gece için de, gözler kapalı şekilde iki dakika süre veriliyordu ama biz bu çalışmayı yapmadık. Burada takımlar silah söküp takmaya devam ederken ben ve arkadaşlarım diğer tarafa parayla nişan çalışmaya gittik, daha eğlenceli gelmişti bu oyun bize. Bir süre sonra da ortama heyecan getirmek, aksiyon yaratmak adına 'iddiaya giren var mı?' dedim, murat öne atıldı, dondurmasına iddiaya girdik, üç atış yaptık. Tüfeklerin yapısal farklılıklarından dolayı iddiayı 1 farkla kaybettim. Bendeki tüfeğin arpacığı biraz yamuk ve eğimli olduğu için son atışta parayı düşürdüm. Bu iddianın acısını çıkarmak için başka bir iddia ortaya attım hemen, gözü kapalı silah söküp takma.. Bu sefer burak atıldı karşıma, 'hadi kapışalım' dedi. Önce mekanizması kilitlendi, onu açmak için uğraştık sonra da iddiaya başladık. Onun gözlerini ali, benim gözlerimi apo kapatıyordu ama apo öyle bi sıkıyordu gözlerimi içine sokacaktı resmen, 'biraz yavaş kapat oğlum' dedim, o arada alinin burak’a yardım ettiğini duydum, gözlerini açıp kapatıyormuş ve izleyenler de, özellikle neşo dediyse doğrudur, öyle olduğunu söyleyince şike karıştı gerekçesiyle iddiadan caydım. Aslında böyle yaparak bazı insanların gerçek karakterlerini de öğrenmiş oldum farkında olmadan. Kim çok laf yapıyor, kim arkamda duruyor, kim tarafsız olabiliyor.. Hemen herkes renklerini belli etti, bundan sonra ben de herkese renklerine göre davranıcam.


-25-
Badim neşo, artık kahvaltıya giderken beni kaldırmaya alıştı, iyi de oldu. Böylelikle rahat rahat çayımı içebiliyor, kahvaltımı keyifle yapabiliyordum. bu ilk mutluluk, günün diğer anlarına da yansıyordu. Hani nasıl başlarsa öyle gider hesabı. Sabah görevlerimizi bitirip ön bahçede içtima alanında beklerken alay komutanı, yarbay geldi. Bir süre kapının önünde ayaküstü vaaz verdikten sonra koğuşları teftişe çıktı. Hepimiz esas duruşta manalı manasız bekleyip, ister istemez dinledik adamı. Sanki buraya keyfimizden gelmişiz gibi şunun bunun kıymetini bilin falan dedi.
Yarbay en çok bizim koğuşu beğenmiş başçavuşun dediğine göre. O kadar silip süpürdükten sonra beğenmeseydi yazık olurdu zaten. Her neyse, eğitim alanında bu kez en hızlı silah söküp takma yarışması yaptırdı başçavuş. Önce takım içi, sonra takımlarında ilk üçe girenler arasında yapıldı. Bizim takımdan kazımla ali kapışırken bir anda nevşet ayağa kalkınca hepimiz şaşırdık. Badim final yarışında ise mekanizmasının azizliğine uğradı, mekanizması kilitlenince geride kaldı maalesef. Final yarışını meraklı bakışlar altında 5. takımdan bi çocuk kazandı ancak alkışlar arasında zaferini kutlarken itirazlar gecikmedi. Birinci olan çocuk yanlışlıkla yanındakinin pimini alıp takmış, diğeri de onu takmadan ayağa kalkmış, o kalkarken diğer tarafta başka biri bitirmiş denirken, başçavuş o üç kişiyi tekrar yarıştırdı. Sonuç değişmedi, aynı çocuk tekrar kazanmayı başardı. Demek ki başarısı tesadüf değildi, bunu kanıtladı. Bu yarışın ardından üç köşe teşkil istasyonuna geçtik. Karşıdan nişan aldığımız hedef kağıdına pusula ile işaretleme yaptırıp, işaretlenen noktaların birleşince üçgen olduğunu gördük. O da faso fiso bi çalışmaydı bence, çoğu kişi kendi eliyle çizdi zaten.
Öğle yemeğinden sonra vurduk kafayı yattık çimlerin üzerine ve düşüncelere daldım yine. Yavaş yavaş nifak tohumları yerleşmeye başlamıştı grubumuzun içinde. Daha küçük gruplara bölünmeler, arkadan konuşmalar, dedikodular, ispiyonlar, güvensizlik, tavır almalar, çekememezlik ve şüpheler.. İyice gıcık olmaya başlamıştım yaşanan bu durumlara. Neyse ki haftaya dağılıyorduk, buradaki arkadaşlığın cılkı çıkmadan gideceğiz inşallah. Kalabalık ortamlarda zaten samimiyet ve güçlü ilişkilerin bekası beklenemez. Mutlaka bir süre sonra çözülmeler, bozulmalar gerçekleşir. Boşuna dememişler nerde çokluk orda bokluk diye. 'Kısa dönem içtima!' sesi dalga dalga kulaklarımıza kadar gelip çınlamaya başlayınca yattığımız yerden doğrulduk. Herkes yemekhaneye gidiyordu, anlaşılan o ki sınav yapılacaktı. Kapıdan girer girmez karşımdaki ilk masaya oturdum. 50 soruluk genel kültür testi yaptılar ama herkes birbiriyle konuşarak çözmeye başladı. Bir ara komutanlar süre vermediklerini fark edip henüz 20. soruda 'son on dakika' diye bağırınca konuşmalar kesildi ve herkes hızlı hızlı soruları çözmeye başladı.
Dedim ya, arkadaşlıkların cılkı çıkmadan gitmeliydik. Maalesef gerginlikler ve tatsızlıklar yaşamadan duramadık. Bulunduğumuz ortamda can sıkıntısı ve buna benzer etkenler yüzünden birbirimize sarıyorduk işte. Özellikle uzun dönem askerlerin bize karşı tavır almaları ortamımızı daha da sevimsiz hale getiriyordu. Üç prizde çıkan telefon şarj etme tartışması da cabası. Bu akşam yatmadan önce koğuşta genel temizlik yaptık. Köpüklü su basıp çek-pasladık her yeri. Camlar ve kaloriferler silindi, ranza ve dolaplar çekildi, ko-operatif bir şekilde bunun da üstesinden geldik. Diğer taraftan da sevgilimle yaşadığım polemikler artık çekilmez olmaya başlamıştı.


-26-
Gerginliğin bariz bir şekilde görülmeye başladığı bir güne Murat’ın uyandırması ile başladık. Gece 4-5 koğuş nöbetinden sonra yarım saatlik uyumayı kimse tercih etmiyordu. Nitekim murat ta böyle yapmış direk kahvaltıya gitmeyi tercih etmişti. Ben de ona eşlik ettim, dışarıda henüz gün ağarmamış, ay hala sapsarı, gök hala parlament renkteydi. Bir bardak sıcak çay alacak olmanın çocuksu heyecanı ve yeni bir eğitim gününe başlayacak olmanın huzursuzluğu vardı üzerimde.
Eğitim alanında tüfek bakımı yaptık, söktüğümüz parçaları yağladık ve komutan tüfeği istediğinde verilecek tekmili öğrendik. '14 N 938 numaralı tüfeğim boş ve emniyette'. Tüfeği temizlerken namlunun içine soktuğumuz uzun demir çubuğa 'harbi' deniliyormuş harbiden. Nedenini sormak istedim ama buranın askeriye olduğu aklıma gelince mantık aramaktan vazgeçtim. Kim bilir biri atmıştır kafadan, sonra öyle kalmıştır adı.
Serinlemek için dondurma yedik bizim mıntıkada, kamelyaların orda. Muratla girip kaybettiğim iddianın hesabını ancak kapatabilmiştim, çünkü o zamandan beri kantini ilk kez kuyruksuz yakalamıştım. Fırsat bu fırsat hem kendime hem murata hem de apoya dondurma aldım. Apo'ya niye aldım onu hatırlamıyorum, sanırım o da içimden geldi.
Öğleden sonraki eğitimimiz yere yatarak şarjör takma, nişan alma ve ateş etme provasıydı. Bu esnada yere serilen süngere güvenerek dirseğimi sert bir şekilde yere vurunca, asvaltın darbesi sonucu yaralandım ama bunu atış provası bitene kadar çaktırmadım. Provadan sonra kolumdan akan kanı görünce aklıma geldi, çeşmeye gidip dirseğimi iyice yıkadım. Bu, askerlikteki ilk fiziki yaralanma vakam olarak kayıtlara geçti. Diğer arkadaşlar prova yaparken, biz salkım söğüdün gölgesinde birer sigara yaktık ve keyif yaptık güneş yorgunluğunun üstüne. Bu arada ilk günden beri sessizliği ile arka planda kalmış olan mustafanın da muhabbetlere katılım göstermesi beni şaşırtsa da onun adına olumlu bir hadiseydi bu. Kimileri birbirine küsüyorken, kimilerinin de özgüvenini kazanıp sayıca küçülen gruplara dahil olması oldukça enteresan geliyordu bana. Tam anlamıyla sosyal yaşamın küçük bir örneği duruyordu karşımda.
Kitap okumaya çalışırken, bi türlü konsantre olamadım okuduğuma ve elimden bırakıp yatağa uzandım, uyumuşum. O bilindik 'içtima!' sesiyle uyandım. 'Hadi beyler, kısa dönem içtima!, yemek içtiması hadi beyler, hadi', 'kamuflajlı içtima beyler, kamuflajınızı giyin'.. Şu içtima işinden o kadar sıkıldım ki, artık bıkkınlık derecesine geldim. Pencereden baktım, bir Allah’ın kulu yok yemekhanenin önünde, içtima alındığı falan da yok yani, umduğum gibi herkes içeri girip yemeğini alıyordu. Ben de öyle yaptım ve bu akşam gerçekten içtimayı bekleyenler aç kaldı. Çünkü beklenen içtim olmadı ve yemekten sonra sadece yemek için giydiğim kamuflajı çıkartmak için koğuşa gittim, hemen üzerimdeki bu paspal ağırlıktan kurtuldum. Herkes gibi ben de bu sefer lavabolarda sıvı sabunla yıkadım ayaklarımı ve duş sırası kapmak için havlumu boş olan duşların birine astım. Sıcak su gelince ilk olarak duş yapmanın keyfi ardından yatağıma uzandım ve uzun uzun mesajlaştım.


-27-
'Tüfekleri alın, arabalara marş marş!' Sincan cezaevine atış talimine gidiyoruz. Yaklaşık 45 dakikalık yolun ardından atış yerine vardık. Dolmalık biber ve domates tarlalarının arasından yüksekçe bir tepenin eteğine oluşturulmuş poligon. Yan yana on tane hedef ve ilk atış 25 metreden yapılacak. İlk üç atış deneme ve ayar için, sonraki altı atış ta dosya için. İlk sıra ateş etmeye başlayınca kulaklar kapatıldı ve tüm gözler onların üzerine çevrildi. Büyük merak ve heyecan vardı herkesin yüzünde. Üstelik komutanların bir aksilik çıkmaması ve olumsuz bir olay yaşanmaması için uyarı üzerine uyarı yapmaları bizi epey germişti. Yarbayın orda da gelip bizi bulması ve alışıldık samimi konuşmalarından birini yapması bizi rahatlatmıştı biraz olsun. Şu konuşmasını üstüne basa basa tekrar tekrar söylemesi beynime kazınmasına neden oldu, ' bu mermiler siz hedefi vursanız da gitti, vurmasanız da, o yüzden en azından vurmaya çalışın ki boşa gitmesin..'
Rastgele sıraya sokulmuştuk ve benim bulunduğum sıra sekizinci sıraydı. Sıra bize gelene kadar çoktan öğle yemeği vakti geçmişti, acayip derecede susamış ve acıkmıştık. Böyle bir arazi sıcağı tarif edilemez gerçekten, üstüne toz toprağın içine girmesi ve terle beraber üzerine yapışması iğrenç bişey. Otlu arazi, börtü böcek de cabası. Sonunda sıra bize geldi, tüfeği elime aldım, yere yat komutuyla yere uzandık. Bundan sonra her şey komutla, gerçi askeriyede her şey komutla ya neyse, 'şarjör tak, kurma kolu çek-bırak, emniyeti aç, atış serbest' bu andan itibaren artık havai fişek sesini andırmaya başlıyordu patlayan mermiler. Sol tarafımdaki orhanın tüfeğinin tutukluk yapması ilk dikkatimin dağılmasına, ardından sağımdakinin ateş etmesiyle beraber çınlayan kulağım ikinci kez dikkatimin dağılmasına neden oldu. Tekrar tam konsantre olmaya çalışırken, uzmanın teki gelip, 'yok şurdan tut, yok ayağını karnına çek', falan fişman derken kafam iyice karıştı ve rasgele atmaya başladım. Sağlam yerleştiremediğim için ilk atışta dipçik omzumu sert tepti ve ikinci atışımda da dipçik koltuk altıma kaydı. Üçüncüsünü ise o sinirle nasıl attıysam hatırlamıyorum. Üç atış sonunda hedef kağıdında hiç delik olmaması beni şaşırtmamıştı ama ayar için gelen komutan baya bi şaşırmıştı. 'Nerede delikler, hiç vuramamışsın' diye sordu, cevap veremeyince yine mahcup oldum. Daha sonraki altı atış için hırslanmıştım ama yine ters giden bişeyler vardı, fakat sorunun ne olduğunu fark edemiyordum. Son iki mermi kalmışken yanıma gelen komutan, 'sen nerden bakıyorsun öyle' dedi. Onun sesine istinaden sadece arpacıktan baktığımı fark ettim, işte sorun buydu, gezden bakmayı unutmuşum. Gözü geze yerleştirip arpacığa kaynak yapınca, yani hepimizin bildiği göz-gez-arpacık kuralını uygulayınca hedefi vurmam işten bile olmadı. Demek ki o kadar da kötü değildim, kendime güvenim geldi. Yalnız omuzun ezilmiş, baya b kızarmıştı. Görenler gülmeye ve dalga geçmeye başladıklarında, 'açın kendinize gülün' dedim. Hakikaten omuzlarını açıp kendilerinin de aynı şekilde olduğunu görünce sustular, bu kez ben onlara gülmeye başladım.
Öğleden sonra sıra 100 metre atışına geldi. Sıradan ilk yedi takım atışını yaptı, sıra bize geldi diyorduk ki, tekrar birinci takımı çağırdılar, aynı şekilde ilk yedi takım tekrar atış yaptı. Sebep yirmi atış daha yapmakmış ve bunlar ilk seferde on atış yapmışlar. Komutan şarjöre yirmi mermi basmayı kabul etmemiş. Bu arada başımızda teğmen vardı, gıcık birine benziyordu. Yusuf baş çavuşa kalsa eminim her şey daha çabuk ilerlerdi. Bu arada veli coşar muhabbete koyuldu. Bi yandan uyarıyor, bağırıp çağırıyor, isim alıp çarşıya çıkartmamakla tehdit ediyor, diğer yandan samimi görünmeye, muhabbet etmeye çalışıyordu. Kendini anlatıyor, hayata dair nasihatler vermeye çalışıyordu küçücük aklıyla. 350 metrekare arazi almışmış ta ondan bahsediyor, biz sıcağın altında susuz yanmış, kavrulmuş bi şekilde beklerken. 'Ben birazdan havuza gidicem, buz gibi' deyip tahrik ediyor bizi, besbelli hoşuna gidiyor bizim iç geçirerek malca bakışlarımız. O da bu bakışlarla alay ediyor, tekrar samimiyet kurmaya çalışıp muhabbete geri dönüyordu.
Sonunda ilk yedi grup atışlarını bitirip, tüfeklerinin bakımını yaptıktan sonra araçlara binip gitti ve nihayet sıra bize gelmiş oldu. Bu kez iyi bir atış yapmak için uzandım yere, tüfeğe dolu şarjörü taktım, yanımda refakatçi eleman var, boş kovanların kaybolmaması için şapkayla fırlayacakları yere tutuyordu. Emniyeti açtım, göz-gez-arpacık hattını oluşturduktan sonra nefesimi tutup tetiği eze eze düşürdüm. On tane mermiyi hedefteki miğferli asker figürüne gönderdikten sonra resim yere düştü. Demek ki iyi atış çıkardım, bu hoşuma gitti. Atışın ardından, komutan düşen resmi taktırmak için beni hedefe gönderdi. Atan kimse olmasa da, delik deşik olmuş ve karşısında bir sürü dolu silahlı askerin bulunduğu hedefe doğru gitmek oldukça stresli bir işti. Kendimi canlı hedef gibi hissettim resmen ve bir solukta takıp geri koştum. İkinci turda artık atışı umursamadım, çünkü ilk atışta şapkadan seken ateş gibi boş kovan koluma değmiş ve kolumu yakmıştı. İzi hala kolumda durmakla beraber, fahri gazi ünvanı vermiş oldum kendime. Şapkayı tutan askerin de eline isabet eden kovanlardan biri işaret parmağının tırnağını kaldırmış ve kanatmıştı. Atış yapan bikaç asker de dipçiği elmacık kemiğine denk getirtmiş, gözlerini morartmıştı. Hem onların o halini görmemden dolayı hem de omzumun daha fazla çürümemesi için yine gezi es geçip arpacıktan attım mermileri. Bizden sonra rütbeliler de atış yaptı, kalan mermileri bitirdikten sonra boş kovanları mıntıka temizliği yapar gibi topladık. Mermilerden sonra boş su şişeleri, poşet, kağıt ve çer çöp için de ayrı bir mıntıka yaptık, yorgunluktan bayılmak üzereydik adeta. Onları da hallettikten sonra araçlar geldi ve büyük özlem halinde kendi karakolumuza yollandık.


-28-
Çarşıya çıkacak olmanın heyecanı içinde uyandık hepimiz. Belki erken çıkartılar diye erken hazırlandık. Fakat umudumuz suya düştü, saatlerce içtimada tutulduk, sonra spor yapma ayağına iki tur koşturulduk ve 10dan 12ye kadar yine bahçede bekletildik. Üstelik dışarıda kahvaltı yaparız diye kahvaltı da yapmamıştık, kantin de açılmadı, aç kaldık resmen. En sonunda dayanamadım, herkesten habersiz yemekhaneye kaçtım ve karnımı kalan ekmek parçaları ve zeytinle doyurdum. Döndüğümde herkes çoktan üzerini değiştirmeye gitmişti, ben de onlara yetişmek için alelacele koğuşa çıktım. Nizamiyede giriş çıkışlarda arama olma ihtimaline karşı telefonumu üst eşofmanın fermuarlı sağ cebine koyup, onu da ranzanın altındaki valizin içine tıkıştırdım. Her şey güzel başlamıştı, izin kağıtlarımızı alıp dışarı çıktık. Murat, maviçiçek, mesut, eren sercan, ismail, şevki ve ben metroya kadar yürüyüp, henüz metroya binmeden yakınlarda biyerde bir börekçiye oturup kahvaltı yaptık. Çay ve börek ziyafetinden sonra metroyla Kızılay’a geçtik. Kızılay’da arkadaşlar internet kafeye girdiler, mesutla eren hediye künye yaptırmak için sıhhiyeye gittiler, ben de kitapçıları dolaştım, okuyabileceğim bir kitap bulurum belki diye. Bikaç saat sonra arkadaşlarla tekrar buluşup bi kafeye oturduk, kimisi nargile söyledi, kimisi dondurma yedi, ben bira söyledim, neşem oldukça yerindeydi. Sonra ordan kalkıp playstation oynamaya gittik. Bir el pes attım maviçiçekle, mesutla da şevki oynadı. Maçlar kıran kırana geçmese de eğlenmiş olduk. Bu arada saat almış başını gitmiş, zaman su gibi akıp geçmiş. Ne çabuk? Daha onu, bunu şunu yapacaktık, ne zaman akşam oldu yahu?
Zamanın bu kadar hızlı geçmesinin şaşkınlığı içerisinde geri dönüş yolunu tuttuk, metro istasyonunda bu kez ters istikametteydik. Bindiğimiz durakta indikten sonra sanki zaman bizi geri sarıyor gibi geldi, indiğimizde de yakınlarda yiyecek bişeyler arıyorduk. Murat ve mesutla beraber çiğ köfte dürüm yemeye karar verdim, diğerleri döner yemeye gittiler. Yemek faslının ardından nizamiye kapısına kadar beraber geldik ve kapıdan arama tarama olmadan giriverdik. Meğer telefonumu boşu boşuna içeride bırakmışım.
Hemen koşar adım koğuşa çıktım, içimde garip bir his vardı, koğuşun kapısından girdim ve yatağıma yaklaşmaya başladım. Ranzanın altındaki valizimin ağzı yarı açık bi şekilde duruyor, 'eyvahlar olsun', panik halinde eşofmanımı çıkardım, elimle ceplerini yokladım, açık olan fermuarın içinde telefon namına bir iz bulamadım. Duvara çarpmış gibi oldum o anda, sinirden elim ayağım titremeye başladı ve aynı anda ateş bastı içimi. Ne yapacağımı bilemiyordum, etrafımdakilere kesik kesik sesimle durumu anlatmaya çalıştım. Bikaç kez daha çantayı alt üst ettim, aradım taradım ama nafile, hiç bir delil dahi bulamadım. Zaten ne diye arıyordum ki ,bal gibi de çalmışlar işte, ben nereye koyduğumu bilmiyor muyum telefonumu. Üstelik sabah koyarken bile, 'buraya bırakıyoruz ama inşallah bişey olmaz' demiştim kendi kendime Keşke yanıma alsaydım, zaten ne girerken ne de çıkarken arama olmuştu. Yağmurdan kaçarken doluya tutuldum tam manasıyla. Son pişmanlık fayda etmiyor işte, keşke demek olmuş olan bi şeyleri değiştiremiyor maalesef. İşin pis tarafı, kimseden de şüphelenmiyorum, hem öyle olsa bile kimseyi suçlayamam ki. Yasak olan bişey için komutanlara da şikayet edemem. Tam olarak aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık durumunda kaldım, çık çıkabilirsen bu işin içinden şimdi. Diğer taraftan bir sürü bilgi, numaralar, fotoğraflar, video ve ses kayıtları, hepsi gitti, yok oldu. İnsan maddiyata değil de maneviyata üzülüyor en çok.


-29-
Dört-beş gece nöbetinin yorgunluğu ve telefonun çalınmasının düşüncesiyle en iğrenç sabaha merhaba dedim. Moral bozukluğum yüzümden okunuyordu, beni gören, 'takma kafana, hallolur bi şekilde' diyordu. Kendilerince teselli etmeye çalışıyorlardı beni. Ama nafile, içimdeki sıkıntı ve sinir bozukluğu beni yiyip bitiriyor, hatta beynimi kemiriyordu. Üstelik herkese şüpheli gözlerle bakmanın ve her an farkında olmadan onların içinde yaşadığını düşünmen çok zor. O hırsızın, senin gözünün içine baka baka düştüğün durumu sessizce izlemesi dünyanın en sinir bozucu durumlarından biridir herhalde. Kendimi mal gibi, aptal gibi hissediyordum. İçimdeki bütün coşku, bütün sevinç, özellikle de insan sevgisi ve güven duygusu tamamıyla yitip gitti. Buz gibiyim, taştan farksızım yüzlerine bakarken. Daha öncede söylediğim gibi, maddiyatta değilim, hiçbir zaman da bunun davasını gütmedim Tanrıya şükür ama manevi duygular canımı acıtıyor, içimi sızlatıyor. Halen şu içinde bulunduğum 50 kişilik ortamda bir hırsız var ve benimle aynı havayı soluyor, insanı deli eden bir durum ya rabbim.
Çarşıya çıkacaktık yine, yeni izin belgesi almadım nasıl olsa bi işe yaramıyor diye. Dünkünün tarihlerini değiştirip dışarı çıktım, zaten bakmıyorlardı bile. Bi de Kızılay'a silahlı ya da bombalı saldırı eylemi olabilir istihbaratı yüzünden oraya gitmemizi yasakladılar, bence külliyen yalan, asparagas bir haber olduğu hissedildiği için kimse de takmadı zaten. Ben de oraya gidecek olan kazım, nevşet ve orhanla beraber takıldım. Önce sınırsız çay ve içinde menemen de mevcut olan kahvaltı menüsü sunan bi kafede on numara kahvaltı yaptık, sonra ordan ulusa, gençlik parkına gittik. Aklıma yine çalınan telefonum geldi, şuan dışarda olmamıza rağmen konuşamıyorum kimseyle, bu çok fena. Yolda bi cep telefonu bayisine girip yedek sim kart çıkartmak için başvuru yapmak istedim. Kimlik fotokopisi istediler, kimliğimize askeriyede el konuldu, askeri kimlik te kabul edilmiyormuş, içim daha bi sıkıldı şimdi, yine derinden bir of çekip 'aman ya siktir et' dedim içimden.
Gençlik parkında lunaparkı geziyoruz, 'adrenalin' diye bi makina var, kamikazenin daha büyüğünden ama bizimkiler tırsıyor bana eşlik etmekten, ben de tek başıma binmekten vazgeçiyorum. Bu vazgeçişten sonra kola ve cips alıp bi ağacın gölgesine oturduk, Ankara BŞB Tiyatrosu gözüme çarptı, tam karşısındayız çünkü. Gidip bir programa bakayım dedim ama görevli, sezonun henüz açılmadığını, ekimde açılacağını söyledi. Hal böyle olunca orada yapacak başka bişey bulamadık ve yeni mahalleye geri döndük. Orda da bi kafede oturduk, çay içtik, internete takıldık. Hava kapattı, yağmur yağacak gibi oldu ama yağmadı. Buraya geldiğimiz ilk günden bu yana ilk kez bu kadar kapadı hava ama yine yağmadı. Bu arada saat altıya geliyordu, istemeye istemeye bölüğe teslim olmaya gittik. Tabi son anda bir manevra yaparak çiğköfte dürüm yemeyi de ihmal etmedik.
Orhan’la saçımızı kazıtmaya karar verdik, isyan göstergesi sayılıyormuş, varsın sayılsın, zaten isyan etmiyor muydum her gün bi şeylere, bir de böyle olsun anasını satayım. Berber arıyoruz, kimisi kapalı, kimisi yoğun, kimisi de pahalı fiyat çekince o planımız da suya düştü ama şimdilik. Bir şekilde burdan gitmeden saçlarımı kazıtacaktım, kararlıydım. Alaya gelir gelmez, yemekhanede görevli olduğumuz için apar topar kamuflajı giyip yemekhaneye gittik, yemek dağıttık, masaları ve yerleri temizledik. Uzun dönem askerler ibnelik olsun diye paspasladığımız yerlere habire su bastılar ama küfrede küfrede çek pas yapıp koğuşa dönmeyi başardık. Koğuşta tıraş makinam aklıma geldi, önce orhanın kafayı sıfıra vurdum ama şarjı bitince benim saçlar kaldı, makinayı şarja taktım yarını beklemeye başladım.


-30-
Bugün yine pazartesi sendromu ile başladık. Yarbay gelecek, koğuşları teftiş edecek diye pürtelaş hareketlilik vardı koğuşta. Dışarda da yarbay dikti bizi içtimaya yarım saat nutuk attı, öyle bi gölgeye denk gelmişiz ki üşüyoruz, titriyoruz. İki kişi parke giymiş haklı olarak, yarbay gelmeden önce başçavuş onları çıkarttırdı. Neyse yarbayın nutuğu bitti, istiklal marşı başladı, o bitti tören geçidi oldu. Meğer pazartesileri seremoni oluyormuş, bunu da yeni öğrenmiş olduk.
Yapacak bi işimiz yoktu artık, buradaki eğitimlerimizi tamamlamıştık. Cuma günü dağıtıma gidene kadar boş boş, yatarak zaman geçirecektik. Bu boş zamanda orhanı koğuşa götürüp saçımı kestirdim, artık ikimizin de saçı sıfır oldu, dışarı çıkıp güneşlenelim dedik, ayna gibi parlıyordu kafalarımız. Bizi gören, 'yasak değil mi? isyana girer sizin bu yaptığınız' diyordu, biz de karşılık veriyorduk, 'isyan ediyoruz ulen'.
Telefonumun çalınmasıyla ilgili bizim rahman üst teğmene bilgi vermiş, akıl danışmıştım ne yapabiliriz diye. O da bi arkadaşını aradı ama izinde olduğunu öğrenince pek fazla yapılacak bi şeyin olmadığını söyledi. Sonuçta haklıydı, ne yapılabilirdi ki, yasak olan bir materyali kullanıyorsun, sonra çaldırıyorsun, sonra çalanı bulmak için ortalığı ayağa mı kaldıracaksın, peki ne diyeceksin? Her neyse boş ver. İlgilendiği için rahmana teşekkür ettim ve koğuşa gittim. Yangın merdiveninde otururken veli coşar geldi ve beni çağırdı. 'Telefonun çalınmış doğru mu?', 'evet', 'yasak diyoruz o kadar niye getirdin?', '..', bu andan sonra onların odasına girdik, yusuf başçavuş ve ömer uzman da ordaydı. 'Neydi telefonunun markası', 'LG', 'değerli bişey miydi?', '300 liralık telefondu ama içindekiler daha değerliydi', 'ne zaman çalındı?', 'cumartesi çarşıya çıkınca', onu alan çoktan okutmuştur Kızılay’da pazar günü' Veli coşar yine coştu, 'şimdi çıkıp herkese sorucam, hepsini arayıcam, bulursam sana da işlem yapıcam, tutanak tutucam tamam mı?', 'o zaman boş verin komutanım, yasak olduğunu bile bile getiriyorsun sonra şikayet ediyorsun değil mi?, 'herkeste var ama', 'kimde var bizim korumada?', 'ben niye ispiyonlayım, siz bulun hem zaten biliyorsunuzdur kim de olduğunu'. Bunun üstüne tüm üst devreleri toplamaya gitti, geldiğindeyse yine ağız kıvırdı. 'Hiç biri almamış', sanki alan söyleyecekmiş gibi, 'zaten onların da telefonları bizde, yapılacak bişey yok, çalan zaten satmıştır, git savcılığa şikayet et'. Yasal güç olarak polisten farksız olan jandarma karakolunda böyle bir olayın yaşanması çok garibime gitmişti. İşi suçlu yakalamak, adaleti sağlamak olan kahramanlar kahramanı yılmaz türk jandarması, kendi içinde hırsız askerler barındırıyor ve bu olayı sineye çekip göz yumuyordu resmen. Allahtan üst teğmenin arkadaşıydım yoksa hem telefonum çalınan hem de bunu şikayet ettiğim için suçlu ialn edilen ben olacaktım. 'Allah belanızı versin' dedim içimden ve çıktım gittim dışarı. Dışarda da bizim kısa dönemler bana sitem ediyor, 'neden söyledin olum, ortalık karıştı, bizi de rahat bırakmayacaklar, huzurumuz kaçacak' diye tavır alıyorlardı. İbne çavuş ta, 'bu koğuşa hırsız dedin, git yan koğuşta kal, topal eşyalarını' diye atar yaptı ama hiç kaale bile almadım. Koğuşçu batuhan ısrarla, 'olmaz bizim koğuşta böyle bişey' diyor, ben de 'buharlaşıp uçmadı ya amına kayayım, biri aldı ya da çaldı işte' dedim. 'Tabi, çalınması benim de aklıma gelmiyor, gıcıklık olsun diye biri almış olabilir' diyorum, bişey demiyor. Neymiş efendim, gıcıklık olsun diye alan kişi, gideceğimiz gün koyarmış çantama ama acele etmişim şikayet etmekle falan filan. Ya çalındıysa? O zaman boşu boşuna beklemiş olmayacak mıydım? Her neyse, bu saatten sonra iyice umudumu kestim telefondan, bu olayın üstüne öyle olsa bile ortaya çıkmaz bi daha.
Yatağımda uzanıyordum gözlerim kapalı ve uzun dönemlerin kendi aralarında konuşmalarına kulak misafiri oldum. 'Böyle delikanlılık olmaz, biz burda kalıcaz adamlar gidecek üç gün sonra. Bizi düşünmeden söylemişler komutana hemen telefon çalındı diye. Sahip olamıyorsan getirme kardeşim. O çalanın da anasını avradını. bugüne kadar bizde böyle bişey olmadı, cüzdanımız telefonumuz dolapta duruyor ama hiç kaybolmadı..' biyerde kalkıp müdahale etmek istedim ama sonra boş verdim, Allah’ından bulsunlar.


-31-
Atışa gitmeyen diğer takımlar, bugün atışa gideceği için bizleri de erken kaldırdılar bu sabah. Beş buçukta 'kalkın beyleerr' sesiyle uyandık yine. Neymiş efendim, nöbetçi astsubay herkesi tek seferde içtimaya toplamak istiyormuş. Herkese ayrı ayrı içtima yapamazmış, falan fişma.. Üstelik, dün söylenen saatin üzerinden 1 saat geçmesine rağmen daha yola çıkamadılar. Koftiden içtimaya aldılar bizi, veli coşar geldi, eşofmanlı askerlerin isimlerini aldı, sonra sakalı uzun olanları tespit edip savunmalarını almak üzere isimlerini yazdı, hızını alamadığı anda bizim takımın 2. mangasından onuru çağırdı, ikinciye telefon yakalatmış, ona mahkeme işlemleri başlatacağını söyleyip iyice tehditkar tavırlarla bize göz dağı vermeye çalışıyordu;
'Kimin telefonu varsa getirsin, getirenlere işlem yapmıyıcam, ama ben habersiz bir arama yapıp yakalarsam affetmem, o zaman da memuriyetiniz yanar, bakın bi daha söylüyorum memurluğunuz yanar, devlette çalışamazsınız, geçen dönem avukatın birini yaktık öyle, savcı olamıyor şimdi, bu davanın geri dönüşü yok, yasak diyoruz hala telefon kullanıyorsunuz. Biri içeri sokup kaybeder -bu söz bana- diğeri yakalatır, biz sizinle mi uğraşıp durucaz böyle, sizin yüzünüzden komutanlardan laf yemek zorunda değilim -yine sözü bana, rahmana şikayet ettiğimi kastediyor- bu son uyarım, bi daha kimsenin gözünün yaşına bakmam!' dedi ve dağıldık.
Bütün gün boştuk, yapıcak hiç bi aktivitemiz yoktu, nasıl geçecekti bugün? Havada sabah serinliği vardı, gölgelerde üşüyorduk bu yüzden. Orhan’la güneş gören bi yere geçip oturduk, başladık bu askerlik ne zaman bitecek muhabbetine. Bir süre sonra yeni bir içtima daha alındı, ondan sonra öğle yemeğine kadar serbestiz. Bu serbestlikte ben de, yedek sim kartımı çıkartmak için gerekli olan kimliğimin fotokopisini almak için idari işlere gittim. Kapıyı tıklattım, ses gelmedi, bir kez daha tıklattım, yine ses gelmeyince açtım kapıyı içerde kimse yoktu. Gözüm dosyaların olduğu kutuları ararken hemen masanın kenarında kutuların durduğunu gördüm. Tesadüf eseri 2. takım kutusunun içindeki ilk sıradaki dosya benim dosyamdı. Ayakuçlarımda kutunun yanına gidip dosyamın içinden kimliğimi aldım ve koşar adım odadan çıktım. Geçen gün orhan karakolda çektirmiş fotokopiyi, ben de aynı yere gittim ama kimseyi bulamadım. İçerde dolanırken rütbeli birini gördüm, ‘fotokopi çektirecektim ama..’ derken ‘burda fotokopi çektiremezsin yasak’ diye ağzıma tıkadı lafı. Alternatif bir aksiyon düşünürken aklıma yine rahman geldi, hemen onun yanına gittim, sağ olsun yardımcı oldu ve makinayla biraz cebelleşmesine rağmen yamuk yumuk ta olsa bana bir fotokopi sağlamayı başardı. İvedilikle idari işlere geri koşup kapıyı çaldım, neyse ki yine içeride kimse yoktu ve kimliğimi dosyama geri koydum. Bu olayı da böylelikle çözmüş oldum ve içimde güzel bir rahatlama hissettim.
Koğuştaki sessizlikten faydalanarak kitap okumaya çalıştım ancak doksanıncı sayfaya gelmiş olmama rağmen konular arasında bağlantı kuramadığımı fark ettim ve en baştan okumaya karar verip en baş sayfaya geri döndüm. Kırkıncı sayfaya geldiğimde öğle yemeği vakti gelmiş olduğu için kitaba ara verdim, meğer kitabı ilk okuduğumda sadece kelimelerin üzerinde göz gezdirmiş olduğumu anladım. Kafam boş olmadığı zaman kitap okumaya çalıştığım her sefer böyle oluyordu zaten. O yüzden bundan sonra kafamı iyice boşaltmadan kitap okumamaya karar verdim.
Yemek içtimasından yırtmak için yine herkesten önce gittim yemekhaneye, yemeğimi rahatça yedim ve koğuşa dönüp istirahate çekildim. Her istirahat modunda olduğu gibi düşüncelere daldım. Şu son üç günde yaşadıklarımı düşündüm. İnsanlar, toplum, devlet, askeriye, sistem hakkında uzun uzun düşünme fırsatı buldum. Ne kadar yasak olursa onu çiğneyen insan sayısı da o kadar fazla oluyor bizim ülkemizde. Özellikle her şeyin kağıt üzerinde, prosedür gereği uygulanan sistemimizde insanlarımızın hemen her açığı değerlendirmeye çalışması bana çok normal geliyor. Anormal olansa sistemin içindeki saçmalıklar. Daha kendi içindeki güvenliği sağlayamayan, kendi istihbaratından bihaber olan ve denetimi en alt seviyede tutan jandarmamız, nasıl olabiliyor da dışarıdaki asayişi sağlamaya çalışıyor, nasıl oluyor da bu kurum kendi içinde hırsız, arsız ve uğursuzları barındırabiliyor? Devlet zoruyla şerefsiz, kansız ve namussuz insanların içinde yaşamaya mahkum edilen biz zavallı askerlere bu insanlık dışı eziyeti ne diye ‘vatan görevi’ adı altında kutsal bir kılıfla sunuyorlar? Aileler ne diye kandırılıyor ‘çocuklarınız emin ellerde’ diye? Rütbeliler.. mesai bitse de gitsek derdinde, nöbetçi komutanlar, ‘aman ben sorumluyken bi olay yaşanmasın da benden sonra ne olursa olsun’ havalarında ve sırf bu yüzden dakka başı içtima alma derdinde, saatlerce nutuk atmalar, sayım yapmaya çalışmalar, nasihatler, göz dağı vermeler, o da tutmazsa espri yapıp samimiyet kurmaya çalışmalar ama bilmiyorlar ki bu sistemin içinde kendilerinin de zavallı bir piyondan ibaret olduklarını. Bizler hata yapabiliriz, bu çok normal ama onların bu gaflete düşmeleri kabul edilemez bişey.


-32-
Kısa dönem içtima! Komutan geldi, bizim başçavuş; merhaba asker! – soll!, - Nasılsın asker!, - soll!, - Evet, istirahat et!, - soll! Bugün de yapılacak bişey yok, yatıcaz, kalkıcaz, yiyicez, tekrar yatıcaz, iki saat sonra bi içtima daha alınacak, kendi izin belgelerimizi bize imzalatacaklar, yani sonuç olarak dağıtım izini kağıtlarımızı ve atış kağıtlarımızı onaylamak babında imzaladık. Bu esna da gözüme çarpan bir ayrıntı vardı, atış kağıdında gece atışı yaptığımız görünüyordu ve biz bunun altına imza attık yani seferberlik ilan edilip, gece operasyona götürülüp şehit edilsek, bundan dolayı askeriye mesul olmayacak, çünkü dosyamızda gece atış eğitimi aldığımıza dair belgeleri kendimiz imzalamışız görünüyor olacak. Yalanın da bu kadar kuyruklusunu görmemiştim daha önce. Neyse imzayı attık, koğuş nöbetine çıktım, o da kitap okurken çarçabuk geçiverdi.
Kantin alışverişi için bize verilen kredili kartların iadesi içi kantine gittim, uzun bir kuyrukla karşılaştım ama yine de giriverdim kuyruğa bu kez, ne de olsa yapıcak başka işim yoktu. Zaman geçirmek adına normalde hiç yapmayacağım davranışlar sergiliyordum burda. Sıraya giriyorum, sabrediyorum, isyan etmiyorum, fazla eleştirmiyorum, tartışmaya girmiyorum, polemik yaratmıyorum hatta ilk zamanlar gibi insanlarla şakalaşmayı bile bıraktım. Törpüleniyordum adeta, insan ilişkileri konusunda bambaşka bir pencereden gözlem yapmaya başladım.
Hiç beklemediğim olaylar gerçekleşiyordu ve ben bunlarla karşılaşınca şaşırıyordum. Mesela telefonum varken etrafımda fır dönenler şu anda uzaktan izlemekle yetiniyorlardı. Bir telefon kartı istediğimdeyse kimseden ses çıkmıyordu. Halbuki çoğunu ankesörde konuşurken görmüş olmama rağmen, gözümün içine baka baka sessizliğini koruyorlardı. Böylece insanların gerçekten çiğ süt emmiş olduklarını trajik bir şekilde ortaya çıkarıyor, bir kez daha ibret-i alem olsun diye gözler önüne seriyordum, görebilene.. Bu bana bir telefona mal olmuştu ama en yakınımda olanlar bile, ‘al dostum benim telefonumu kullan istersen’ diye bir teklifte dahi bulunmuyorlardı. Beni asıl üzen, içerlememe sebep olan da buydu.
Gün geçmiyor ki gariplikler, komiklikler yaşanmasın. Bugün Portekizli askeri heyet alayımızı ziyaret etmeye gelecekmiş. Buyursun gelsinler ama onlar için yine askerleri içtimaya toplayıp mıntıka temizliği yaptırdılar. Sonra da onlar gezerken, ayak altında dolaşmayalım diye bizi yemekhaneye tıktılar, koftiden askeri ders notları okuttular bi çocuğa, biz de dinler gibi yaptık, zaten ne dediği belli olmuyordu bi solukta okudu bitti. Uyuyan mı ararsın, sızan mı, sıkılıp muhabbet eden mi, hepsinden görmek mümkün bu ortamda. Bir süre sonra bunu fark eden başçavuş, ‘dikkayt!’ çekerek milleti ayağa kaldırıp, oturttu. Heyet gelirse diye sizi denedim demesi de cabası. Biraz kendi hikayelerinden, biraz deneyimlerden bahsetti, biraz nasihat, biraz sabır sıhhat derken söylenen zaman içerisinde bizi orada tutmayı başardı. Bu arada etrafı gezinen yabancı heyet fotoğraflar çekiyor, alay komutanı rehberliğinde bilgi topluyordu. Kendi öz evladından şüphe duyan ve kendi askerine yasak olan teknoloji, elin casus askerlerine memnuniyet ve muhabbetle sunuluyordu ve bundan büyük onur ve şeref duyuluyordu, çok tuhaf değil mi? Aziz nesin olsa da görse bunları, eminim ne güzel taşlamalar yazardı, ruhun şad olsun üstadım.
Akşam yemeğinin ardından koğuşa gidip üstümüzü çıkarmışız, yatağa uzanıp kitap okuyor ve istirahat ediyoruz. Dışarıda bir nara kopuyor; ‘kısa dönem içtima!’ merdivenlerden kapıya, ordan koğuşa kadar dalga dalga yankılanıyor yine, duyan bağırıyor, ‘kısa dönem içtima!’, huzuru kaçan askerler isyan etmekten kendini alamıyor, ‘hay amına koyayım yine mi ya’. Şaka gibi baksana, yatağından oflaya puflaya inip gidiyorsun, bi de bakıyorsun içtima kamuflajlı olacak, acil, alay komutanı konuşacakmış. Buyur burdan yak, tekrar kamuflajıydı botuydu, püsürüydü derken onları giymekle mi uğraşıcan yoksa yarbayın iki saat konuşacak olmasına mı yanıcan, mecbur ikisine de katlanıcan. Başka seçeneğin yok, kaçışı yok kurtuluşu yok. Seve seve olmasa da dinledik komutanı, sözde veda konuşması, yarından sonra gidiyoruz ya. Hava karardı hala konuşuyor, yok şöyle yok böyle, türlü nasihatler, kendi idealist nutukları, bizden istediği geri bildirimler falan fişman adam iki saat konuştu gerçekten. Güneş çoktan batmıştı, karanlıkta arkadan kantine sıvışanların arasına karışıp bu işkenceden kurtuldum. Bir dondurma alıp içimi serinlettim, ordan da biraz TV izledikten sonra koğuşa gidip yattım.


-33-
Dünkünün aynısı şeklinde uyandım, le dejavu.. Artık kahvaltı yapmıyordum burda, ne isteğim ne de iştahım kalmıştı. Mümkün olduğunca uyumak daha işime geliyordu. Sınırları zorluyor, en son ben yataktan kalkmaya çalışıyordum. Kazım da sanki benimle inat edercesine çıkmıyordu yataktan, bi gözüm orhan’da diğeri cem’de, sadece biz kalmışız yatakta. Saat yediye çok az kala çavuş bi kez daha yanımıza gelerek tek tek bağırdı, ‘kalkın artık beyler’ ve diğerlerini umursamaksızın zıpladım yataktan.
Bir diğer konu da mıntıka yani koğuş temizliği vs.. zaten mesuttan başka koğuş görevlisi yok, koğuşçu batuhan bir yandan şunu yapın, bunu yapın, camları dolapları silin diye kafasına göre emrivaki triplerinde, yarın gidicez diye gıcıklık yapıyorlar besbelli. Akşam da yine komple koğuş temizliği var diyorlar. En iyisi kantine kaçıp soteye yatmaktı. Yarın gidiyoruz, son günüm burda, umurumda olur mu? Kaçıp gittim kantine kahvaltı yapmaya, belki poğaça bulurum da iki lokma bir şeyle dindiririm midemin acı safrasını. Kantinde orhan’ı gördüm, çoktan sıraya girmiş bile, olanları anlattım ona da, ‘salla gitsin ya’ dedi her zamanki umursamaz tavrıyla. Ben de ona uydum salladım zaten ve hemen önüne sıraya kaynadım. Kasanın açılmasını beklerken, komandolar da ha bire önden kaynak yapıyordu sıraya. Zaten ben de onlardan feyz almıştım.
Poğaçalarımızı yerken, bağırıyorlar, ‘kısa dönem içtima!’ umurumda olur mu, nasıl olsa son gün, atarsa mehtap adana. Rahat rahat yapıyoruz kahvaltımızı orhan’la, cem ve mustafa ne olur ne olmaz diye önden gidiyor. Murat çoktan kaybolmuş bile ortadan. İçtima yerine gidiyoruz, millet kendince toplanmış ama ne komutan var ne de herhangi bir iş, yavaştan dağılıyor grup aynı kendiliğinden toplandığı şekilde, biz de kamelyalara gidip oturuyoruz. Şevki’nin yine bir paket sigarası çalınmış dolabından, hırsızlardan konuşuyoruz. Koyacaksın zehirli sigaraları, çalıp içen hastalansın da hırsız ortaya çıksın A.K. diyorum. Neyse ya, allahından bulsunlar, ilahi adalet bir şekilde yerini bulur.
Öğleden sonra Ankara takımının kurası çekildi, kimin hangi ilçeye gideceği belli oldu. Bizim koğuştan eren Nallıhan’ı, apo Kalecik’i, İsmail Kızılcahamam’ı çekmiş. Bakalım bizim kura Kırıkkale’nin hangi ilçesine düşecek. Oturuyoruz, oturuyoruz, oturuyoruz, hala oturuyoruz.. zaman bir türlü geçmiyor anasını satayım. Yarın bu alaydan çıkıp gidicez ama şu an yapıcak hiç bişey yok, oturduğumuz masanın üzerine kazınmış şafaklar, devreler vs. ranzalara yazılmış ‘geçmiyor A.K! bitmiyor A.K!’ yazıları, oflayıp puflamama neden oluyor. Bi ara kimse yokken koğuşa girip uyuyayım dedim, etrafa bakına bakına yatağıma geldim, üst kattaki yatağa çıkmak zor geldi, yan ranzanın altına, kazımın yatağına uzandım, ne de olsa gelen geçen onun yatağa uzanıyordu bir nevi yol geçen hanı olmuştu orası, bişey olmaz dedim. Uzandıktan bikaç dakika sonra ranza sallanmaya başladı, altta çantalar devriliyor falan, ulan deprem mi oluyor noluyor derken, bizim kazım çıkıvermesin mi yatağın altından, koğuşçu görmesin diye alta saklanıp yatmış akıllı. ‘Allah kahretmesin seni kazım’ yine gülmeme neden oldun giderayak..
Telefonu çaldırdığımdan beri ne ailemle ne de sevgilimle konuşabilmiştim, nasıl bir psikoloji içine girmiştim, ben de garipsiyordum kendimi. Tam altı gündür kimseyi aramadığım için merak edebileceklerini biliyordum fakat kimseden telefon istemeyi canım istemiyordu. Kantin de her defasında kapalıydı, kart alamıyordum. Koğuşa çıkarken karşımdan sercan geldi, az önce ankesörde konuşurken görmüştüm onu, nedense kartını isteyiverdim bir anda ve annemi aradım, çünkü en çok o merak etmiştir beni, gerisi önemli değil zaten. Tahmin ettiğim üzere annem çok merak etmiş ben aramayınca sonra rahmanı aramışlar, o da ‘iyi, bi problemi yok görüştük biz’ demiş. Telefonumu çaldırdığımı söylemedim, bir sürü laf eder şimdi gerek yok. ‘neden aramadın oğlum, çok merak ettim seni’ deyince, ‘şarjım bitti, şarj edemedim telefonu, burası da çok kalabalık oluyor bi türlü boş denk getiremedim’ dedim, geçiştirdim. Ondan sonra sevgilimi aramak istedim ama içimde bişeyler beni bunu yapmaktan alıkoydu. Nasıl olsa yarın çıkınca rahat rahat ararım dedim, hem de beni gerçekten özlemiş mi bakalım diye test etmiş olurum, diye düşündüm. Bir gün daha beklesin bakalım tepkisi ne olacak aradığımda.
Kamelyaların orda oturuyorum, adımı bağırıyorlar, ‘ne var’, ‘seni nizamiyeden çağırıyorlar’, ‘allah allah kim acaba?’ ,’acaba kızın gönderdiği mektup mu geldi?’, heyecanlı bir şekilde nizamiyeye gidince karşımda yengem ve gizemi gördüm, inanılmaz sevindim onları karşımda görünce. Aileden birilerini görmek hele ki burda, insanı çok mutlu ediyor. Hapishaneye gelen ziyaretçilerin oluşturduğu ortam gibiydi burası, kapıda görüşebiliyorduk ve 17.00’ye kadar. Sigara böreği getirmişler, ay ne güzel yerim ben onları. Aramışlar, ulaşamamışlar telefonuma, çalındığını bilmiyorlar ki, söyleyince benim kadar onlar da üzüldü, keşke vermeseydik filan dediler, annemlere sakın söylemeyin haberleri yok dedim, yoksa bir sürü tantana yaparlar, hiç çekemem. Tamam dediler ama inşallah ağızlarından bişey kaçırmazlar, onlara güveniyorum. Bu arada neler yaptıklarından konuştuk, çünkü benim her günüm aynıydı, anlatacak pek farklı bi şeyim yoktu. Gizemle sezgi, gizemin üniversiteye kaydı ve hazırlık sınavı için İzmir’e gitmişler. Bir de kalacak yer arıyorlarmış, uygun bir ev bakıyorlar. Yarın bakarız, merak etmeyin, buluruz uygun biyer dedim yengeme, çünkü fazla stresli ve düşünceli görünüyordu. Ne de olsa şu anda aile reisi konumundaydı, amcam hiç bi şeyle ilgilenmiyordu ya da ilgilenmesini istemiyorlardı. Zaten amcamı babamlar giderken götürmüşlerdi değişiklik olsun diye. Bu arada nöbetçi rütbeli geldi, ‘bi zahmet yavaş yavaş vedalaşalım, ziyaret saati bitiyor’ dedi. Yarın görüşmek üzere vedalaştık, bişey istiyor musun diye sorduklarında, ‘sabaha demli bir çay olsun, başka bişey istemem’ dedim, gülüşerek ayrıldık.
Akşam yemeğinde sigara böreklerini orhan ve mustafa ile mideye indirdik. Yemekten hemen sonra içtima oldu ve yarın çıkacağımız için kimliklerimiz dağıtıldı. Fotokopi için boşuna koşturmuşum yani. Sonra bavul ve çantaları toplamak için koğuşa çıktık. O da ne A.K, son gıcıklığını yapmadan göndermez bu uzun dönemler, bu sefer hortumu çekmişler, öyle basıyorlar suyu koğuşa. Askerlere dağıtılmak üzere tahsis edilmiş ancak o kadar dandik olduğundan kullanılmaya tenezzül dahi edilmemiş diş macunları ve şampuanları yerlere dökerek köpürtme işlemini hallediyorlardı. Dolaplar, yataklar çekildi ve çek-paslara başladık, hiç itiraz eden olmadı benden başka, bir köşeye geçip izledim curcunayı. Temizlikten sonra zaman geçsin diye TV izlemeye gittim, salonda ışıklar kapatılmış, bir sürü asker toplanmış hırtlar vadisini izliyor, bu nasıl bir psikoloji yahu? İçerisi leş gibi kokmuş, kimse farkında değil, iğrenç bir ortam oluşmuş, fazla dayanamadım bu çöplüğe ve dışarı kaçtım.
Kısa dönem içtima uğultusu yine yankılanmaya başladı kulaklarımda, içtima alanında toplanmaya başlamış herkes. O kadar içimize işlemiş ki bu komut artık, koyun sürüsü nasıl çan sesiyle toplaşıverir, biz de bu sesle toplaşıyorduk işte. Tesadüf bu ya, yine ilk günkü komutan vardı karşımızda, o nöbetçiymiş yine, bu sefer espri falan yapmadan ciddi bi şekilde içtima aldı. Sabah mıntıka yaptıracağını da eklemeyi unutmadı, giderayak kitledi mıntıkayı A.K!.


-34-
Nasıl bir heyecanla çıktıysam, bizim üst teğmenle vedalaşmayı unutmuşum. Bir an önce sim kart olayını halledeyim diye koptuk gittik orhan’la. Anasını satayım şu sırtımdaki valize de eşek ölüsü gibi mübarek, omzum koptu taşırken. İçinde botlar, kamuflajlar, eşofmanlar, parke gibi bilumum ağır askeri malzemeler ve benim bikaç parça özel eşyam vardı. Metroya kadar zar zor taşıdım, demetevler’den bindim ve sıhhiyede indim. Sıhhiye köprüsünün altından Keçiören’e gidicem ama gizem kaç numara demişti hatırlayamadım. Bi türlü aklıma gelmiyor hay aksi şeytan, ne hikmetse aklımda 415 mi 145 mi öyle bir numara belirdi ama 145 diye bir numara geçmiyordu bu yazılanların arasında, sadece 415 vardı aklımdakine benzer, o da sanırım gideceğim yerler civarından geçiyordu. Ben bunun muhakemesini yaparken 415 numaralı otobüs geldi, atlayıverdim hemen, meğer doğru binmişim, zaten yanlış olsa geri döner ya da bilindik biyerde iner araç değiştirirdim ne var yani telaş yapıcak. Bu düşünceme rağmen bir an olsun gözümü yoldan ayırmadım, neyse ki doğru yere geldim ve rahatça evi buldum.
Zaman dışarda çok çabuk geçiyor, su gibi akıp geçti yine ve ertesi gün geldi çattı, şimdi gitme vakti kızlar..


-35-
Dönüşe son anda yetiştim, AŞTİ’ye üçü on geçe gelebildim. Kırıkkale’ye 35, 53 ve 61 numaralı yazıhanelerden bilet kesiliyormuş, hepsine sordum hepsinin de aracı üç buçukta kalkıyormuş, 53ten bir bilet aldım, kuzenlerimle vedalaştım ve Kırıkkale’ye doğru yola çıktım. Ankara çıkışında biyerde, sanırım Mamak yol ayrımında sağa çekti durdu bizim araç, bekliyorum, bi yanda da saate bakıyorum, araç hala hareket etmeyince inip şoföre, ‘kaptan ne zaman gidicez, benim beşte askeriyeye teslim olmam lazım’ dedim. Saatine baktı, yarım kalan sigarasından derin bir fırt çektikten sonra yere attı, eliyle içeri geç işareti yaptı, kendi de kaptan köşküne zıpladı ve gaza bastı. O kadar bastı ki, tam beşte Kırıkkale’ye vardık. Alay hemen otogarın karşısındaydı, arabadan inip koşarak karşıya geçtim sırtımdaki eşek ölüsüyle.
İlk izlenimime göre fena bir yer değildi, rahat görünüyordu. Benden başka herkes gelmiş, bahçede yarı açık TV salonunda oturuyorlardı. Koğuşları tarif ettiler bana, o tarafa gittim, komutan rastgele bir oda gösterdi, boş bir yatağa yerleştim. Önce kapı ağzında bi yere üstün körü koydum eşyalarımı, daha sonra en arkada duvar dibi pencere kenarı, tam köşede boş bir yatak buldum oraya geçtim. Tesadüfen yanımdaki yatakta yatan yaşar, ege üniversitesi biyoloji bölümünden bir araştırma görevlisi çıktı ama bizden önceki dönem olduğu için yarından sonra terhis oluyormuş. Onun diğer yanında yatan da öner diye bi çocuk, doğan medyada gazetecilik yapıyormuş, keşke uzun süre arkadaşlık edebilme fırsatım olsaydı, tam kafa adamlara benziyordu ikisi de. İmrendim onlara yarın doğan güneş dedikleri için, biz ne zaman diyeceğiz kim bilir, of düşündükçe bunalıyorum, şafak çok karanlık anasını satayım.
Yediğimiz akşam yemeğinden sonra yemek muhabbeti yaptık, yemekler güzel çıkıyormuş burda, hakikaten temiz ve lezzetli görünüyordu. Nöbetçi komutan yeni geldiğimiz için bizi yemekhanede topladı ve kısa bir konuşma yaptı, biri de konuşmasa dişimi kırarım zaten, ne nutuk meraklısı bu rütbeliler yahu her neyse, sonra tek tek tekmil vererek tanıştık, ‘jandarma er bilmem kim bıdı bıdı,’ ne saçma.
Kumanda bi çocuğun elindeydi mustafayla TV izlemeye gittiğimde, zap yapmaya başladı kafasına göre ayar oldum, kalktım koğuşa geldim. Tesadüfen muhabbet denk geldi koğuşta, güzel bir ortam oldu yatmadan önce.
Sevgilimi düşünmeye başladım ışıklar sönünce, pencere açık, hava sıcak, yıldızlar bile belli oluyordu. İlham perisi göz kırpıyor, uyku tutmuyordu bir türlü ve satırlar dökülüyordu aklıma sıra sıra;
ey göğüs kafesimin içinde cik cik öten kuş,
ey aşk için heyecanla davul çalan acemi yüreğimin sesi,
ey güzeller güzeli düşler prensesi,
iyi geceler sevgilim, yine senden habersiz seni düşünürken
dışardan bi yerlerden, sanırım düğünden gelen
‘keklik gibi kanadımı süzmedim, murat alıp doya doya gezmedim’
türküsüyle hüzünleniyordum ve yavaştan uykuya dalıyordum
hiç akmayan bikaç damla kuru göz yaşıyla..

Uyumak üzereyken çavuş içeri girdi, gece 12 nöbetine iki tane asker kaldırmak için. Bi birine bi diğerine gidiyor, ‘şşşt kalk lan, bak su getiricem şimdi, kalk lannn’ diye bağırıyordu. Sonra diğerine gidiyor, ‘hadi oğlum kalksana’ diyor, bu tarafa geliyor, adam malını ezberlemiş artık, ‘şimdi su getiricem, tam dökecekken kalkacak’ diyor, hakikaten de öyle oluyor, pet şişe kapağında suyu getirip tam suratına dökecek iken apar topar doğruluyor, uykulu sesiyle, ‘oğum ne eken galdıyon yauo..’ gibi bişeyler diyor, sanırım daha erken demek istiyor. Çavuş, ‘biraz da yatağın üstünde oturup uyuyacak bak seyret’ diyor, yine dediği gibi oluyor, heykel gibi hiç kıpırdamadan yatağın üstünde oturarak uyuyor eleman. Dayanamayıp gülmeye başlıyorum ben de, beni duyan diğer elemanlar da kalkıp neye güldüğümü fark ediyorlar ve ‘ha bu hep öyle ya’ deyip basıyorlar kahkahayı. Onlar güldükçe ben daha çok gülüyorum, gece gece kopuyoruz koğuşta.


-36-
Yeni bir yerde uyanmak güzeldi, her ne kadar askeriyenin içinde asker olarak uyansan da. Vücudun ve aklın değişikliğe olan tepkisi, uyum süreci sıkıntıyı bir nebze olsun dağıtıyordu ama uzayıp giden süreçte yine kartopu timsali yuvarlandıkça birikip büyüyordu içindeki sıkıntı. Sadece bikaç dönümlük alanda teknolojiyi kullanmadan zaman geçirmenin, mallaşmış ya da zaten öyle olan insanların arasında, ne kadar zor olduğunu, bunun belki de dünya üzerinde bir erkeğe verilecek en büyük cezalardan biri olduğunu düşünmeye başladım. Tüm gücümle, sahip olduğum iradeyi son damlasına kadar kullanarak aklıma mukayyet olmaya çalıştım, fark ettim ki burada vatanı korumaktan daha önemli bişey var, aklını korumak. Onu da yitirdikten sonra gerisi ne ifade eder ki? Vatan sağ olsun deyip geçip gidecekler, üzerine bir çizgi çekecekler işte, başka da bişey kalmayacak senin namına bu topraklar üzerinde.
‘Kısa dönem içtima!’, hayda burda da mı? ‘Hadi yeter bu kadar boş durduğunuz, şöyle bir mıntıka temizliği yapın bakalım. Sen şu askerlerin başı ol, sen bunların, hadi bakalım sağda solda pislik kalmasın, siz yaşıyorsunuz burda..’ sanki keyfimizden yaşıyoruz anasını satayım. Dal, yaprak, izmarit, ot, bok, püsür ne varsa topladıktan sonra dağıldık. Öğle yemeğinden sonra da yemekhaneyi biz temizledik. Tabldotlar, kazanlar, çatal kaşık bardak ne varsa yıkadık, çöpü de döktük ve sıramızı savdık.
Kitap okudum, yazı yazdım, muhabbet ettim, TV izledim, yattım uyudum, kalktım volta attım, kantinden telefon kartı aldım evi aradım sonra yine volta attım, ne yaptıysam bir türlü bu ilk günü geçiremedim. Askerliğin en uzun günlerinden biri de bugündü sanırım. Çok sıkıldım, iki dal sigara içtim şu bahsettiğim yaşar hocadan. Telefonun şarjı bitti, sevgilimle mesajlaşmam yarım kaldı ya da henüz başlayamamıştı bile. Bi günaydın, bi de nasılsın diyebilmiştim o kadar. Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yermiş hesabı, tuvalet kokusu çeke çeke mesaj yazmaya çalıştım sevgilim için, bir tutam sevgi için düştüğümüz durumlara bak hele, neyse ona da katlanmış olduk burada. Bugün, bu uzun ve sıkıcı günde bir kez daha sevginin, sevgilinin değerini anladım. Çok fazla duygusala bağladım sanırım, şartlar buna çok müsait ne yazık ki. 345. kısa dönem arkadaşlar şafak atar atmaz, karga bokunu yemeden hemen önce yola çıkacaklarmış, biz uyanmadan belki çıkmış olurlar diye vedalaştık. Doğan güneş demek ne güzel bir şey olsa gerek, inşallah çarçabuk o duyguyu da yaşarız, atarsa 122.


-37-
Herkes bugün ne olacağını merak ediyordu. Sabah güzel bir kahvaltı yaptık, patates kızartması, bal, salatalık, domates ve en güzeli çayla. Ardından içtima bekledik, bir türlü olmadı. Kamelyada TV izlemeye gittik, TV kapalıydı, kimse yeltenmeyince ben açmaya cesaret ettim. İlk açılan kanalda fenerin maç özeti vardı. Çay ocağına bakan asker geldi, kumandayı alıp müzik kanalı açtı, böyle olunca diğer asker buna tepki gösterdi, ‘niye değiştiriyorsun bişey izliyoruz burda’, ‘canım öyle istiyor’, ‘kafana göre değiştiremezsin, saygılı ol biraz bu kadar izleyen var’, ‘git oğlum işine hadi’, derken bunlar tartışmaya başladı. İyice sesleri yükseldi ve tam birbirlerine girecekken komutan geldi, ikisini de yanına çağırdı. O ara bizi de görüp fırça kaydı, ‘ne yapıyorsunuz lan siz burda, hadi mıntıkaya çabuk, çabuk’, şamar oğlanı gibi giderken arkamıza baktığımızda tartışan askerler şınav çekmeye başlamışlardı. Biraz temizlik yaptık, bikaç ot püsür topladık kıyıdan köşeden çöpe attık, iş olsun çöp kovası dolsun diye, bu arada komutan hala aynı elemanlarla uğraşıyor, kaldırıyor yatırıyor tekrar kaldırıyor tekrar yatırıyordu. Sonunda çocuklar dayanamayıp pes ettiler, birbirlerinden özür dilediler, sarıldılar, öpüşür gibi yaptılar, lakin bundan hiç te memnun değillerdi, bu memnuniyetsizlik ta 30 metreden bile belli oluyordu ama şunu çok iyi anlamışlardı, burada haklı ya da haksız bir sürtüşmeye girersen önünde sonunda cezasını beraber çekersin.
Mıntıkadan sonra dışarda oturuyoruz, ‘komutan koğuşları dolaşacak, yataklarınızı toplayın’ dediler, koğuşa çıktım, yastık kılıfı yaptığım tişörtümle beraber eşofmanlarımı da katlayıp yastığın altına koydum. Defter ve kitabım da vardı onların arasında. Valizimi yatağın altına, sırt çantamı duvar dibine yatağın ön yamacına yerleştirdim. Aşağı indim, bir süre sonra komutan ortalıkta gördüğü her şeyi çöpe atıyor dediler, koşa koşa koğuşa çıktım, gerçekten de yastığımın altında ne varsa gitmiş, öyle sinir oldum ki ağzıma ne geliyorsa saydırmaya başladım. Pürtelaş dışarı çıkıp çavuşa eşyaların nereye atıldığını sordum, yemekhanenin çöp konteynırını gösterdi. Hemen koşar adım oraya gittim, çöplerin içinden zar zor seçebildiğim eşofmanlarımı çıkardım, kedi köpeğin çöplüğü eşelediği gibi karıştırıyordum yemek artıklarıyla harmanlanmış çöplerin içini, nihayet kitabımı ve defterimi bulabilmiştim, şükür ki bulabildim, benim buradaki en değerli eşyalarımdır ikisi de. Ateş püskürüyordum resmen, sivilde olsa ağız burun dalardım heralde ama burada yapabileceğim bişey yok elim kolum bağlı bekliyordum. Ah şu saçma sapan yasalar! Psikolojisini yitirmiş komutanlarla, buradaki tabirle RDM olmuş insanlarla uğraştırıyordu bizi devlet baba.

Öğle yemeğinden sonra, kamelyada içtima aldı bölük komutanı. Şoförleri, cezaevi askerlerini ve ihtiyacı olan spor salonu görevlisi ile telefona bakacak iki üç kişiyi seçti. Kimin nereye gideceği ise kurayla belli olacaktı. ‘Burada ne kadar kalıcaz?’ sorusu üzerine ‘üç gün’ cevabını verdi komutan. İstibat mı istikat mı ne haltsa o eğitimden verilecekmiş, o yüzden bekleyecekmişiz. Biran önce nereye gideceğimiz belli olsa da yerleşik düzene geçsek artık. Diğer yandan uzun dönemler ve eskiler, ‘deliceye düşmeyin de nereye düşerseniz düşün’ diyorlar, çok fazla devrecilik varmış orada, komutanlarda eski askerlerinin yanında oluyorlarmış hep, yenilerin ağızlarına sıçıyorlarmış. O yüzden herkesin gözü ordan baya bi korktu, oraya düşmeyelim diye dua etmeye başladık.
Kastamonu’dan babasının rahatsızlığı nedeniyle Diyarbakır yerine buraya gönderilen Tuncer’le tanıştım. Ankara’da oturuyorlarmış, yakın diye buraya göndermişler, velhasıl kelam ressammış hatta abim gibi heykel bölümünden mezun olmuş Hacettepe’den. Eryaman’da resim atölyesi varmış, orda ders veriyormuş öğrencilerine. Anlattığına göre askere gelmeden önce sekiz kişiye yetenek sınavlarını kazandırmış. Falan fişman derken iyi arkadaşlık kurduk diyebilirim, en azından sanattan bahsedebilecek, aynı dili konuşabilecek birini bulduğuma sevinmiştim. İnşallah aynı yere düşeriz diye ümit ediyoruz ikimiz de. Bunun için bölük komutanına heykel projesi sunmayı bile düşünmedik değil hani. Kamelyada hep beraber otururken, Tuncer bi yere gitti, bi daha da görünmedi ortada. Arkasından bu adam pek tekin değil diyenler, çok konuşuyor diyenler, fazla samimi olma diyenler oldu ama biliyorum ki benim arkamdan da neler demediler ki zamanında. Ne yapsın adam, hem tek başına gelmiş, hem de burda bir aydır beraber olan grubun içerisine dahil olmaya çalışıyor, üstelik sanatçı bir adam kimle konuşsun ya? Onu benden başkası da anlayamaz kesinlikle. Resmi, ‘hadi bakalım bizim bi resmimizi çiz’ diyerek yorumlayan milletten ne beklenir başka. Besbelli diğerleri ile arasında negatif elektrik oluşan Tuncer yalnız kalmayı tercih etti. Benim de daha çok bizimkilerle takılmamdan dolayı olacak ki, bi daha yanıma gelmedi. Sonuçta ben elimden geleni yapmıştım onu gruba kaynaştırmak için ama olmadı, hayırlısı olsun.
Akşamı zor ettik, bir türlü zaman geçmedi. Çam ağacının gölgesinde yatıp koro halinde şarkı mı söylemedik, yemekhaneyi mi temizlemedik, bir aşağı bir yukarı mı turlamadık ama ne yaptık ne ettikse şu günün sonunu getiremedik. TV’de sürekli aynı şarkılar, aynı haberler, tekrar diziler, reklamlar derken sersemlemiş halde ve usanmış şekilde havayı kararttık nihayet. Dahice kurduğum sistem sayesinde, telefonumu da kimseye çaktırmadan az da olsa şarj etmeyi başarmış ve açabilmiştim. Biraz onunla zaman geçirdim işte. Sistemi merak edenler için kısaca anlatayım, telefonun şarj aletini eşofmanın kolunun içinden geçiriyorsunuz, priz tarafı avcunuzun içine gelecek şekilde ayarlayıp telefonu iç cebinizde tutuyorsunuz ve fermuarı çekince hiç bir şey görünmüyor ortada. Size telefonu şarj etmek için aleti prize takıp avcunuzla prize yaslanmak kalıyor sadece.
Sevgilime ulaşamadım, moralim bozuktu ama babamın motive edici mesajı sayesinde kendimi yeniden dik tutmayı sağlamıştım. Yemekhanede TV açık kalmış, herkes yataklarda, yat içtiması alınacaktı. Beşiktaş Elazığsporu 3-0 yenmiş, onun özetini izlemeye çalışıyorum ben de, az sonra az sonra derken yarım saat sonra özet başladı, daha bir gol görmeden komutan, ‘herkes yukarı çıksın’ diye bağırdı. Laf yememek için koğuşa çıkmak zorunda kaldım, her neyse, sayabildiğini saydı komutan ve gitti. Ondan sonra Murat’la beraber yaşarın yatağında bulduğum oyun kağıtlarını alıp diğer koğuşa, bizim çocukların yanına gittik. Bi güzel eşli ihale çevirdik uykumuz gelene kadar, sanki askeriyede değil üniversite yurdunda gibiydik.


-38-
Birazcık daha uyuyayım diye kahvaltıya kalkmadım, ne de olsa geç yatmıştım dün akşam. Tıraşımı oldum, kamuflajı giydim dışarı çıktım. Kantinden bisküvi aldım, o da bana yetti zaten.
Burada törenler Salı günleri yapılıyormuş, kürsü ve platform kuruldu, tören alanına geçtik. Yarbayın komutlarıyla hizaya geldik ve albayı selamladık tören geçişiyle. Ardından başçavuşun emriyle iç ve dış mıntıkaya dağıldık sonra serbest bırakıldık öğle yemeğine kadar. Uyumaktan başka güzel bir seçeneğim yoktu zaman geçirmek için, bu yüzden koğuşa çıktım kestirdim. Bir saat kadar uzandıktan sonra canım sıkıldı aşağı ineyim dedim, herkes yemekhaneye toplanmış nedense, tam kapıyı açıp içeri girecektim arkamdan tutup durdurdular. İçerde alay komutanı albay konuşma yapıyormuş, ucuz atlatmış oldum yani, kim bilir kapıyı açıp içeri girsem nasıl azar yerdim hem geç kaldığım hem de konuşmayı böldüğüm için. Biraz yukarıda, biraz tuvalette, biraz da dışarıda takıldım konuşma bitene kadar. Sonra kapı açıldı çıkmaya başladı herkes, içerde ne olduğunu sordum bizimkilere, yasaklar ve kurallar hakkında konuşmuş. Baya bi uzatmış heralde, çıkanların yüzlerindeki sıkıntı çok belli ediyordu bu durumu. Yaklaşık 45 dakika konuşmuş ve onun yüzünden öğle yemeğimizi bir saat geç yedik.
Yemekten sonra bir içtima daha alındı, bu kez kura çekimi için. Herkes heyecanlı ve gergin bir ortam mevcut delice hakkındaki spekülasyonlar yüzünden. Tek tek çağırılmaya başlandık. İlk bizim ali veli konya çağırıldı, hepimiz nereyi çekeceğini en az onun kadar merak ediyorduk. Ne şanslı bir kura çektiyse artık sevincinden konuşamadı, ‘olum neresi lan söylesene’ elindeki sımsıkı tuttuğu kağıdı gösterdi en sonunda, ‘Yahşihan’, en güzel olduğu iddia edilen yerdi orası. Komutanları iyiymiş, göl filan varmış, balık tutmaya gidiyorlarmış, piknik yerleri mevcutmuş ta piknik yapıyorlarmış ara sıra, o derece rahatlarmış anlaşılan. İki kişi daha çekti kurayı, cüneyt’e delice çıktı, tabi morali bozuldu, yüzünün rengi değişti birkaç ton soldu, kötü biyer çıktığı belliydi ama yine de ‘neresi çıktı lan’ diye meraklı sorularını sorup bir an önce cevap almaya çalışıyorduk, çok düşük ve ince sesiyle ‘de-li-ce’ diye zorla heceleyebildi. O üzülürken hepimiz derin bir oh çektik çünkü delice seçeneklerinden biri elenmiş oldu böylece. Laz oğlu bulunduğumuz yeri yani alayı çekti, bakım-onarım yani kademe. Ondan sonra beni çağırdılar, içimden diyorum ‘Allah’ım yardım et ne olur iyi biyer çıksın, ne olur delice olmasın, ya bismillah’ diyerek attım adımımı odaya ve daldırdım elimi kura torbasının içine. Başladım karıştırmaya, karıştırdıkça karıştırıyorum, bir türlü parmaklarım emin olamıyor hangi kağıdı seçeceğime, birini tutup birini bırakıyorum kağıtların, derken komutanların yüzündeki, ‘ee hadi ama seni mi bekleyeceğiz’ ifadesine maruz kalınca, torbanın en köşesine sıkışmış bir kağıdı adeta tırnaklarımla yakalayıp tutmayı başardım ve o kağıdı çıkardım dışarı, yavaşça katlarını açmaya başladım, içimden hala tanrıya dua ediyorum, ‘inşallah delice değildir, başka neresi olsa razıyım’, kağıdın son katını da açtıktan sonra derin bir oh çektim çünkü kağıtta ‘il Mrk. Komutanlığı’ yazıyordu. Önce burası sandım ama değilmiş, daha güzeli dediler, çarşıya da yakınmış daha bi sevindim, sevincim bir kat daha arttı inanılmaz mutlu oldum. Biryandan da bekliyorum başka kim benim olduğum yeri çekecek diye, kazım geldi yanıma benim de il merkez diyerek sonra diğer mangadan Süleyman, arkasından bizim bacanaklar grubundan özdemir aynı yeri çekti. Serkan hocanın badisi ve birinci mangadan İbrahim de şoför olarak il merkezi çekmişler ve son olarak ta bahsettiğim şu ressam arkadaş Tuncer de aynı çekmiş, o da bizimle gelecekti, seviniyorduk bu duruma. Artık en son tertiplerim belli oldu diye düşünüyordum, bundan kelli 4 ay böyle takılacaktık.




-39-
Sabahtan beri ne zaman gideceğiz diye bekliyoruz. Öğle yemeğinden sonraki yemekhane temizliği bize patladı yine. Sabah gitsek yırtacaktık ama olmadı. Yemek kazanlarını, tepsilerini bi güzel temizleyip pakladık. Öğleden sonra karakollar tek tek askerlerini almaya geldiler. İlk olarak delice geldi, aldı götürdü orhan’ı, aliyi, cüneyt’i falan. Sonra Yahşihan, Balışeyh, Sulakyurt, Bahşılı derken en son biz kaldık. Birbirimizden ayrılırken duygusal anlar yaşadık. Ne de olsa iyi kötü anlar paylaşmıştık ömür billah unutamayacağımız. Nihayet bizim karakol aracı da geldi ama cezaevi askerleriyle beraber kalabalık olduğumuz için valizlerle beraber sığamadık, kazım özdemir ve ben bir sonraki seferi bekledik. Oysa herkesle öpüşüp vedalaşmıştık, hatta alayda kalan arkadaşlarımız valizlerimizi taşımamıza bile yardım etmişlerdi, biz araca binemeyince tekrar nizamiye kapısının oraya geri taşıdık valizleri ve ağacın dibine oturup beklemeye başladık. Yaklaşık 20-25 dakika sonra aynı araç bizi almaya geldi, tekrar öpüşüp vedalaştık, yeni yerimiz il merkez komutanlığına doğru yola çıktık.
Dışardan bakıldığında köy okulunu andıran bir karakola geldik, küçük bir yerdi burası hem de karşısında demiryolu vardı ve sürekli trenler geçiyordu. Mesai bitimine denk gelmiştik, bölük komutanı yüzbaşı bizi odasına çağırıp tanışmadan önce kayıtlarımızı yapmıştık ve üst baş, çanta aramasını da askerler yaptığı için o aramadan da yırttık, sonra yüzbaşının odasına girdik, burada hacılar beldesine de aramızdan asker gönderileceğini söyledi ve bu seçimi bize bıraktı. Önce ‘şoför olanlar kimler’ diye sordu, İbo ile ufuk el kaldırdı ‘sizden kim gitmek kim kalmak ister’ dedi, kısa süreli sessizliğin ardından ‘karar veremediyseniz ben seçeyim’ dedi ve Ufuk’u hacılara İbo’yu buraya seçti. Bize döndü ve aynı soruyu bize de sorunca tereddütte kaldık, hiçbirimiz bu konuda emin değildik. Sessizliğimizi gören bölük komutanı, ‘niye susuyonuz la oğlum yok mu aranızda birbirine daha yakın olanlar, onları ayırmak için soruyorum yoksa ben rastgele göndericem’ deyince ben hemen lafa girdim; ‘kazım, özdemir ve ben acemilikten beri beraberiz komutanım’, ‘kim kazımla özdemir’ dedi. Kazım ve özdemir ellerini kaldırdı. ‘Tamam siz burda kalıyorsunuz, diğerleri de hacılara gidiyor’ dedi ve konuyu kapattı.
Ordan koğuşlara geçtik, altışar kişilik odalar otel odasını andırıyordu ama yıldızı olmayan harabe bir otelin odasını. Öyle harabe ki, odaların kapıları bile yoktu. Yeni boya yapıldığı için her yeri keskin bir tiner kokusu kaplamıştı. Kendimize uygun yer aradık ama bulamadık. Uygun yer olmadığı için de Özdemir le ben bir odaya, kazımla İbo da başka bir odaya aynı ranzalara yerleştik. Bu yerleşim işleminin ardından yemek yemeye indik. Yemekten sonra duş alıp hemen yattım.


-40-
5’i 20 geçe uyandırıldık, acemi birliğinde bile bu kadar erken uyandırılmamıştık a.k. neyse, her yerin farklı bir kuralı var demek ki, fazla takılmaya gerek yok. Tıraş takımlarımı aldım, takım dediğim de tıraş köpüğü ve jilet sadece. Tıraş oldum, kamuflaj giydim, koğuş mıntıkasını yaptık ve dışarı çıktık. Bunlar her sabahki rutin işlerdi bir enteresanlığı yoktu yani. İçtima da komutanlar da vardı ve bu bir değişiklikti benim gördüğüm kadarıyla. Hatta bir farklılık daha vardı, kadın astsubay. Sonradan öğrendiğimize göre 22 yaşında ve evliymiş. O kadar erkeğin içinde göze hemen o göze batıyor her ne kadar güzel olmasa da. Başka meslek bulamamış mı diye tartışıyoruz aramızda. Ayrıca asker sayısından çok rütbeli vardı. Bir askere iki rütbeli düşüyor neredeyse. Düşünüyorum da bu kadar rütbeliye bu küçücük karakolda ne gerek var. Vah milletimin insancıkları vah, yazık değil mi bu ülkenin paracıklarına? Birbirlerine iş buyurup, takılarak vakit geçirmekten başka bir işleri yok gördüğüm kadarıyla. Hele uzmanların hiçbir iş yaptıkları yok. Askerler bile onlardan daha fazla çalışıyor. Askere gelince memurların maaşını kesiyor devlet, ordan ettiği karla bu rütbeciklilere 3 bine yakın maaş ödüyor, hem de bol keseden. Vay memurumun haline, vatan görevinde bile koruduğu devlet tarafından kazığa oturtuluyor.
Uzmanlarla konuşuyoruz, hepsi de ‘ben oğlumu askere göndermem’ diyor ama yapabilecekleri hiçbir şey yok, onlarında elleri mahkum devlete. Tamamen rezil bir ortamdayız. Burası üçüncü bölüğümüz, her yeri bok götürüyor, pislik, böcekler, haşereler.. Yemekhanede de durum keza öyle. Hapishaneden farkı yok, sanki suç işledik te mahpusa girdik a.k!. Dışarı çıkmak yasak, her şey saatle ve emirle. Doğudaki askerlerin şehit olmasına şaşmıyorum artık, imkanlar çok kötü çünkü. Güvenlik bile koftiden. Hasta adamlara ‘hadi lan ordan’ deyip nöbet tutturuyorlar, sonuç ortada. Bugün yüzbaşı yine çağırdı bizi yanına ve görevlerimizi belirledi. İki kişi karakol, iki kişi de karargah askeri olacakmış. İbo şoför olduğu için kesin karakol olmuştu, diğeri için ‘kim geçmek ister karakola’, kazım, ‘ben karakola geçerim komutanım’ diye atılıverince öne, karargah ta Özdemir’le bana kalmış oldu. Yüzbaşıdan sonra sırasıyla karargah komutanı kıdemli başçavuş, onun ardından da bizden sorumlu uzman odasına çağırdı. Baş çavuş, diğer askerlere örnek olmamız gerektiğini, davranışlarını bir nebze olsun değiştirebilirsek iyi bir şey yapmış olacağımızı söyledi. Mesela kitap okuma alışkanlığı kazandırın onlara deyince içimden ‘o baya bi zor iş komutanım’ dedim. Bu tipler, maça bile kurtlar vadisini tercih eden tipler, kekoluk hayat tarzı olmuş insanlar, kitap mı okurlar hiç? Varsa yoksa arabesk, fantezi..
İlk izlenimler açısından bizden sorumlu Abdullah uzman kendince rahat birine benziyordu, nitekim de öyle olduğu anlaşıldı, diğer askerlerin verdiği referanslar itibariyle. Çocuklarından bahsetti bize, çay söyledi kantinden ama henüz demlenmediği için gelmedi çaylar. Samimiyet kurma ve bizi daha yakından tanıma hareketleriydi bunlar.
Öğleden sonra eğitim yaptırılacak diye silahlarımızı dağıttılar, bu kez MP5 isimli otomatik tabancaları almıştık ve numaralarıyla üzerimize zimmetlendiler. Zimmet işleminden sonra emrah diye bir asker var, çavuşmuş galiba, komutan triplerine girmiş, sen şunu yap sen bunu yap diye emir veriyor millete, iyice gıcık olduk. Ayrıca bulaşıkları bize kitlemeye çalışıyordu. Nitekim arkasına aldığı bir sürü bıdı bıdıcı uzun dönem yandaşlarıyla bir olup sabah ve akşam bulaşığı bize yığmayı başardı. Komutan gidip durumu anlattık, o da tuvalet anlamış, tuvalet temizliğine girmesinler diye haber göndermiş. Yani bulaşık adına her hangi bir görüş bildirmemişti, sanırım oraya karışmıyordu, kendi aralarında halletsinler diyordu.
Bundan sonraki görevlerimiz arasında bulaşık yıkamak ta olacak artık. Diğer görevlerimiz ise, karakoldakilerin devriye ve asayiş, bizim ise nizamiyede değişmeli olarak çavuşluk, gelen gidenin kaydını tutacakmışız, ne muntazam bir görev.


-41-
Buradaki çavuş baya bi enteresan, dürterek uyandırıyor. Artık günler de kısalmaya başladı, karanlıkta uyanıyoruz. İyice. Pazartesi, (üç gün sonra) mp5 atışına gidene kadar yeni görevlerimize başlamayacakmışız. Boş durmayalım diye su kanalını kazdırdı bize Abdullah uzman. Kanal tıkanmış, su gitmiyormuş, yaklaşık 15 metrekare alanın hepsini 10-15 cm kalınlığında betonu kırdık, balyoz ve kazmalarla. Sabahtan akşama kadar o pisliği temizledik. Karakolun dışındaki çöplüğe el arabasıyla döküp döküp geldik. Bir tanesi iyice hurda olmuş zaten tekerleği koptu biz beton kırıntılarını taşırken. Başka bir tane el arabası bulup getirdiler, onunla devam ettik taşıma işine. Özdemir, ‘askerde ne yaptın diye sorarlarsa şoförlük diyecem’, ben, ‘ne şoförlüğü lan’, özdemir, ‘el arabası’.. bu lafın üzerine biraz gülüştük sonra aklıma alaydaki muhabbet geldi. Rütbeleri saymaya başladığımda, ‘onbaşı, yüzbaşı, binbaşı’ derken hızımı alamayıp, ‘yarbaşı, albaşı, tuğbaşı, tümbaşı, korbaşı, orbaşı..’ diye bitirmiştim.
Akşam, 22 yaşındaki mustafa astsubayla muhabbet ettik. Bizi bulaşıktan kurtarmak için yanına çağırmıştı yemekten sonra ama yemeği yedik hemen olay ihbarı geldi. Abdullah uzman devriyeden gelenleri kanal hafriyatına vermişti, onlar da hazır kıta olarak olaya gittiler, kanal da yemekhane de bize kaldı a.k. Duş almamız lazımdı, hava kararıyordu artık, pes dedik, kanal pisliğini bitirdik, yemekhaneyi olduğu gibi bıraktık, koğuşa çıktık. Ne sıcak su kalmış, ne de elini yıkamak için sabun. Aşağı inip temizlik malzemeleri dolabından el sabunu buldum, kim bilir aylardır hatta belki de yıllardır kullanılmamış orada duruyorlardı, belki de unutulmuşlardı burada sıvı sabun devriminden sonra. Üzerindeki poşetin reklam baskısı bile çoktan silinmiş, sabun içinde ufalanıp toz haline gelmeye başlamıştı. Nihayet doğada kendiliğinden kaybolmadan ben fark ettim sabunları ve kullanılmak üzere lavabolara koydum. Uzun dönemlerin gözlerinin önünde olmasına rağmen görmüyorlar mı yoksa görmek mi istemiyorlar bilmiyorum, bu nasıl bir vurdumduymazlıksa artık, adam pisliğin içinde çalışıyor, kolunu dirseğine kadar leş kanalın içine sokuyor, eli yüzü kir toz çamur içinde ama elini sabunlamadan yemek yiyorlar. Pisliği geçtim, insanlık namına dair tavırlar da göremiyorum ki, adamlar ekmeği bölmeyi bile bilmiyor, resmen ortasından pençe atıyorlar ve öyle de yarım bırakıyorlardı fare kemirmiş gibi. Tamam görmemiş olabilirler, haklılar ama uyarınca da yüzüne mal mal bakıyorlar, işte en trajik olanı da bu. Üstüne koğuşta bulaşık sırası tartışması yaptık uzun dönemlerin alt devreleriyle. Devreciliğin ne kadar saçma bir sistem olduğunu uzun uğraşlar sonucu kabul ettirmeyi başardık. Önemli olan devrecilik değil, devrimciliktir, yaşasın devrim. Eski kötü sistemi yıkıp, yerine herkes için güzel bir sistem yaratabiliyorsan işte o zaman devrimcisindir.


-42-
Sıkıntılı bir güne uyanacağımızı bilmeden rutin bir şekilde içtimada toplandık. Üzerimdeki dün akşam yıkadığım kamuflaj hala nemliydi. Nöbetçi veli başçavuşmuş, askerlerin en sevmediği komutan. Hakikaten de sevilmediği kadar var, cins cins tavırlarıyla sabah sabah acayip bir nutuk çekti. Nutuktan sonra herkes görevlerine dağıldı, biz de yeni geldiğimiz için ne yapacağımızı bilmiyorduk ama hafta sonu için çarşı iznimizin olup olmadığını öğrenmek için toplanıp veli başçavuşun odasına gittik.
İçeri girdiğimizde aynı cins tavırları hala üzerindeydi, çarşı iznimizi sormaya gelmiştik dedik, önce gözleriyle bizi pis pis bizi süzdükten sonra sinsi bir tebessüm belirdi suratında, tamamen gıcıklık kokuyordu bu tavırları ve sonunda bir pislik olacağı besbelliydi. Yeni gelenlerin 15 gün çarşı izni olmadığını ve kendinin de bu konuda yapabilecek bir şeyinin olmadığını söyleyerek bizi hayal kırıklığına uğrattı. Bu lanet olası yerde daha ilk haftadan, çarşıya bile çıkmadan nasıl zaman geçirecektik, üstelik iletişim de kuramıyorduk dışarısı ile, içime bir taş oturdu, göğsüm sıkışır gibi oldu, nefesim daraldı.
Gizli gizli telefonumu kurcalıyorum tuvalette. Sevgilime attığım mesaja cevap gelmemesi, beni moral olarak çökertmişti, hele ki şu buhranlı havada içimdeki yaşam sevgisi yerle bir olmuştu resmen. Neredeyse tek moral kaynağım, yüreğimin tutunacak tel dalı beni kendi kaderime terk etmişti bu zindanda. Yatağıma gidip uyumayı denedim, depresyondaki bir insanın yaptığı gibi kurtuluşu uyumakta gördüm o anda ama uyutmadı sıkıntılı düşüncelerim.
Kitap okumak için sessiz biyer aradım, nöbet kulübesindeki sessizliği keşfettim ve orada bikaç sayfa okuyabildim ancak. Daha sonra TV izlemeyi denedim yemekhanede ama diğer elemanların muhabbetine daha fazla katlanamayıp ordan kaçtım. Birisi geldi arkamdan, komutan çağırıyor dedi, bi gittim yan taraftaki bahçede veli başçavuş ağaç kökü söktürüyor askerin birine. Ben gelince de ‘yardım et arkadaşına kısa dönem’ dedi. Bana böyle hitap etmesi canımı sıkmıştı, üstüne bi de siktiriboktan bir demir testeresiyle ağacı kestirmeye çalışması tam anlamıyla faciaya davetiye çıkarmak demekti. Doğal olarak ağaç kesilememiş ve testere de kırılmıştı, bunun üzerine bir de azar işitmemiz bardaktan taşan son damla oldu, ‘olmuyor komutanım bunla, ben yapamıyorum’ dedim. Bu sıkıntılı günde iyice bunalttı beni bu iş. O sıra da bikaç kişi daha toplandı etrafımıza ve hevesli bir şekilde izlemeye başladılar, aralarında inşaatçı bir asker varmış, ufak boylu ama yapılı biri bu sami, aldı eline kazmayı iki üç kez salladı, parçalayıp çıkardı kökü yerinden, komutanın ‘öyle olmaz dur bi’ demesine aldırmadan. Bunun üzerine göt olan komutan, ‘aferin sami, aferin’ demekle adeta içine düştüğü bu rezil durumu kurtarmaya çalışıyordu.
Aklıma amcam geldi, o da başçavuştu. Zamanında kim bilir o da neler yaptı askerlere, kim bilir nasıl davrandı ve bu yüzden ne ahlar aldı ki, şimdi bu halde cezasını çekiyor. Hiçbir şey karşılıksız kalmaz, ben ilahi adalete inanıyorum, önünde sonunda yerini bulacak.
Akşam içtimasında sağdan saydırıyor komutan surat beş karış yine, yanlış sayıyor çocuklar, şaşırıyorlar, tekrar baştan başlıyoruz saymaya. Dua ettiriliyor, beğenmiyor bi daha. Sonunda egosu tatmin oldu diyoruz ‘içeri girebilirsiniz’ deyince, özdemir’e ‘bekle’ diyor, ‘sen beni daha tanımıyorsun, anlatmadı mı arkadaşların beni, buranın en gıcık adamı benim.’ İçimden diyorum, anlatmaz olurlar mı, hem de nasıl anlattılar, bir bilse arkasından konuşulanları kalp krizi geçirir sinirinden. Daha ilk geldiğimiz gün itibariyle çocuklar, veli başçavuş tam bir o. çocuğu diyorlardı. Gerçekten az bile diyorlarmış, onlara hak vermemek mümkün değil.
Akşam, Beşiktaş maçına kadar bulaşık yıkadık. Digitürk varmış burada, askerler kendi aralarında para toplayarak üyelik açtırmışlar. Ne güzel düşünmüşler derken, bağırış çağırış, küfürler eşliğinde hiçbir keyif almadan sırf zaman geçsin diye izledim maçı. Hayatımda izlediğim en keyifsiz, en iğrenç maçtı, hem ortam hem de skor açısından. Antep’e yenildik a.k. o moral bozukluğu ve sıkıntı içinde uyumaya çalışıyordum ki, gece nöbetçilerinin her iki saatte bir ışığı açıp üzerini değiştirmesi de sıkıntımın üzerine tuz biber ekmiş oldu.


-43-
Le dejavu, aynı buhran, aynı eziyet, tam bir felaket. Saat dokuzdan sonra nöbetçi komutanlar değişecekti. Veli başçavuşun yerine Abdullah uzman geldi yine. Bir çarşı şansımızı da ondan deneyelim dedik ama o da yapabileceği bir şeyin olmadığını söyledi. Sonra herkesi içtimada topladı. Çarşıya çıkacaklar, devriyeye çıkacaklar, nöbetçiler, istirahatliler derken iki tane rdm askerle biz kaldık, dört tane kısa dönem. O iki askeri boya yapmaya gönderdi, sonra bize bakıp pis pis sırıtmaya başladı. Çenesini ve kafasını karıştırdıktan sonra, ‘sizi dışarı çıkarayım mı?’ dedi. Bir an gözlerimiz parladı, ama işin ucunda bir ibnelik olduğu belliydi. Kapı önündeki kaldırımları süpürttü ama ona rağmen hiç birimiz şikayetçi olmadık bu durumdan. Nizamiyenin dışında olmak apayrı bir psikolojiydi, bizim için bir hava değişimi gibiydi. Arabayla yoldan geçenler bizi görünce kornaya basıp selam veriyorlardı, askere selam vermek bir gelenek sanırım. Ne sanıyorlarsa askeri, selam verilecek kadar kutsal mıyız acaba onların gözünde? Bence hizmetçi veya köleden başka bir şeye benzemiyoruz. Dışarıdaki işleri yavaş yavaş yapıyorduk, arada bir firar etmenin muhabbetini yapıp eğleniyorduk kendimizce. Özellikle kazımın ciddi ciddi çaktırmadan çarşıya kaçma planı hepimizi güldürmüştü. Meğer öğle olmuş, yemek arabasını görünce anladık. Hem dışarda hem de bir şeylerle meşgul olunca zaman nasıl da çabuk geçmişti.
Öğle yemeğinden sonra, alaydan arkadaşlar bizi ziyarete geldi. İhsan, eren ve muhammed. Ne kadar bunaldığımızı o zaman anladım. Kurtarıcımız gelmiş gibi koştuk karşıladık onları. Kamelyada oturup içimizi döktük, rahatladık, nefes aldık resmen yarım saat te olsa.
Akşam beş buçukta yemek geldi ama komutan habire iş kitliyordu. Yok kalaslar sökülecek, yok malzeme dolabının yeri değişecek, yok mıntıka yapanlara yardım edilecek derken saat altı buçuk oldu. Sağ olsun, onun yüzünden yemekleri buz gibi yedik. Ondan sonra komutan odasını temizletmek için çağırmış bizi, yanına gittik. Oysa onun umurunda bile değildik, kendisi lahmacun söylemiş, löp löp mideye indiriyordu, mis gibi de kokmuş a.k. nasıl canımız çekti tok halimizde bile. Karşısında bizi görünce önce afalladı, ‘niye geldiniz’, ‘siz çağırmışsınız komutanım’, ‘ben çağırmadım sizi, kim dedi’, kantinci uğur komutanım’, ‘çağırın onu bana bakayım’.. böylece temizlikten de yırtmış olduk ki zaten özel iş yapmamamızı söylemişti bölük komutanı bize.
Neyse dışarda oturuyoruz, eski dönemlerle muhabbet ediyoruz. Bir yandan da içeride bulaşık yıkayan elamanı kesiyorum, tabldotları hiç köpüklemiyor, durulayıp koyuyor kenara. Sıra bize gelince tertemiz yapıyoruz ama adamların umurunda değil, baştan savma iş yapıyorlar ki bu yemek yediğin kap be mübarek, daha neyi temiz tutucan burda?
Bugün yemekhane boyandı, bütün masaları dışarı çıkardık, hayrına yıkayalım dedik. Her gün kirli bir bezle, üstünkörü sildirip atıyorlar, bir iyilik yapalım dedik, pırıl pırıl yaptık masaları. Gel gör ki, daha aynı akşam adamın biri karpuz kesti masanın üstünde, şerbetli şerbetli kaldı öyle. Bir de arkasından kavun keseceklerdi ki son anda engel oldum, dışarda kestirdim. Daha doğrusu ben götürüp kestim ama kimse gelmeye tenezzül etmedi dışarı. Şansıma da kavun bal gibi çıktı, yarısını tek başıma yedim, şiştim, diğer yarısı ne oldu hatırlamıyorum. Millet maç izlemeye girdi yemekhaneye, bende girip biraz izledim sonra sıkılıp koğuşa çıktım.
Sevgilimi düşündüm yatağımda uzanıp, sonra battaniyenin altında gizlice telefonu açıp acaba mesaj gelmiş mi diye bakayım dedim, nihayet lütfedip bir kısa mesaj yazmış, o da en klişesinden, ‘kontörüm yoktu ya yazamadım’. Her ne kadar inanmasam da bozmadım kendisini, çünkü o an önemli olan benimle iletişim halinde kalmasıydı. Ondan haber alabilmek tek istediğim şeydi, tartışmaksa en son istediğim bile değildi. Bildiğim tek şey şu anda onu sevdiğim ve ona tutunduğumdu. Tutunduğum bu dalın kırılması benim kötü bir şekilde yere çarpmama neden olabilirdi her an. İnandığım tek din ona olan karşılıksız aşkımdı ve onun uğruna adadığım düşüncelerim, bana mutluluk olasılığı yaratan varlığa, içimi huzurla dolduran Tanrı’ya işaretti. Tanrımıza Hamd Olsun! Amin!






-44-
Atışa gidicez diye içimizdeki coşku yüzümüze yansıyordu, henüz sabahın beşinde kalkmamıza, kahvaltı bulaşıklarını yıkamamıza, içtimada komutanların her zamanki asık suratlarını görmemize ve gıcık tavırlarımızı çekmemize rağmen, keyfimiz kaçmıyordu. İçtima için silahları aldık, içtimadan sonra tekrar silahlığa bıraktık, ardından ‘bunlar atışa gidecek’ diyerek, tekrar silahlığı açtırıp silahları dağıttılar. Halbuki o kadar da atışa gidicez diye söyledik, yine de ‘olsun bırakın silahları, giderken alırsınız’ demişti. Önce hacılardaki arkadaşlar, sonra cezaevindeki arkadaşlar geldi. Karakolun önünde hep beraber toplandık, bölük komutanı kısa bir konuşma yaptı atışla ilgili, sonra araçlara binip atış yerine, Yahşihan’daki Kızılırmak kışlasına doğru yol aldık.
Trafikte yanımızda üniversite minibüsü durdu, kızlar bize biz kızlara bakıyoruz, aynı aç kurtlar gibiyiz. Kimisi dudağını ısırıyor kızların, kimisi tatlı tatlı tebessüm ediyor, şımarık olanları öpücük atıyor, el sallıyorlardı. Biz erime noktasına gelmişken yeşil yandı araç hareket etti ama bir sonraki ışıklarda tekrar yan yana geldik. Bu sefer daha temkinliydik, ibo kepini düzeltti, silahın ucunu kaldırdı, ben de bakışlarımı sertleştirdim ve elimdeki silahı kaldırdım. Onlar hala gülüyorlardı, belli ki onların da hoşuna gitmişti bizi görmek, her ne kadar onların gözünden sirk hayvanı gibi göründüğümüzü bilsek te bizim de hoşumuza gidiyordu bu durum. Yol ayrımından onlar sağa biz sola dönünce bu kısa içgüdüsel macera da son bulmuş oldu.
Atış yerine vardık, tüm ilçeler sırayla geliyorlardı arkamızdan. Devrelerimizle görüştük, herkesle kısaca durumlar hakkında bilgi alışverişinde bulunduk, üç aşağı beş yukarı herkesin durumu aynıydı, hacıların dışında. Hacılardaki devreler, şu bizim bölükten ayrılanlar daha ilk günden kanka olmuşlar rütbelilerle. Mangal yapmışlar, sosyal tesislere maç izlemeye gitmişler, telefon kullanmalarına bile izin veriliyormuş. Anlatılanlara göre bizim durumumuz en kötüler arasında sayılabilirdi, en kötü karakola düştüğümüz hissine kapıldım ve içime yeni bir sıkıntı düştü.
Atışlar esnasında, atış yerleri arkasında sıraya girdik, bu sırada etrafı gözlemlemeye başladım. Bu poligon Sincan’dakine göre on numara yapılmıştı gerçekten. Her yer beton kaplanmış ve hizalar tam istenildiği gibi ayarlanmış, hem temiz hem de rahat bir alan oluşturulmuş. Sıram geldiğinde ilk üç mermiyi hedefe isabet ettirmeyi başardım, sonraki dokuz mermiden seri modda dört isabetli atış yaptım. Atıştan sonra ilk bizim karakol toplandı ve araçlara bindik, daha doğru düzgün görüşememiştik bile diğer devrelerimizle, ne acelemiz vardı sanki hemen dönüyorduk. Aslında amaç öğle yemeğine yetişmekti sonradan anladım, ayrıca bulaşıklardan da yırtamadık bu yüzden, yıkama sırası bizdeydi bugün.
İşeri bitirdikten sonra karakolun içindeki bekleme odasına geçtik oturduk, gazete okuduk, bulmaca çözdük, muhabbet ettik. Kazım bir ara kaybolmuştu ortalıktan sonra elinde çaylarla geri döndü, bize çay almaya gitmiş sağ olsun. Çaylar gelince sigaralar da otomatikman yanmaya başlandı, ben de yaktım bir tane derken hakkı uzman çağırdı, zaman geçsin diye ona yardım ettik evrak düzenleme işlerinde. Evraklar da askerlere öğretilmesi gereken ders notlarıymış. Ben üniversitede bile bu kadar notu bir arada görmedim ama zaten burda da pek fazla göreceğimize benzemiyor, bu düzenlemeden sonra arşive kaldırılıp atılacaklar, prosedür gereği bulunuyorlar yani, düzenlemeye gitmesek onların bile varlığından haberimiz olmayacaktı.
Bugün atıştaki binbaşı, üç çeşit atış var deyip anlattı ama sadece ikisini uygulattı. Denetimde gelip sorarlarsa üçünü de yaptık diyeceksiniz diye tembih etti. Hey gidi komutan be, her yerde usulsüzlük, her yerde kaytarma var, sonra askerler nasıl kaytarmasın sizin bu hallerinizi gördükten sonra.
Evrakları düzenlerken veli başçavuş çağırdı özdemir ve beni. Görevlerimizi belirleyecekmiş meğerse. Artizin yanına geldik, yüzünü pencereye arkasını bize dönmüş bekliyordu, biz geldik, ‘bizi çağırmışsınız komutanım’ deyince bize bakmadan ‘odama geçin’ dedi. Sanki padişahın sol bilmem nesi. Her neyse odaya geçtik, biraz sonra geldi bu, edebi cümleler kurmaya çalışarak bize yeni görevimizi anlattı, nizamiye çavuşluğuna başlayacakmışız yarın, bir tek onu anladık. Sabah sekizden akşam sekize ben, akşam sekizden sabah sekize özdemir duracaktı. Her hafta da vardiyamızı değiştirecektik sözde. Gelen gideni kayıt edip, üst aramasını yaptıktan sonra ilgili birimlerle görüşmesini sağlayacakmışız, hepsi bu kadar. Bakalım geri kalan zamanda ne yapıcaz, hadi bakalım hayırlısı, bekleyip görücez.


-45-
Sabah içtimasına çıktık, hava buz gibi, kısa kollu gömlek giyiyoruz hala, kollarımızdaki tüyler diken diken olmuş, donuyoruz. Üstümüze başka bişey giymek yasak, askeri kurallar gereği ekimden önce uzun kollulara izin verilmiyor. A.K bu kurallarım, kurallar yüzünden herkes hata oluyor, hastane günü de bir günmüş zaten, öyle her istediğin zaman çıkamıyorsun, öyleyse hasta olmak ta yasak. Neyse, biz titreye duralım bu sırada veli başçavuş geldi, ‘nizamiyede şüpheli paket var’ dedi, herkes bir tarafa koşmaya başladı. Tatbikat olduğunu anladım, ben de daha önce söylendiği görev yerime koşmaya başladım, 1 nolu nöbet yeri, nizamiye kapısı. Komedi oyunu gibi, komutanlarla güle oynaya saldırı tatbikatı yaptıktan sonra tekrar içtimaya döndük. Her rütbeli, sorumlu olduğu askerlerin kontrollerini yaptı. ‘sıra açıl, marş’. Kimlik kartı sol üst cepte olacak, sağ üst cepte bakım mendili, künye isim okunacak, L harfi oluşturacak şekilde tutulacak, tıraşlar, enseler, favoriler, botların boyası falan fıstık kontrol edildikten sonra, ‘bere tak, sıra yanaş’ komutlarıyla ilk konumumuza döndük.
İlk görevime başlamak için nizamiyeye geçtim. Sorgu defteri ve araç kayıt defterini aldım yanıma ama sorgu defteri daha sonra nöbetçi komutanda kalmak üzere odaya çıkarıldı. Gelen gidenin kimliğini ve telefonunu aldıktan sonra kiminle görüşeceğini, girdiği çıktığı saat ve tarihi, ne için geldiği yazıp üst aramasını yaptıktan sonra içeri alıyordum. O görüşmesini yaparken ben de santralde GBT’sini sorgulatıyordum. Kayıt yoksa sorun olmuyor ama şahıs aranıyorsa onu karakolda alıkoyacakmışız, bu çok önemliymiş. Eğer öyle bir durum olur da elimizden kaçırırsak yakarım seni dedi başçavuş. Sorgu defterine kayıt ederken de TC numarasını ve ismi sakın yanlış yazma diye de üstüne basa basa uyardı. Görevimi iyice kafama kazıdım, özdemir de gececi olduğu için yanımda duruyor, işi öğreniyordu. Çok meraklı olduğundan değil, veli başçavuş istirahat etmesine izin vermediği için duruyordu aslında. Bir müddet yanımda durmaya devam etti, iyi de oldu aslında, muhabbet ettik, zaman geçirdik. Zaten okuduğum kitap ta sarmadı bir türlü.
İbo araç eğitimi için alaya gitmişti, kazıma hakkı astsubayın odasında evrak işleri kitlenmişti, ona ara sıra bakıyordum da habire bişeyler yazıyordu. Ne yapıyorsun dedim ordan geçerken, kafasını kaldırıp bana baktı, işine ara verip biraz konuşma ihtiyacı hisseti. Daha onların görevleri belli olmamış, ne yapacaklarını bilmiyormuş kimse, böyle evrak işlerini veriyorlarmış şimdilik.
Nöbet tutan askerler de güneşten kaçmak için nizamiyenin içine giriyorlardı, muhabbet ediyorduk dolayısıyla. Bir ara dalmışız muhabbetin içine, Akif uzman gelmiş, biz fark etmeden nizamiyeye girdi, ‘oh ne güzel kurmuşunuz ortamı, işiniz yok mu lan, ne biçim nöbet tutuyorsun sen geri zekalı,’ diyerek beni de nöbetçi askeri de azarladı. Gittikten sonra da arkasından okkalı küfürleri yedi haliyle. Bu asker konyalı çıktı ama bodrumda yaşıyormuş, merkezde. Ben de güvercinlikte oluyorum yazın dedim, biraz bodrum muhabbeti yaptık güzel oldu. Nerden nereye işte, iç çekerek eski günleri yad ediyorsun, çok zor gerçekten. Üstelik halimize bak, sabahki tatbikat komedisi, askerin boş şarjörle, çeliksiz yelekle ve bu eskimiş alet edevatlarla nöbet tutmaya çalışması, şu iki saati nasıl geçiririm diye çırpınıp durması, üstüne diğer nöbetçinin gelmeyip nöbeti takması, çavuşu çağırmak için düdüğü zırtlatana kadar çalması, hepsi ayrı bir trajikomedi. Askerlik mi? Bence tam bir kara mizah örneği. Hele ki jandarma Allaha emanetti. Bir durum olduğunda silah çeksen suçlusun, sıkmasan ölüsün. Bu nasıl bir strateji nasıl bir parodi? Anlamadım, anlamıyorum, anlayamıyıcam da.
Gece devriye nöbetçisi rütbelilerden biri koğuşa çıkmış, gece çavuşunun yatağına yatmış uyumuş. Sabahın beşinde çavuş bağırıyor, ‘hadi kalkın, kalkın’ diye. Özdemir gözünü bir açmış, çavuş yatakta ama koridordan sesi geliyor. Bu nasıl iş demiş kendi kendine, biraz dikkat kesilince komutanın yataktan fırlayarak kaçıp gittiğini görmüş. Sen o kadar nutuk at, sonra da böyle yakalan, bak işte ne hallere düşüyor insanoğlu. Düşünüyorum da, komutan bunu yaparsa, çavuş ne yapmaz, asker ne yapmaz bu karakolda, varın siz düşünün.


-46-
Özdemir’in nükteli sesi geliyor koridordan, ‘hala yatan var ya’. Aynı hareketlilik devam ediyor sonra. Hava yine karanlık ve buz gibi, eşofman üstünü giyip kahvaltıya gidiyorum. Veli başçavuş mı alıyordu, yoksa ıstırap mı çektiriyordu? Eziyetten farksızdı yaptığı uygulama, kahvaltı yapmasak daha iyi bu olurdu sanırım. Zehir ediyordu bize kahvaltıyı, kıla tüye laf söylüyor, herkesi haklı haksız azarlıyordu. Herkes de ona önce içinden sonra da arkasından okkalı küfürler kayıyordu.
İçtimadan sonra görev yerime gittim, nizamiyeye. Kapı önünde bir tır duruyordu, inşaat malzemeleri yüklü. Nöbetçi düdük çalıyor ama hala hareket etmiyordu park ettiği yerden. Ben çıktım, ‘ileri park edin burada durmak yasak’ dedim, ‘mazot bitti ağabey şurdan alıp geleyim bi koşa’ dedi ve koşarak gitti. Ben de koşarak veli başçavuşa bu durumu haber vermeye gittim. O sırada veli başçavuş odasında birileriyle muhabbet ediyordu, koyu sohbetin arasına girip durumu panik içinde anlattım, o ise umursamaz tavırlarla, ‘tamam dikkat edin, nöbetçi komutanınız gelir birazdan’ diyerek olayı geçiştirip kendi muhabbetine geri döndü, ben de nizamiyeye geri döndüm. Bekliyorum ama ne gelen var ne giden, araç hala aynı yerinde. Biraz sonra bir amca geldi, ‘ben haşmet başçavuşun hemşerisiyim Antep’ten’; ‘ee..’,’mazot bitti de, iki dakkaya gelirim, kusura bakmayın’ dedi ve çekti gitti. Dalgınlığıma geldi heralde, az önce de başka biri aynı şeyi söyleyip gitmemiş miydi mazot almaya? İyice kıllandım, bekle bekle gelen yok, ne adam geliyor ne de nöbetçi komutan. Aradan 20 dakika geçti, kazım geldi, ona dedim, ‘olum git mustafa astsubaya söyle yoksa başımıza bişeyler gelecek’. Doğudaki sistem de böyle mutlaka ki, kuş gibi avlıyorlar ordaki askerleri. Canları istediği zaman adamlar basıyor karakolu, sonra neden şehit oldu bizim askerler diye dövünüp duruyoruz. Bu kafayla daha çok şehit veririz biz. Koskoca tır gelmiş, kapının önüne park etmiş, içinde ne olduğu belli değil, 20 dakikadır kimse ilgilenmiyor, o kadar söylememize rağmen. Daha dün, şüpheli paket var deyip bize tatbikat yaptıran veli başçavuş değildi sanki, kılını bile kıpırdatmadı a.k. Kazım söyledikten sonra mustafa astsubay geldi, ‘neden daha önce söylemediniz’ dedi, panikle sağa sola bakınarak. Bilgi aldı, sonra kendince düşündü taşındı, bize baktı, onun da çaresizliği yüzünden okunuyordu, ‘dikkatli olun, şöyle kapının arkasında bekleyin’ demekle yetindi ve gitti. Şekilde görüldüğü gibi Allaha emanetiz işte. Sonra sıvacı geldi, harç kardı, inşaat halinde olan nizamiyeyi sıvamaya başladı. O arada bir muhtar geldi, Ayçin astsubayla görüşecekmiş, kimliğini aldım, dedikleri gibi sorgu yaptırmaya gittim veli başçavuşa yine, ‘gerek yok’ dedi, dün o kadar prosedürden bahsetmişti oysa. Ardından başka bir adam geldi, yine kimliğini telefonunu aldım, üstünü aradım içeri aldım. O da haşmet başçavuşla görüşürken yine gittim sorgu için nöbetçi komutanın odasına. Devriyeye çıkmış, yukarı çıktım ‘santrale git’ dediler, santrale gittim ‘mesaj iletiyorum aşağı Ayçin astsubaya git telsizden baksın’ dedi santralci, aşağı indim Ayçin astsubay, ‘yukarı nöbetçiye sor, ben bakmıyorum ona’ deyince en sonunda pes ettim, gittim nizamiyeye deftere ‘kayıt bulunamadı’ yazdım. Zaten ben ordan oraya koştururken adam görüşmesini çoktan bitirmiş, beni bekliyormuş kimliğini ve telefonunu almak için. Daha önce de dedim ya, jandarmanın kendine hayrı yok, başkaları da hayır bekliyor ondan.
Elemanın teki geldi, askerlikten bir gün erken terhis etmişler, sonra evine tebliğ gönderip eksik hizmetini tamamlaması için buraya çağırmışlar. Zaten buradakilerin hepsi tanıyormuş onu, bol bol firar ediyormuş, sonra yakalanıp buraya geliyormuş hep. Bir günlük askerliğini yapmak için teslim oldu, saçına sakalına hiç karışmadılar. Oturdu, muhabbet etti, inşaata yardım etti, zaman öldürdü burda. Çıktı nizamiyenin tepesine kalasları çaktı. Düşüp bitarafını kırsa yazık olacak, ama onu düşünecek kapasitede olsa zaten buraya gelmezdi. Ondan sonra buradakilerle onun hakkında konuştuk. İçip içip 156 yı arıyormuş, ana avrat küfrediyormuş. Kollarını ve vücudunun geniş yüzeyli kısımlarını gelişigüzel jiletlemiş, tam bir psikopat görünümündeydi zaten. Her seferinde birileriyle kavga edip, ağzı yüzü kan içinde getiriliyormuş karakola. Geçenlerde burnunu kırmışlar, gece nizamiyede yatmış sabaha kadar. Ne enteresan malları var buranın a.k.


-47-
Özdemir gece nöbetinde yine per perişan olmuştu. Gözleri uykusuzluktan kanlanmış, ufacık boyuyla soğuktan dolayı giydiği kocaman parkenin içinde kaybolmuştu. Bu halde annesi görse, içi parçalanırdı kesinlikle. Önümüzdeki hafta gece nöbetini ben devralacaktım, ‘ayvayı yedin oğlum’ dedim kendi kendime. Hava her geçen gün daha da soğuyordu, hem uykumu alamıyordum hem de gece yiyecek falan yoktu. Açı açına on iki saat bekleyicem burda, el insaf yani.
Nöbetçilere sürekli azar kayan rütbeliler, gece ortalık sessizleşince, odalarında inzivaya çekilip kestiriyorlar 2-3 saat. Oysa askerleri yakalasalar uyurken, ağızlarına sıçarlar. Geçen gün anlattım ya, adam bizim koğuştaki boş yatağa girip yatmış, bu ne cüret, bu ne saygısızlık. Tabi onların gözünde astına yapılan yanlış hareketler saygısızlık olarak algılanmıyor, varsa yoksa üstleri önemli olan.
Bugün yarbay gelecek diye ağzımıza sıçtılar resmen, hay ben o yarbayın.. Bütün rütbeliler koğuşa girdi, odaları dolapları tek tek incelediler, bir ton fırça kaydılar. O kadar temizlik ve düzenleme yapmamıza rağmen yine de azarlayacak bişeyler buluyorlar işte. Hele veli başçavuş, sırf egosunu tatmin etmek için bağırmıyorsa bence kafayı yemiştir ya da şizofrendir mutlaka. Dış mıntıka yapıldı bitti, saatler sonra hatta öğleden sonra teşrif etti yarbay hazretleri ve içeri bile girmeden kamelyada oturup muhabbetini etti ve si.. gitti. Her zaman böyle olmuştur ve böyle olmaya devam edecektir, düzgün bir iktidar eli değmedikçe. Sözde askeriyeyi düzene sokucam diye bütün paşaları toplayıp Silivri’ye attı siyasi iktidara sahip olanlar. Meydan da bu dalkavuk, yalaka, egoist, hatta faşist ve beş para etmez yalakalara kaldı. Körler sağırlar bir birini ağırlar, arada eşek gibi çalıştırılan, azarlanan, aşağılık duruma düşürülen yine erler olur. Bir kez daha lanet olsun böyle askerliğe. Tırnağımın ucu kadar vatan sevgisi bırakmadı içimde bu ortam ve koşullar. Normal insan terörist olur bu gıcık komutanlar yüzünden.
İki saatte bir nöbetçiler değişiyordu, ikisi gündüz ikisi de gece olmak üzere iki gruba ayrılmışlar ve ikişer saat aralıklarla toplam altı saat nöbet tutuyorlardı nizamiyede. Bu nöbetçiler diğer hafta gündüz devriyesine geçeceklerdi. Yani sistem, bir hafta gündüz nöbeti, bir hafta gündüz devriyesi, sonraki hafta gece nöbeti ve gece devriyesi şeklinde devam eden bir döngüydü. Böylece adaletli bir çalışma sistemi kurmaya çalışmışlar kendilerince. Her dört haftada bir baştan başlıyor her şey onlar için ama ben on iki saat boyunca onların bu aksiyonunu gözlemlemekle yetiniyorum sadece. Bu döngü içinde benim tek aksiyonum, bir hafta gündüz, bir hafta gece mesaisi yapmam oluyordu. Bunalıyordum tek başıma olduğumda, hatta bazen yanımda birileri dahi olsa, daldığım düşüncelerde takılı kalıyordum. Nedense düşüncelerim hep sıkıntı veriyordu. Kendimi burada iyi hissetmek için dışarıdaki kötü şeyleri düşünsem, çıkınca o şeylerle muhatap olacağım için moralim bozuluyordu, bu sefer dışarıdaki iyi şeyleri düşünmeye başlıyordum ama o zaman da şu an o şeylerden mahrum olduğum için moralim bozluyordu. Yani iyi de düşünsem kötü de düşünsem moralim bozuluyordu, canım sıkılıyordu burada.
Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık, ne yapsan ne etsen zaman geçmiyor burada. Önünde sonunda zaman, beni yine düşünmeye sevk ediyor. Her seferinde kendimi, geçmeyen zamanın içinde hapsolmuş buluyorum. Sonra diyorum ki kendime, ‘zamanın esiri olmaktansa, zamanın eseri olmayı tercih ederim’, ve yazmaya başlıyorum en baştan.
Askerlerin çakallıkları geliyordu aklıma, kendilerini askerliğe elverişsiz duruma getirmek için gece koluna diş macunu sürüyormuşsun, içindeki kimyasallardan dolayı da sabaha kadar kemik yumuşuyormuş, sonra birazcık sert vurunca kırılıyormuş. Akabinde hastane, ameliyat ve hava değişimi, tabi komutanlar yerse.. Yemezse cezası büyük, 3 yıldan 5yıla kadar hapis, hem de askeri hapishanede. Komutanların dediğine göre normal cezaevlerinden iki kat daha zulüm varmış orada.
Bir ara kazım geldi yanıma, sıkıntıdan muhabbet ediyorduk, ‘hele şunu da yaz ağam’ dedi, o kendine has Antep şivesiyle, ‘komutan geçen bize ne dedi biliyin mi?’, ‘ne dedi’, ‘şu askeriyenin en güzel tarafı nedir dedi, nedir komtanım dedik, şimdi iş yaptırmak için işçiye bi ton para vericin dışarda ama burda bi sürü beleş amele var dedi.’ Bu da artık saygısızlığın daniskası canım, bu kadar da aşağılamak olmaz ki askeri, son nokta yani. Nasıl bir ruh haline sahipse bu adamlar, pes diyorum artık, sözün bittiği yerdeyim, çok sinirliyim.



-48-
İyice mala bağladığım bir gündü bugün. Artık robotlaştığımın farkına vardım, hiç bir şey koymuyor gibi geldi. Bulaşık yıkamak, masa silmek, paspas yapmak, çöp dökmek, içtimada komutan tribi çekmek, silah bakımı yapmak, gelene ağam gidene paşam demek, inşaat halindeki nizamiyede toz toprak içinde 12 saat zaman öldürmeye çalışmak.. Hiç umurumda değil artık , ah bi de şu başımdan atamadığım sevda olmasa. Her ne kadar umursamamaya çalışsam da, derin düşüncelere dalmaktan kendimi alamadığım sevda ateşi, beni en çok zorlayan durumdu şu anda askerlikte. Yoksa baktığın zaman, hep fiziki olaylar seni sıkıntıya sokuyor, onlara da zamanla alışıyorsun mala bağlayıp robotlaştığın zaman, koymuyor bir süre sonra.
Artık sabah gelen on bir tane yerel gazeteye göz atmaya başladım. İçinde il gazetesinin fıkralarını takip ediyordum, iki tane gazetede bulmaca vardı, onları çözüyordum. Su dokuya sardım, iyi zaman geçirtiyor, iyi de terapi oluyordu. Özellikle zor olanı, kafayı öyle bir meşgul ediyor ki, taktım mı kafayı beni 2-3 saat rahat oyalıyordu. Askerlikmiş, hasretlikmiş, sevdaymış, dertmiş, tasaymış hiçbir şey düşünmüyordum o an. Dışarı çıktığımda su doku kitabı almaya karar verdim, tabi dışarının coşkusuna kapılıp unutmazsam.
Sami uçamayan bir kuş getirip bıraktı nizamiyeye, ‘hadi lan, hadi hadi hadi’ diye bağırıp duruyor sürekli, her gördüğüne takılıyor aklınca. Benim de dilime pelesenk etti, ben de ara sıra bağırmaya başladım, ‘hadi lan, hadi hadi..’ kuşu aldım elime biraz sevdim, gözlerini kapatıyordu her dokunduğumda. Sonra da köşeye bi yere bıraktım, öylece hiç kıpırdamadan saatlerce durdu, nöbet bekleyen asker gibi. İçim geçmiş uyumuşum. Bir ara gözüme güneş vurunca uyandım, gün dönmüş güneş karşıma geçmişti. Kuş ta güneşte kalmış, aldım ordan gölge bi yere koydum onu da. Ben de sandalyeyi gölgeye çekip yine vurdum kafayı omzuma, uyumaya devam. Kazımın deyişiyle, eşşek oğlu eşşeğin biri gelip ‘hoop’ diye bağırınca irkildim komutan sanıp ama karşımda asker görünce yerden taşı alıp kafasına fırlattım tepki olarak. Taş küçük ona bişey olmadı, olan benim uykum oldu.
Saate baktım beşe geliyordu, yarım saat sonra yemek geldi, özdemir’le bana çarşı yazmış Abdullah uzman, karakol askerlerine ise çarşı yokmuş bu hafta, öyle söylendi. Öğleden önce devriyeye çıkan kazım, ballandıra ballandıra nereleri gezdiğini, öğlen kebap falan yediğini anlatırken, Ayçin astsubayın ona çarşısının olmadığını söylemesi soğuk duş etkisi yaratmıştı yüzünde. Her ne kadar ibo ve kazımın karakol komutanı hasan başçavuşa itiraz etmesi sonucu değiştirmedi. Pazar günü spor vardı ve herkes katılacaktı mecburen.


-49-
Bugün çarşı günü, karakol komutanının postası yücel, kazım ve ibo’ya müjdeli haberi verdi. Onlar çarşı yok diye üzülürlerken çift çarşılarının haberini aldılar. Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz durumu tam olarak. Yapılan son kontrollerde en temiz ve düzenli koğuş onların koğuşu seçildiği için ödül olarak çift çarşı almışlar. Sivil kıyafetleri giydik ve beklemeye başladık, saat 11de çıkacakmışız nedense, bir saat yok yere bekledik. Her ne kadar erken çıkabilmek için izin istesek te, komutan hiç oralı olmadı. Çıksak ne olur sanki a.k. Her neyse, saat oldu on bir ve çıktık dışarı, kapının önünden hemen bir otostop, hopp durdu bir araba, içinde gençler varmış, çarşıya kadar atıverdiler.
Çarşı da köy meydanı gibi, iki caddesi var Kırıkkale’nin. Biri bankalar, diğeri de tantuniciler caddesi. Sanırsın sanki burası mersin, belki mersinde bile bu kadar tantunici yoktur. Bankalar caddesinde para çektim sonra da internet kafeye girdim. Ama boş yer bulmak imkansızdı, ulan 8-10 tane internet kafe yapmışlar yan yana, burası da internetçiler caddesi olmalı heralde, sabahın köründe hepsi full, oturacak yer bulamadık. Çocuklar doldurmuş hepsini, üstelik oyun oynuyorlardı. Ara sokakları tararken bir tane izbe bir kafe denk geldi, tesadüfen orada da zor yer bulduk. Bir saat kadar nette, acaba biz yokken sosyal hayatta neler olmakta diye genel bir tarama yaptım. Sonra dışarı çıkıp, telefonda ailemle konuştum. Kazım ve ibo çıkınca bişeyler yemeğe gidelim dedik. Ne yiyeceğimiz konusunda hiçbir fikrimiz yoktu. Kararsızca gezinirken, çiğ köftecinin içinde oturan iki kız gördük ve o an çiğ köfte yemeye karar verdik. Birer dürümden sonra doymayan ibo ve kazım için yan taraftaki tantuniciye gidip orda da birer tantuni yedik. Biz tantuni yerken az önce çiğ köftecideki kızlar da gelip tantuni söyleyince, şaşırdık, birbirimize bakıp gülümsedik, kızlar da aynı şekilde tepki verdiler birbirlerine. Karnımızı güle oynaya doyurduktan sonra oradan da kalktık. Ne yapacağımıza karar vermek için geziniyoruz, karşımızdan yine o kızlar geliyor, hadi bakalım yine bakışıyoruz ve bu sefer içimize düşüyor kızlar ya da biz onların içine düşüyoruz. Düşe kalka gülüşüyor ve peşleşiyoruz.
Bir süre sonra kazım, önemli bir işi olduğunu söyleyip yanımızdan ayrıldı. İbo ile nereye gideceğimizi bilmeden dolandık rastgele. Kitap düştü aklıma bu kez, kitapçı aramaya başladık. Bir tane kitap evi gördüm, içeri girdim, her yer ygs, dgs, üds, lys, kpss, vss kitaplarıyla doluydu. ‘Normal kitap yok mu?’ diye sordum, ‘yok’ dedi ve ikinci el kitap satan bi yer tarif etti. Kitapçının sokağında yine aynı kızlarla karşılaşmadık mı? Kızın, yanımızdan geçerken ‘yeter artık bu kadar da olmaz’ dediğini duydum. O kadar küçük bir çarşısı var ki, herkesin herkesle defalarca karşılaşması pek mümkün, çünkü gidecek başka yer yok, aynı yerde dön dur. Her neyse, iki tane kitap beğendim, pazarlıkla ikisini 10 liraya aldım. Geri dönerken aynı sokakta bizim uzun dönem askerlerle karşılaştık, ardından kazım çıktı karşımıza. Telefon etmeden buluşabildik yani o kadar düşünün çarşının alanını.
İbo yarım kalan işleri için internet kafeye gitti, biz de normal bi kafeye gidip tavla attık. Saat dört buçuk gibi iboyla buluştuk ve karakola döndük. Dönerken nevşet aradı, eski badimle konuştuk, o da sıkıntılı günler geçiriyormuş, dertleştik biraz. İçimde acayip bir sıkıntı vardı ve çarşıya çıkmama rağmen geçmiyordu. Şu askerlik resmen bunalttı beni, ne yapsam rahatlayamıyordum, aksine daha beter oluyordum. Sanki bir bataklığın içindeymişim ve çırpındıkça batıyormuşum gibiydi. Biraza rahatlarım belki diye, sevgilim yerine koyduğum kızı arıyordum ama açmıyordu kahpenin evladı, mesajıma da cevap vermiyordu artık buhran üstüne buhran katıyordu içime. Hay lanet olası hatun, nerden çıktı bu umursamazlık şimdi? Allah bildiği gibi yapsın seni emi, ne diyim başka.. Belki de aklınca mesaj vermek istiyordu ama şimdi mesaj verme sırası hiç değildi, baksana halime.
Bölükte kalanları Abdullah uzman it gibi çalıştırıyordu. Demir kestirip, düzelttirip vidalatıyordu. Sami yine en önde iş başındaydı, tam bir kurşun askerdi. Koğuşlardaki ranzalar boyanmış, tabiri caizse gısgıcır olmuşlardı. Küfrede söve dolaba yeni askılar ve elbise poşetleri taktım. Ne saçma gerekler bunlar, şeffaf olduktan sonra kılıfın ne anlamı var, üstelik fermuarı da yok. Üstünden geçiriyorsun her seferinde, bi de çıkarması var bunun, bezdirir valla.
Neyse, akşam yemeği geldi, boş kapları ve kazanları götürecekti yemek arabası ama hepsi kirliydi, iyice yıkanmamışlar. Yemek lekelerini görünce, yemek getiren rütbeli sinirlendi, tekrardan yıkattı söylene söylene, ‘bulaşıkçıya’. Hemen olay yerinden uzaklaştım, zaten pek acıkmamıştım, hem canım da istemiyordu. Yemek içtimasına geldim, kuru köfte olduğunu öğrendim. Tam ekmek arasına, köfte, patlıcan biber ve patates kızartması koydum, birazını yedim, gerisini gece nöbeti için paket yaptım. Yemekten sonra Kasımpaşa-fener maçını izledik, paşa 2-0 geçirdi fenere. Maçtan sonra nizamiye nöbetini özdemir’den devralmak için üzerimi değiştirdim ve nizamiyeye geçtim.
Özdemir, o sırada nöbet tutan salihle muhabbet ediyordu. Yanlarına yaklaşınca muhabbete hem kulak hem de beden misafiri oldum. Ateşle oynamayı sevdiklerinden bahsediyorlardı. Biri evi yakmış, biri kulağını yakmış derken araya girdim, ‘salih sen Urfalıydın demi?’, ‘he valla, urfa değişmiş, geçen gittim tanıyamadım, her yerden yol yapmışlar’, ‘hala Fakı baba var demi?’, ‘he valla, allah belasını versin, ben de oy vermişem ama ğamına goydu Urfanın.’ Her neyse konuyu değiştireyim dedim, ‘Urfalılar yorgansız yatarız oğlansız yatmayız diyorlar, sen ne diyon bu işe?’, ‘öyle bişey yok valla ibnenin biri demiş işte, bursalının biri demiştir kesin a.k’, özdemir’le gülmeye başlamıştık onun bu ciddi savunmasına. İyice tribe sokayım dedim ve devam ettim söze, ‘murathan munganı bilirsin?’, ‘murat burga mı? O nedir?’, ‘şairdir, Urfalı bir şair’, ‘ne iş yapar o’, ‘şiir yazar’, ‘ne şiiri?’, ‘aşk şiiri’, bikaç saniye düşündükten sonra ‘murat bulgar he’, ‘murathan mungan’, ‘murathan bulgar’, ‘hayır olum Murathan Mungan, MUNGAN!’, he Murathan bulgan’, ‘he iyle iyle, yeni türküyü bilirsin?’, ‘yeni türkü mü yapmış?’, ‘yok olum yeni türkü grubu var ya’, ‘ne bilim ya’, ‘işte onlara şarkı sözü yazıyormuş belki bilirsin diye söyledim, neyse’, ‘ya boşver şimdi bulganı munganı’, ‘evet şimdi doğru söyledin işte munganı’ özdemirle kahkaha krizine girmiştik, ağlarken akmayan yaş, gülerken sel olup akmıştı gözlerimden..


-50-
Gece nöbetinde gece nöbetçisi, gece çavuşu, nöbetçi komutanı ve hazır kıtayla beraber gece nizamiyecisi olarak ilk gece nöbetime başladım. Dün sabahın yedisinden beri hiç uyumamıştım. Çarşısıydı, şuyuydu buyuydu derken zaman geçivermişti. Üzerimde hem hafif bir yorgunluk, hem de alışkanlıktan kaynaklanan uyku saati sendromu vardı. Nasıl geçiricem bu geceyi diye kara kara düşünmeye başladım, bizimkiler yattıktan sonra.
İlk nöbetçi değişimine kadar düşünerek geçirdim, sonra değişen nöbetçiyle muhabbet etmeye başladım. Muhabbet sohbet derken apo’nun nöbeti bitti ömer geldi. Ömer nöbete geçti, biraz sonra sıkıldı ve yanıma geldi, onunla da muhabbete başladık. Sohbet ortasında elektrik kesildi, jeneratör devreye girdi gümbür gümbür sesiyle. Ömer refleks olarak hemen etrafı kesti, bu esnada kapının önüne bir araba yanaştı ve dörtlüleri yakıp durdu. Arabayı görünce nöbetçi paniğe kapıldı ve boş şarjörü çıkarıp doluyu takmaya çalıştı, beceremedi. Evirdi çevirdi sonunda bir tane fazla mermi basıldığını far ketti, takmasınlar diye fazla mermi basmışlar şarjörün içine. Her neyse, fazla mermiyi çıkarıp dolu şarjörü taktı silahına ve kapının arkasına geçip siper aldı. Gece devriyesine çıkacak olan stajyer uzman geldi. Telaş içinde bir bu kapıya, bi lojman kapısına baktı, ‘dikkatli olun, geride durun’ dedi bize, belli ki tırsmıştı baya. Neyse ki bişey olmadı, bir süre sonra araba gitti, elektrik te geldi. Nöbetçi değişti, o da kulübesine geçip uyudu. Ben de sandalyeleri birleştirip ayaklarımı uzattım ama uyuyamadım, gecenin soğuğu bastırmaya başlayınca kalkıp dolaştım.
Çavuş, nöbetçiyi değiştirdikten sonra yatıyordu, nöbetçi komutan desen kapıyı pencereyi kapayıp odasında uyuyordu. Bir ben geziniyordum ortalıkta, uykum da ayıktı. Yemekhaneye gittim, açtım televizyon izledim bir saat kadar, sonra ne olur ne olmaz diye çıkıp etrafı kolaçan ettim, kimseden ses seda yoktu, devriyeye çıkan da yoktu. İçerideki bekleme odasına geçtim, aynen komutan gibi kapadım kapıyı pencereyi, vurdum kafayı koltukların üzerine, uzandım yattım sabah ezanına kadar. Ezandan sonra çavuş, bir nöbetçi değişimi daha yaptı, benim odaya geldi. O da masaya dayadı kafasını ve orada sızıp gitti, ben de uyumaya devam ettim. İki saat sonra nöbeti biten nöbetçi gelip uyandırdı, ‘nöbetim bitti, değiştirin beni’ diye. Zaten ortalık aydınlanmış, sabah olmuştu. Milleti kaldırma saati de gelmişti, uyumadım bi daha ben de.
Sabah kahvaltısı, mıntıkası derken komutan bir içtima aldı, ‘herkes eşofmanlarını giysin spora gidiyoruz’. Biz eşofmanları giyip geldik, rütbeliler de aynı şekil toplanmışlar, hep beraber araçlara binip hacılara gittik. Hacılardaki askerlerle birlikte 3000 metre koştuk rafineri arazisinde, akabinde şınav, mekik ve barfiks aşamalarına tabi tutulduk. Kırkar tane şınav ve mekik çektim ama barfikste cortladım, nizami olarak sıfır. Koşu tam öğle sıcağına denk geldiği için sürekli koşamadık, kah koşar gibi yaptık kah yürüdük, öylece bitirdik bu pazarı da.
Karakola gelince bizimkiler çarşıya çıktı, ben birkaç askerle beraber içerde kaldım. Devrelerim dışarıda idi ve bulaşık sırası da bize gelmişti. Bu yüzden bulaşıkları tek başıma yıkadım. Aslında iyi de oldu, en azından zaman geçirmek için yapacak bi şeyler bulmuş oldum, oyalandım. Kirli çamaşırlarımı da makinaya attım, sonra bir duş alıp yatağa uzandım. Aldım elime kitabımı okumaya başladım. İyice dalmışım, seksen küsur sayfa okumuşum, gözlerim acımaya başlayınca fark ettim. Biraz ara verdim okumaya ama moladan sonra tekrar dönemedim, konsantrem kayboldu, yorgunluk ta çöktü üstüme, bir saat kadar kestirdim. Akşam yemeği gelince uyandım, üstün körü bi şeyler atıştırdım biraz sonra da bizimkiler damladı çarşıdan, bulaşığa girdiler hemen, ben katılmadım. Diğer elemanlarla muhabbete dalmıştım, saat çoktan sekizi bulmuş, benim gece nöbetim gelmişti yine, hadi ben nöbete kaçıyorum..


-51-
Devriye aracı, trafik aracı çıktı, nöbetçi komutan vurdu kafayı yattı. Tam ben de sandalyeleri birleştirip ayaklarımı uzatmış, kestirmek üzereydim ki, hoppala! Devriye aracı geri döndü. İçinden yener astsubay sivil bi şekilde indi, arkasından kızlar, adamlar ve teyzenin bir tanesi daha indi. Parmaklarımın ucuyla cebimden çıkardığım bereyi kafama geçirmekle cebelleşirken, henüz neyin ne olduğunu anlamamışken, hiç birine kimlik soramadan film şeridi gibi gözlerimin önünden akıp geçti olay. Hepsi karakola girdikten sonra, aynı araçta devriye atan askerlere sordum, ‘ne oldu, kim bunlar?’. Anlattıklarına göre, henüz 15-16 yaşlarındaki bir internette tanıştığı biri için Bursa’daki evinden kaçıp, burada yaşayan dayısının yanına gelmiş. Burada da olaylar çakılınca, kız burdan da kaçmaya çalışmış ama ihbar sonucu otogarda yakalanmış, buraya getirmişler. Sonrası muallak, zaten uyku fena bastırdı, ilgilenmek istemiyordum. Ortalık durulana kadar biraz ayakta gezindim. Bir avukat kimliğini gösterip ifade almaya geldiğini söyledi. O yüzden üstünü aramadım bile, direk içeri götürdüm. İçeri girince, kulaktan dolma hikayenin etkisiyle süzdüm içeridekileri, çok garip görünüyorlardı, acaba gecenin bu saatinde burada olmamak için ihbar etmeseydik keşke mi diyorlardı içlerinden. Bilmiyorum ama bence çareyi burada aramaları tam anlamıyla çaresizlikti. Herkesi bulanık görüyordum, gözlerim kapanmak üzereydi uykusuzluktan. Dedektifçilik oynamayı bırakıp kendimi dışarı attım. Dolunayın ışığı çarptı yüzüme, bir süre donup kaldım ay ışığının etkisinde, uzun süre onu izledim, devasa bir sokak lambası gibi duruyordu orda ve bu gece şehrin tüm sokaklarını tek başına aydınlatıyordu. Bana Necati Cumalı’nın o ölümsüz eserini hatırlattı yine. Kanım çekiliyordu, uykum dağılır gibi oluyordu ama ağzımın yavan bir şekilde, yırtılırcasına esnemesine engel olamıyordum. Bir şekilde bu uykuyu dağıtmalı, aymalıydım kendimi, aksi halde her hangi bir rütbeliden azar yiyebilirdim. Arka tarafta yönelip yemekhaneye girdim, TV’yi açtım, sesini kısıp kanalları zaplamaya başladım. Hangi kanalda olduğunu bilmediğim bi yerde durdum ve başımı masaya yaslayıp kestirmeye koyuldum ki, gece çavuşu İsmail damladı hemen damdan düşer gibi. Ani bir refleksle kafamı kaldırırken aynı senkronla kumandayı elime aldım belki komutan gelmiştir diye. Ancak çavuşu görünce kapama düğmesinin üzerine yerleşen başparmağımı son anda bastırmadım ve TV açık kaldı. İsmail de uykusuzluktan buraya kaçmıştı, karakol hareketli olduğu için bu gece orada uyumanın imkanı yoktu. Yanıma oturdu, kumandayı alıp zaplamaya başladı o da. Bir film buldu ve orada kaldı. Ben de oturduğum yerden doğruldum, arka masadaki sandalyeleri birleştirip kendime uzanacak biyer yaptım. Pilim tükenmek üzereydi artık, sandalyenin üzerine bırakıverdim kendimi. İçim geçmek üzereydi, çavuş ‘ben gidiyorum, nizamiyeye geçmeyi, unutma bak ha’ dedi. Hafiften doğruldum, boynum ağrımış, kalkıp kitaplıktan 4-5 tane kalın ansiklopedi aldım ve başımın altına koydum. Tam kafamı bu yeni icat yastığıma koymak üzereyken, ön tarafta bir hareketlilik duydum, huzursuz oldum, hemen kalkıp oraya intikal ettim. Bizim devriye aracı dönmüş, pek önemli bir olay değildi bu, kaçan kızın işlemleri bitmiş, onu götürüp gelmişler.
Devriyeden gelen askerler aracın içine sızmış, komutan da içeri geçmişti. Bizim oturduğumuz bekleme odasında uzandı, ‘beni 7de kaldırın’ dedikten sonra uyudu. Çavuş ta aynı yerde kafasını masaya dayadıktan sonra uyudu. Ben de bu boşluktan istifade yemekhaneye geri döndüm, bana göre o an kuş tüyü yastıktan bile daha kıymetli görünen yastıklarımla beraber hazırlamış olduğum yatağıma uzandım ve bir buçuk saat kadar deliksiz kestirdim. Bir hareketlilik daha duyunca gözlerimi açtım, yanı başımda bir asker dikiliyordu. Saati sordu, sanırım nöbetçiydi. Başımdan savmak için göremiyorum dedim ama o ısrarcıydı. Cebinden çakmağını çıkarıp yaktı ve saatime yaklaştırdı ateşi, ben de mecburen kolumu uzattım ve saati gösterdim. 6 ya çeyrek vardı, ‘çavuş koğuşu kaldırdı mı?’ dedim, ‘hayır ışıklar sönük hala’ dedi. Palas pandıras yerimden kalktım ve yemekhanenin karakola açılan camından içeri atlayıp bekleme odasına süzüldüm. Nöbetçi komutanlar dahil herkes fosur fosur uyuyordu. Çavuşu yavaştan uyandırdım, ‘şşş kalk la, koğuşu uyandırmıcak mısın saat 6 oldu?’, ‘hassiktirr’ diyerek kafasını kaldırdı, saatine baktı, koşar adım koğuşa çıktı. Ben de onun bıraktığı boş koltuğa geçip oturdum, aynı şekilde kafamı masaya koydum ve ne kadar uyusam kardır hesabı yumdum gözlerimi. Fakat bu deneme de çok uzun sürmedi, çavuş koğuşu uyandırdıktan sonra geri döndü, komutanı uyandırmak için. Ben de inşaat halindeki nizamiyeye geçtim, orada da birleştirdiğim sandalyelere oturup lanet okudum içinde bulunduğum bu iğrenç duruma.
Sabah içtimasına hemen hemen bir buçuk saat vardı, özdemirin gelmesi de iki saati bulurdu, dişimi sıktım sabrettim, çişimi tutar gibi tıpkı. Bu arada güneş doğdu, havayı yavaştan ısıtmaya başladı. Isınayım diye dışarı çıktım, güneşin karşısına oturdum ve özdemir’i beklemeye başladım. Her sabrın sonundaki selamet gibi çıktı geldi sonunda, ben de içine çökmüş kanlı gözlerle zombi gibi gittim koğuşa, üzerimi hunharca, parçalarcasına çıkarıp dolabın içine fırlattım ve yatağıma zıplamamla, battaniyeyi üzerime çekip uyumam bir oldu.
Öğle yemeğine kadar deliksiz uyumuşum, biri gelip ‘yemek geldi’ diye mırıldandı kulağımın dibinde. Gözümü açıp baksam da hiç oralı olmadım, yatmaya devam ettim ancak bi kaç kez sağa sola döndükten sonra, gerek ranzanın gıcırtısı, gerekse gündüzün ışıklı tacizlerinden dolayı uyuyamadım. Dolabımdan kitabımı aldım, yatağın üzerine oturup kitap okudum üç buçuk saat kadar. Midemin acısından acıktığımı hissettim. Kahvaltı da bir iki lokma bi şeyler atıştırmıştım, öğle yemeğini de es geçmişim, doğal olarak mide de haklıydı acımakta. Akşam yemeğine daha bir saatten fazla vardı, gözlerimin acısından kitaba da devam edemedim, dışarı çıkıp dolanmaya karar verdim ama dolanmaz olaydım keşke. Beni gören rütbeli iş kitlemeye çalışıyordu, avcıdan kaçan keklik gibi sekiyordum ortalıkta. En nihayetinde nizamiyeye gelen çimentoları indirmeye yardım ettirildim. Bu da ilginç bir deyim oldu ama gerçekten de öyle oldu. Zorla yardım edilir mi hiç? Sami nizamiyenin şapını atacaktı. Çimento torbalarını indirdikten sonra bir de arka tarafta kırdığımız su giderinin oraya kum taşıdık, kazım ve özdemir’le beraber.
İşler bitince muhabbete koyulduk, öyle ki akşam olmuştu. Ben Beşiktaş maçını izlemeye gittim, kazıma komutanın biri yine belge işleri kitlemiş, ben iyi ki kaçmışım oradan yoksa bana da geçirirlerdi bir iş. Maçın ardından özdemir’le nöbetleri değiştik ve benim gece mesaim tekrardan başlamış oldu.


-52-
Bir baş ağrısı saplandı, ensemin biraz üstü ile tepemin hemen altı arası bi yerlere vücudumun belli başlı yerleri sızlamakta ve hala içinden çıkamadığım buhranla gecenin ıssızlığına doğru akmaktaydı zaman. Her iki saatte bir nöbetçi değişmekte, nöbetçiyi değiştiren çavuş, aklına geldiğinde doldur boşalt yaptıktan sonra yine göz önünden kaybolmakta ve diğer nöbetçinin kopyası olan bu asker de kısa bir sessizliğin ardından karşıma geçip, haraç kesen eşkıyalar gibi ağzında, buruşmuş paketinden henüz çıkmış sigarayla ‘ateş ver’ demekte, bense her zamanki umarsızlığımı bir kenara itip ‘ateş yok kardeş ya, alla allah kaç kere söyleyicem size, hepiniz tek tek gelip aynı muhabbeti yapıyonuz, şaka mısınız lan’ diye tepemin tası atmış halde sitem de bulunmaktaydım. En iyisi nöbetçinin ve her hangi bir askerin yakınında bulunmamak gerek, böylece daha sakin bir kafa ile elde kalan son dingin ruh halini muhafaza etmenin umudu içinde tek başıma tenha bir köşe bulup oturdum. Gökyüzüne baktım, hava biraz bulutlanmıştı ama dolun ay hala etine dolgun halini korumaktaydı. Üzerinden geçen bulutların aydınger kağıdını anımsatmasıyla bu görüntü, iş teknik derslerinde amatör ruhlarla oluşturduğumuz o şaheserleri andırıyordu.
Düşüncelere dalışımı nöbetçinin düdüğü engelledi. Kapıya geldiğimde taşra görünümlü iki çiftin bir şeyler anlatmaya çalıştığını gördüm. İyice yaklaştım ve durumu sordum, ‘ne için gelmiştiniz?’, amcalardan biri, ‘kız kaçırma olayı vardı da’, ‘nasıl yani?’, bu sefer onun yanındaki teyze söze girdi, ’kızım yok, iki saattir kayıp’, ’ben bi nöbetçi komutanı çağırayım, siz bekleyin burada’. Karakola girdim, ayaklarını kanepeye uzatmış, göbeğini kaşıyarak elinde kumandayla TV izlemeye çalışan ama gözleri kapanmaya ramak kalmış nöbetçi komutanın odasının önünde durdum, ‘komutanım bi kız kaçırma olayı varmış, ne yapayım?’, ‘sen git geliyorum ben’. Dışarı çıktım beklemeye başladım. Biraz sonra sallana sallana gelen komutan, kapının önünde telaşla bekleyen ve belki de ne büyük umutlar içinde çaresizlikle sığındıkları jandarmanın kendisine yardımcı olacağını sanan zavallı insancıkların karşına gelip dikildi. ‘ne vardı?’, ‘kız kaçırma olayı komutanım’ dedi aynı amca ve diğer çift sessizce beklerken amcanın yanındaki teyze yine söze girdi. ‘kızım kayıp iki saattir komutanım, kızım yok’, ‘kaç yaşında kızın?’, ‘yirmi yaşında’, ‘ha reşitmiş, kendi isteğiyle mi gitti, zorla kaçırdılar mı?’, ‘bilmiyoruz ki, bi bilsek’ diyerek diğer teyze ve amca da söze karıştı bu sefer. Onlar ne dese boştu, komutanın hiç bi tarafında değildi onların anlattıkları. ‘kendi isteğiyle gittiyse yapıcak bişey yok’. Annesi, ‘İzmirli bi çocukla tanışmış internetten’. Hay lanet olası şu internet, içimden okkalı bir küfür sallamadan edemedim internete. Allah belasını versin şu illetin, dünkü kız da internette tanışıp kaçmıştı evinden. Belki de kim bilir kaç kişi internette tanıştığı kişinin peşinden kaçıp gitti, vay be, ne patolojik bir durum.
Herhangi bir kaçırılma ihtimaline karşın komutan onları içeri aldı ve başka birini aradı zoraki olarak, yüzünde ‘nerden çıktı şimdi bunlar durup dururken başıma, keyfimi kaçırdılar akşam akşam’ ifadesi vardı. Aradığı kişi gelene kadar da insancıkları kamelyada bekletti insafsız. Yarım saatten fazla bir süre sonra ifade almak için nöbetçi avukat geldi adliyeden. Bu arada bizim insafsız çoktan yerine, kendi evindeki moduna geri dönmüştü. Bu arada nöbetçilerin değişime zamanı gelmiş olduğunu fark eden asker bana saati sordu. Beş on dakika kaldığını öğrenince düdüğü çalarak çavuşu çağırmaya çalıştı ama gel gör ki çavuş ortalıkta yoktu, ara ki bulasın. Ben gittim aramaya, askere yazık olmasın diye. Oraya buraya bakınırken yemekhaneden çıktı çavuş, belli ki o da TV izlemeye kaçmıştı çaktırmadan. Hem de gece yarısı yayınlarını izlediğine adım gibi emindim. Beni görünce telaşlandı, panikle kanalı değiştirdi, ‘ne var’, ‘nöbetçiler değişecekmiş’, ‘iki dakka sabretsinler amuna koyuyum, ne olacak sanki’ diye çıkışarak yeni nöbetçileri bulmaya gitti. Ben de nizamiyeye geri döndüm.
Biraz sonra çavuş diğer nöbetçiyle geldi, nöbetçiyi değiştirdi, doldur-boşalt vs. yine aynı klişeler. Yeni nöbetçi gelir gelmez, ‘ateş versene’ demez mi? Ah bir ataş ver türküsü aklıma geldi söylemeye başladım. Demek ki boş yere türkü yapmamışlar dedim içimden, zaten türkünün çıkış noktası Çanakkale askerleri değil miydi? ‘yok ateş mateş’ dedim, ‘ulan ben hariç hepiniz sigara içiyorsunuz, hiç birinizde ateş yok, üstelik ateşi de gelip benden istiyorsunuz aranızda anlaşmış gibi, bu nasıl iş? Zaten ihtiyacınız olan iki şey var biri saat diğeri çakmak ama sizde ikisi de yok, bana sormayın bir daha ateş te çakmak ta’ diye sitem ettikten sonra onun yanından da uzaklaştım.
Kimseye çaktırmadan koğuşa gidip yatayım dedim biraz rahat rahat, nitekim de başarılı oldum uzanana kadar. İzine giden emrahın yatağına yattım ama birileri fark eder diye uykuya dalamıyordum, gözlerim kapalıydı sadece. Üstelik çok riskli bi şey yapıyordum, tıpkı korumasız ilişkiye girmek gibi riskliydi bu yaptığım. Çok uykum vardı ve ben sıcacık yatağa uzanmış, gözlerimi kapatmıştım. Kendimi ne kadar temkinli tutsam da içimin geçmesine engel olamadım, uyuyakaldım.
Koğuşa doğru gelen ayak seslerinin koridorda yankılanmasını duyunca panik halinde yataktan kalkmaya yeltendim ve kafamı üst ranzanın demirlerine vurdum. Daracık yapmışlar lanet olası yeri, zaten bu yüzden üst katta yatıyordum ya. Her neyse çavuşa yakalandık böylece, ‘dışarı çık, komutan görürse tutanağı tutar bak dikkatli ol’ dedi. ‘amına koyayım komutan önce kendisine baksın’ dedim ve dışarı çıktım. Çavuş görmeden bekleme odasına geçip kırmızı koltukların üzerine uzandım. Tam uykuya dalmak üzereydim yine aynı ayak seslerini duydum, doğruldum ve düz oturup uyumuyormuş gibi yaparak bekledim. Tahmin ettiğim gibi gelen çavuştu ve içeri girip benim uyumadığıma kanaat getirdikten sonra kırmızı koltukların üzerine kendi uzandı bu kez. Ajan gibi beni izliyordu, sürekli peşimdeydi, sanki yakalambaç oynuyorduk ta ben kaçıyordum o yakalamaya çalışıyordu. Bu kovalamacanın ardından o da sızdı yattığı yerde, ben de onun uyuduğuna kanaat getirince kafamı masaya koyup uyudum. Ezan sesiyle uyandım, masanın üzerindeki kayıt defteri kolumun çarpmasıyla yere düştü, ortaya çıkan sesten çavuş irkilerek uyandı ve koğuşu kaldırmaya gitti. O gidince, kırmızı koltuklara ben uzandım yine ve bir saat kadar kestirebildim orada. Uyandığımdaysa kahvaltı çoktan bitmişti ve özdemir tek başına tabldotları duruluyordu. Ben de masaları silerek ona yardım ettim. İşleri bitirince de nizamiyeye geri döndüm. İçtima alınırken, içtimadan yırtıyor olduğuma sevinip bununla avunuyordum. Hatta veli başçavuşun içtimadan sonra şınav, mekik olayına girdiğini ve saldırı tatbikatı yaptırdığını öğrenince sevincim ikiye katlandı nedense. Tatbikattan sonra özdemir silahını bıraktı ve yanıma geldi, artık nöbet onundu ve ben gidebilirdim. En bitkin halimle onunla vedalaştım ve koğuşa istirahate yollandım.


-53-
Bir o sandalyenin, bir şu masanın, bir bu koltuğun üzerinde, bir ara da devriye aracının içinde göçebe olarak kaçamak şekerlemeler yapmaya çalışsam da, her tarafım tutulmuş olarak uykusuz bir sabaha esneyerek merhaba dedim. Malum içtima ve mıntıka zırvalıkları devam ediyordu. Ben de hacılardan hastane sevki için gelen devrelerimle laflıyordum kamelyada. İçtimadan sonra sevk kağıtlarımızı almak için osman uzmanın yanına çıktık ama odasında yoktu. Rütbeliler yemekhanede toplantı yapıyorlarmış. Daha sonra koğuşları, valizliği ve diğer mıntıka yerlerini gezip teftiş ettiler. Bunlar denetimden önceki son kontrollerdi, her an istihbarat basabilirdi karakolu ve hiç bi komutan hazırlıksız yakalanmak istemiyordu, özellikle de bölük komutanı. Bu arada biz de santrale geçip muhabbete daldık, bir süre sonra saatin dokuzu geçtiğini fark ettim. Sevkleri alıp bir an önce hastanenin yolunu tutmak istiyordum, hem bir nevi çarşı izni olacaktı benim için. Çok bunaldım buradan, bu boğucu, basık, koyu gri ortamdan.
Aşağı indiğimde bizimkilerin sevklerinin içtimada dağıtıldığını öğrendim. Osman uzman Abdullah uzmana, o da hakkı uzmana gönderdi. Nihayet hakkı uzmanda dışarı çıkmamı ve azıcık ta olsa hava almamı sağlayabilecek sevklerime ulaştım. Fakat bir eksik daha vardı, sağlık karnem. Onun için tekrar osman uzmana uğrayacaktım ki, valizlik denetlemesinde sırt çantamın dışarda olduğu için atıldığını öğrendim bir askerden, hedef değiştirip valizliğe koştum. Veli başçavuşun elinden son anda çöpe fırlatmadan evvel kurtardım çantamı. ‘senin mi bu?’, ‘benim komutanım’, ‘al bunu ailene gönder’ hönkk.. ‘aileme mi?’ ne alaka diye sordum ama böyle saçma bir söyleme kendi de açıklama getiremedi. Başka bir rütbeli, ‘valizine soksun komutanım, sığar içine’, araya girip, ‘evet valizime koyarım komutanım, sığdırırım bi şekilde’, ‘sana lazım olmuyor mu o çanta?’, ‘dışarı çıktığımda bazen lazım oluyor komutanım’, ‘burada görünürde askeri valizlerden başka valiz, çanta, torba falan görünmeyecek, atılır yoksa’, ‘emredin komutanım’ diyerek alelacele çantamı valize tıkıştırdım. Sonra valizlikten çıkıp osman uzmanı bulmak için karakola girdim. Tekrar odasına baktım ama yoktu hala. Hacılardan gelen elemanlar bile gitmişlerdi, sadece ben kalmıştım sevkini alıp çıkamayan. Sağlık karnem yoktu elimde, o da osman uzmanda idi. Osman uzman da yoktu, acaba hangi cehennemdeydi? Gördüğüm bir askere daha sordum, ‘osman uzman nerde?’, ‘koğuşlarda olabilir’ dedi. Pür telaş koğuşlara koşuyordum ki arkamdan bir ses ‘dur bakalım! Cebinde ne var senin’. Yağmurdan kaçarken doluya yakalanmak böyle bişey olsa gerek herhalde, fena enselenmiştim haşmet başçavuş tarafından. Allah kahretsin, içeride yan cebimden belli oluyor diye arka cebime koyduğum telefonu fark etmişti. ‘ne o cebindeki?’, ‘cüzdan komutanım’ dedim soğukkanlı olmaya çalışarak. ‘çıkar bakalım şu cüzdanı’ deyince cüzdanımı çıkardım. ‘diğer cebindeki ne?’ diye ısrarla sorunca daha fazla şansımın kalmadığını düşünerek, parmaklarımın ucuyla çıkardığım telefonu haşmet başçavuşun eline bırakıverdim. Zafer kazanmış bir yüz ifadesi ile yüzüme baktı, elimdeki hastane sevkini aldı, (onu niye aldıysa hala anlamadım), çabuk git tıraşını ol dedi, dışarı çıkıcam diye koşuşturma yüzünden iki günlük tıraşımı da olmamıştım halbuki, bir taşta iki kuş vurmuş oldu adam böylece. Ne yapacağımı ve özellikle de onun ne yapacağını bilmeden çaresizce pür telaş koğuş açıktım, tıraş oldum. Yüzümü kan içinde bıraktım resmen, birkaç yerden kesik ve burnumun hemen sağ altında, bıyık köşesinden bir tutam et parçası kestim dönerci gibi. Üzerindeki beyaz tıraş köpüğü tabakası kırmızıya dönüşmeye başladı. Su vurdum yüzüme ama kan durmuyordu, baya derin kesmişim stres ve gerginlik yüzünden. Dolabımdan peçete alıp yüzüme bastım ve doğru haşmet başçavuşun odasına gittim. Henüz odasına varmamış, bölük komutanının odasının önünde beni gammazlamak için hala yüzünden düşmeyen zafer sarhoşluğu ile bekliyordu. Beni görünce kapıyı açtı, kapıda yüzbaşı ile karşılaştı. Telefonu göstererek, ‘komutanım bu kısa dönemin üzerinden çıktı’, diğer eliyle de sevkimi tutuyordu ama nedenini onun da bilmediğine eminim. Yüzbaşı ne diyecekti, nasıl tepki verecekti, buz kestim resmen, zaman bile dondu ve duran zamanın içerisinde kendimi denizin azgın sularına atar gibi bırakıverdim. Uçurumdan düşme hissiyle aynıydı hemen hemen.. ‘hangisi o?’, ‘benim komutanım’ diye öne atıldım haşmet başçavuşu beklemeden. Bu arada hala yüzüm kanıyordu ve ben bir elimle kanayan yere peçete basıyordum. Peçete de beyaz yer kalmamıştı. Bu görüntüm karşısında iğrenir gibi baktı bana, karşısında bir zavallı gibi ezildim, yerin dibine girdim adeta. ‘yasak olduğunu bilmiyon mu olum?’ dedi, cevap veremedim. Ne hali varsa görsün der gibi bir bakış attı haşmet başçavuşa, o da artık iplerin kendi elinde olduğunu anlayınca göğsünü daha bir dikleştirdi yüzbaşı kapısını kapatırken. Bana döndü sevkimi verdi, ‘git, hastaneden dönünce odama gel, tutanağını imzalarsın gelince’ diyerek tehditkar ve zalimane bir tavırla korkutmaya çalıştı ama ben fazla tınlamadım. Belki ilk sefer karşılaşmış olsaydım bu blöfü yerdim ama Ankara’da böylesi gergin bir duruma karşı bağışıklık kazanmıştım. Ne olursa olsun be a.k! telefonunun da tutanağının da dedim. Son olarak, ‘insan yanım çok iyidir ama hayvan yanım çok acımasızdır, hayvanlığımdan kork, dikkat et askerliğini uzatma boş yere’ dedi. Bu sözünden sonra tutanak tutmayacağı gün gibi ortaya çıkmıştı, benimle konuşacak ve bir dünya nasihat kayıp kafamı sikecekti. O an bunun hakkında fazla düşünmedim, tek hedefim kendimi bir an önce dışarı atmaktı. Boğuluyor gibiydim, yine boğazıma görünmez bir el yapışmış sıkıyordu sanki. Koşar adım dışarı çıktım, sonra aklım başıma gelir gibi oldu geri dönüp santrale çıktım. Ömer’e sordum sağlık karnesini osman uzmanın odasında nerde bulabilirim diye, ‘bana bi yardımcı ol da şunu buluver ve be hacı’, ‘tamam hacı’. Bikaç dosya aldı, evirdi çevirdi, içine baktı, bikaç kişinin dosyasından sonra benim dosyaya ulaştık. İçinden sağlık karnemi aldım ve arkama bile bakmadan bastım gittim dışarı.
Kapının önünden otostop çektim, hemen ilk araba durdu. İçinden de güzel bir abi çıktı, hastanenin önüne kadar bırakıverdi. Hastaneye girdim, canım fena halde sıkkındı hala, içeride bir tur attım, kalabalıktı içerisi. Kalabalığı bahane ederek dışarı çıktım, çarşıya kadar yürüdüm. O da yetmezmiş gibi yağmura yakalandım, internet kafeye girdim, bir bilgisayara oturdum, içim hala sıkılmakla meşguldü. 5-10 dakika oyalanmaya çalıştım, yağmur diner gibi olunca kalkıp dışarı çıktım tekrar. Yere bakarak yürüyordum, gözüm ayakkabılarıma takıldı. Yazlık ayakkabılarım su içinde kalmıştı, bu kışa dayanamayacaklarına kanaat getirince alışveriş merkezine gidip kendi tarzıma uygun bir spor ayakkabı satın aldım. Şansıma da sezon sonu indirimine denk gelmiş bu ayakkabıyı üçte iki fiyatına aldım. Bu coşku beni başka şeyler de almaya itti ama saat geç olmadan işlerimi halletme fikri daha ağır bastı, alışveriş kararımdan vazgeçip hastaneye geri döndüm.
Hastanede muayene kaydı yaptırırken bir sorunla karşılaştım, sevk kağıdının üzerindeki tarih yanlış yazılmış. 3 Ekim yerine 3 Eylül, ne far eder ki? Çiz üstünü, eylülü ekim yap gitsin işte o kadar kolay, ne diye uzatıyorsun? Ama prosedür uygulanacak ya, illa beni çıldırtacaklar ya, ille de düzeltilip getirilecekmiş. ‘böyle kabul edemiyoruz maalesef’ dedi hemşire ve ben isyanımı bastıraraktan, sakin görünerekten, kanımın soğukluğunu muhafaza ederekten, ‘hasbin allah’ çekerekten, tek tek basaraktan hastaneden çıktım ve karakolun yolunu tuttum.
Canım nasıl da boğum boğum sıkılıyor ya hu dayanılacak gibi değil. Yürüyerek 15-20 dakikada vardım bölüğe. Haşmet başçavuşun yanına çıktım, durumu anlattım, ısrarla telefonla ilgili bir şey konuşmadı, hiç bişey olmamış gibi sevkin yenisini çıkarttırdı ve tekrar gönderdi hastaneye. Koridorda karşımdan gelen osman uzman, ‘12de burda olacaksın’ deyince saatime baktım, ‘zaten 12ye çeyrek var komutanım, o zaman öğleden sonra gideyim’ dedim. ‘tamam öyle yap’. Bu da başka bir acayiplikti işte. Neymiş efendim, zamanın birinde rivayete göre askerin biri hastaneye diye çıkmış, Ankara’ya kaçmış. Efsane bu ya, orada da kaza geçirmesin mi! Her bölükteki yasakların sebebi aynı nedense, hep daha önce birilerinin başına gelen farzı misaller yüzünden o saçma sapan kurallar konulmuş. Bu yüzden sabah çıkılıp 12 ye kadar dönülecek, öğleden sonra tekrar gidilecekmiş gerek görülürse. Böylece askerin başka yere kaçması önlenecek, ne yaptığı kontrol edilmiş olacakmış.
Haşmet başçavuşa, hastaneye öğle yemeğinden sonra gideceğimi söyleyince, fırsat bu fırsat nasihat kaymaya başladı. İşte ben şöyle savcıya böyle mıntıka yaptırdım, böyle rektöre şöyle bulaşık yıkattım, falanca önemli kişilere bile izmarit toplattım, burası askeriye ve burada amirlerine itaat etmeyi öğreneceksin. Ne deniliyorsa uyacaksın. ‘emredersiniz komutanım, peki ne olacak bizim durum?’, ‘tutanak tutarsak 21 gün hapis yersin, çıkınca bi 21 gün daha askerlik yaparsın ne etti? 42. Ne gerek var şimdi yok yere askerliğini uzatmaya he? Bir de örnek olacaksınız uzun dönemlere, hadi onların memuriyetle falan işleri yok, kimi çiftçi kimi çoban, kiminin kendi işi var, onları versek mahkemeye bişey olmaz. Ama sizi yakmaya gerek var mı? Bak burası askeri mahkeme, sicilinden silinmez, çocuklarını bile etkiler alacağın ceza..’. ‘bu sefer affedin komutanım, zaten dışarda konuşmak için almıştım, içerde hiç konuşmadım.’, ‘çorabın içine koysan görmeyecektim, kaldırıp paçalarına da bakacak halim yok, ne diye cebine koyup gözümüze sokuyorsun küfreder gibi.’, ‘özür dilerim komutanım’, ‘biz görmeden ne yapıyorsan yap ama böyle olunca saygısızlık oluyor’, ‘bi daha olmaz komutanım, söz. İsterseniz telefon sizde kalsın, kullanmıyorum zaten, dışarı çıkınca kullanmak için..’, ‘istediğin zaman benden gel al, burada odamda konuş ama böyle yasak işler yapma, bizi kandırmaya çalışıp ta aptal yerine koyma.’, ‘emredersiniz komutanım’, ‘neyse hastaneden gelince yanıma gel konuşuruz senin durumu, tutanak tutmayız ama cezasız da olmaz. Bi ceza vericem sana akşama, şimdi git yemeğini ye’, emredersiniz komutanım’. Bu ne ya böyle, liseden beri böyle nasihat edilmemiştim, kendimi ergen çocuk gibi hissettim resmen. Babam bile böyle davranmıyordu bana. Her neyse, odadan çıkınca biraz olsun rahatladım, yemeğe gittim. Durumu öğrenenlerin imalı bakışları altında yemeği yedim sonra tekrar haşmet başçavuşa haber verip hastaneye kaçtım.
Bu sefer kaydımı yaptırabildim ve doktor gelince şikayetimi kendisine bildirdim, kronik gastrit-reflü. İlaçları yazdırdım, eczaneye gittim. Burada hacılardan ufuk ile karşılaştım, o da ilaç alıyormuş aynı eczaneden. Dişini çektirmiş, diş hastanesini anlattı. Nasıl ilgilendiklerini, hemşireleri falan anlatınca, ben de yirmilik dişlerimi göstermek için haftaya oraya gitmeye karar verdim. Eczaneden çıkınca, zaman geçirmek adına çarşıya yürüdük, oradan da otobüse binip karakollara döndük.
Kapıdan içeri girer girmez bu kez herkesin imalı süzüşleri karşısında iyice nefret ettim buradan. Haber hemen kulaktan kulağa yayılmıştı demek ki. Şu içinde düştüğüm duruma bak, şimdi yine tavır alacak millet bana telefon yakalattım diye. Çünkü telefon kullananlar rahatsız olacaklar komutanın bu konuya eğilmesine. Nitekim akşam içtimada bir nutuk daha ve ardından telefonu olan getirsin klişesi. Bir dejavu daha yaşıyordum sanki, allahım neden yine benim yüzümden böyle bir durum yaşıyoruz, of ulan of.
Cezamın daha ne olduğunu bilmiyordum ama söylenenlere göre çarşı iznimin kitleneceği ve bir hafta on gün tek başıma bulaşık yıkayacağımdı. Haşmet başçavuş yanına çağırdı, telefondan hiç bahsetmedi yine. Direk özel işlerini kilitledi, birkaç dosya evrak derken bilgisayarının başına oturttu. F klavye ile yazı yazdırdı, istese böyle bir eziyet şekli bulamazdı. Elinde koz olduğu için de itiraz etme şansım olmadı, ne dediyse paşa paşa yaptım, yapmak zorundaydım. Doğrusunu söylemek gerekirse beklediğim kadar iş çıkarmadı başıma, hem böylece zaman geçirmiş oldum, bir süre kafamı dinlemiş oldum. Cezadan çok ödül gibi gelmişti bana bu iş, komutan farkına varmasa da. Bu durumu belli etmedim kimseye, yüzümdeki memnuniyetsiz ve sıkıntılı durumu herkesin içinde de korumayı başardım. Ne de olsa tiyatrocuydum, istediğim rolü oynayabilirdim ve bu durumdan inanılmaz keyif almaya başladım, her ne kadar beni alkışlayan seyirciler olmasa da.


-54-
Çavuşla yine yakalambaçlı kestirmece oyunu oynadığım yağmurlu bir gecenin ardından soğuk bir sabaha mahmur gözlerle merhaba diyordum. Beni teselli eden tek şey şafağın atmasıydı bunca olumsuzluğun içinde. Kahvaltı, mıntıka, içtima derken özdemir gelebildi nihayet ve ben de saatlerdir hasretini çektiğim, burnumda sevgili gibi tüten yatağıma kavuşabildim.
Yaklaşık üç saatlik çektiğim deliksiz uykunun ardından, öğle yemeği için uyandırıldım. Gitmekle gitmemek arası karasızken, karnımın açlığı bir yana, İbo’nun gece devriyesinde olduğundan dinlenmesi ve kazımın devriyeye çıkması sebebiyle, tüm bulaşıkların özdemir’e kalmasına gönlümün razı olmaması aşağı inmeme neden oldu. Hem bi şeyler atıştırırım hem de yemekhane temizliğine yardım ederim diye düşündüm.
Bulaşığıydı, masalarıydı, benvarisiydi, yerlere paspasıydı derken bir buçuk saati geçirmeyi başarmıştık. Gök gürlemeye başladı, bu iyi bir haber, güzelce uyuyabilirdim. Yağmurda uyumak kadar rahat ve keyifli bir an yoktu benim için. İşleri bitirince koğuşa, yatağıma çıktım uzandım. Nasıl bir sağanak bastırdı, rüzgarın olmayışı bu görsel şölenin güzelliğini bir kat daha artırıyordu. Pencereden dışarı bakarken, pencere önüne havalandırmak için koyduğum botlarımı gördüm, içi ıslanmasın diye yatağımdan inip, oraya kadar gidip, pencereyi açıp botları alıp dolabıma koyma gibi bir dizi eylemleri gerçekleştirmekten üşenmedim. Akşam gece nöbetine başlayacak olmasam kesinlikle böyle bir şeyi umursamazdım. Neticesinde ıslak botla geçireceğim bir gece benim açımdan çok rahatsız edici olabilirdi. Belki hasta bile olabilirdim, hiç gerek yoktu şimdi durduk yere hasta olmaya. Hem böyle bi yerde hasta olmak, yapılması en büyük hatalardan biri sayılırdı elbette.
Tekrar yatağıma çıktığımda, şıp şıp şıp seslerinin ardından ayaklarımın arasında bir ıslaklık hissettim. Bir de ne göreyim, tavandan yatağımın üstüne su damlıyordu, şaşkınlıktan ağzım bir karış açık kaldı, kısa bir süre şaşkınlıktan çıkamayıp bu durumu izlemekle yetindim sadece. Sonra yataktan atlayıp ranzayı odanın ortasına doğru kaydırdım. Yıllanmış, belki de harabe olduğu birkaç sene önceki boyalarla kamufle edilmiş bu odanın haline kendimden daha çok acıdım. Bu trajediyi kabullenerek halime güldüm, tekrar yatağımın üstüne çıktım. Uykum kaçmıştı, yastığımın altında gizlediğim kitabımı çıkartarak okumaya daldım. Bu süre zarfında odaya girip çıkanlardan durumun garipliğini fark edenlere kısa açıklamalarda bulundum. O kadar damlamış ki, odanın zemini sanki temizlik yapılacakmış ta su basılmış gibi olmuş. Kitap okumaya daldığım için fark edememişim bu durumu. Gelen giden söyleyince far ettim ben de, alaycı bir gülümsemenin ardından kitabı yastığımın altına geri koyup battaniyeyi üzerime çektim ve hoyratça esnedikten sonra uykuma kaldığı yerden devam ettim.

Akşam yemeği için tekrar uyandırıldım, bu sefer uykumu almış gibiydim. Tereddüt etmeden kalkıp yemek içtimasına katıldım. Yemekten sonra tek hatırladığım yıkanmayı bekleyen o iğrenç bulaşıklardı. Öyle bir yerdi ki bulaşık yıkadığımız yer, zemini eşiğin 20 santim kadar altında kalmış ve herhangi bir gider de olmadığı için tüm sular zeminde birikiyordu. Bu sorunu da günler sonra kazımın müthiş buluşuyla hallettik. Suyu çek-pasla eşiğin önüne kadar getiriyor, oradan hızlı bir şekilde arkasından ittirip eşiğin üstünden uçuruyordu, bir nevi deveye hendek atlatıyordu. Bence bu buluşuyla bu yılki TÜBİTAK bilim ödülü kazıma verilmeliydi.
Nöbeti devralmak için koğuşta üzerimi değiştirdikten sonra aşağı indim. Bekleme odasına tek başına oturmuş, başını öne eğmiş ve sıkıntılı biçimde durmakta olan özdemir’i gördüm. Yanına yaklaşıp ne olduğunu sordum, önce söylemek istemedi. Ayağa kalktı, odanın içinde biraz gezindi, ağzında eveledi geveli, ‘yok bişey ya, askerliğe canım sıkılıyor işte’ diyebildi kendi de asıl söyleyeceği şeyin bu olduğuna inanmayarak. Sonra da, hazır birine açılma fırsatını bulmuşken ağzındaki baklayı çıkarıverdi. ‘hatunla tartıştım’. Telefonla konuştuktan sonra canı sıkılmıştı, nedeni anlaşıldı şimdi. ‘boş ver ya, olur böyle şeyler, normaldir takma kafana’, ‘evet ama burda zaten bunalıyoruz, bir de üstüne o sıkıyor canımı’. ’ben de aynı şekilde sıkılıyorum hoca, konuşmuyorum ne zamandır. Biliyorum insanın canını çok acıtıyor, hatta askerlikten bile daha fazla acıtıyor ama şuan siktir etmekten başka yapıcak bişey yok değil mi?’ yoksa düşün düşün kafayı yersin.’, ‘napayım aga düşünüyorum işte’, ‘sen de haklısın, kafayı meşgul edecek başka bi şey yok ki burda da’. Derin bir of çekti, ardından pufladı, cebinden buruşmuş sigara paketini çıkardı, işaret parmağıyla içini yokladı, son teki olduğu belliydi, çıkarıp dudaklarının arasına yerleştirdi, boş paketi elinde sıkarak top haline getirdi ve fırlattı. Diğer cebinden çıkardığı çakmakla sigarasını yaktı ve ciğerlerine okkalı bir duman çektikten sonra dışarı üfledi. Ağzından çıkan duman, adeta içindeki sıkıntının resmini çizdi odanın içine ve dışavurumcu bir ressam gibi yarattığı eserini izledi sessizce bir süre, ardından bana baktı ve uyuma işareti yapıp yatmaya gitti. O gittikten sonra ben de, kendi düşüncelerimden kurtulmak için kitap okumaya devam ettim ama bu sefer de aklıma yeni yeni düşünceler gelmeye, gözümün önünde orijinal cümleler oluşmaya başladı. Engel olamadım bu akışa, okumayı bırakıp yazamaya başladım. Çünkü böylesine ilham her zaman gelmezdi, ayda yılda bir rastgele kapımı çalardı ancak. Onda da elinde kalem kağıt hazır beklemekte olacaksın yoksa bir süre sonra hepsi uçup gider kafandan. Şansıma bu sefer tedarikliydim ve gaipten gelenleri zamanında kayıt altına almayı başardım.
“sevgilim, seninle ilk tanıştığımızda doğru yerde fakat yanlış zamanlardaydık, oysa şimdi doğru zamanda ama yanlış yerlerde yaşıyoruz. Bu nasıl bir kader ey Tanrım! Belki de efsane aşklardan biri olsun istiyorsun, o yüzden böyle uygun gördün. Efsane olmak için bir şekilde trajik bir son olması şart, Shakespeare oyunlarından biliyorum, mutlaka mutsuz bitiyor oyunlar, bu sefer de öyle olacak sanırım, takdir-i ilahi..”



-55-
olmuş olanı değiştiremezsin ama telafi edebilme şansın her zaman mevcuttur. İşte bu felsefe sayesinde, pişmanlıklarım umutlara, ‘keşke’lerim ‘inşallah’lara dönüşmeye başladı. Geçmişteki hatalarımdan ders çıkararak önümdeki hayatın hepsini değil ama büyük bölümünü olması gerektiği gibi huzurlu ve mutlu yaşayacaktım. Gün geçtikçe sabrı öğreniyor, içimdeki hiperaktiviteyi törpülüyor, iç isyanımı bastırıyor ve sakinleşiyordum. Bunu da kendimi düşüncelerimden uzaklaşarak başarabiliyordum. İşin sırrını kitap okumakta bulmuştum. Böylece bütün odak noktamı romanın içindeki hikayelere ve karakterlere veriyor, belli zaman aralıklarında katarsise uğruyordum. Boşta kalan bir dakika bile kendime içinde bulunduğum hayatı düşünme fırsatı vermiyordum. Gözlerim acıyana, kızarana dek okuyor yine de bırakmıyordum kitabı elimden. Hem kitap okumayı geç keşfetmiş olmanın, hem de bu nedenle okunacak daha bir sürü kitabı bitirmem gerektiğinin kritiğini yapıyordum kısa dinlenme anlarımda. Dedim ya, geçmişteki kitap okumadığım zamanları ve belki de sırf bu yüzden yanlış gelecek planları, yanlış eğitim tercihleri yaparak geldiğim şu anki durumu değiştiremem ama elimden geldiğince bunu telafi edebilme şansına sahibim bundan sonra. Pişman mıyım? Evet, biraz ama umutlarımın pişmanlıklardan daha fazla olması, beni bi şeyleri değiştirme konusunda motive ediyor, güçlendiriyordu. Her neyse bu kadar kişisel telkin yeter sanırım, ben de hikayeme geri döneyim.
Efendim, öncelikle askerlikte geçen günleri şöyle bir kabataslak aklımdan geçirdim ve aslında ne kadar dikkatsiz, savunmasız ve güçsüz olduğumu fark ettim. Askeri hayatta duygusal hiçbir şeyin yararlı olmadığını aksine her anlamda zarar verdiğini, zayıflattığını ve yıprattığını, beni kolayca hatalara düşürdüğünü anladım. Vicdan mı? Burada ona yer yok, hem de hiç gereği yok.
Yine, kaçamak uykularla erebildiğim, araba camlarına kırağı düşmüş bir sabah, nöbetimi bitirip yatağıma koşma hayalleri kuruyordum. Ben biraz daha dişimi sıktıkça özdemirin gelmesi gecikiyordu. Saat dokuza geliyordu, alay komutanı gelecek söylentileri üzerine mıntıka temizlikleri ve rütbelilerin kontrolleri devam etmekteydi. Saat dokuzu geçtikten sonra nihayet özdemir karakolun ufkundan göründü, ta oradan ben gidiyorum işareti yaptım, onay aldıktan sonra koğuşa gidip öğle yemeğine kadar yattım.
Sonrası diğer günlerden farksız akıyordu, ufak tefek değişikliklerin dışında. Mesela yemekhane masalarına masa örtüleri geçirilmiş, yemekler benvarilere dökülmüş, tabldotlar, kaşıklar, çatallar daha bi düzenli ve temiz görünüyordu. Koğuşlarda dolap düzenleri tekrar tekrar gözden geçiriliyor, duvarların beyaz boyasının da birkaç gün içinde bitirileceği konuşuluyordu. Öğleden sonra yine yatağımda uzanmış kitabımı okuyordum. Koridordan Abdullah uzman ve yüzbaşının seslerini duydum, sesler git gide yaklaşıyordu. Hemen kitabı battaniyenin içine soktum ve uyuma numarası yaparak gitmelerini bekledim. Abdullah uzaman, yüzbaşına odaları gezdiriyor, yaptıklarını ve yapacaklarını anlatıyordu kasıla kasıla. Bir an önce odamdan çıkıp gitmelerini bekledim hiç kıpırdamadan, neredeyse nefes bile alırken kendimi tutuyordum. Yüzümü duvara doğru dönmüş şekilde beklerken, kitabın heyecanlı bir yerinde kaldığım için devamını merak ediyordum. Neyse ki biraz muhabbet ettikten sonra defolup gittiler, sanki başka muhabbet edecek yer yok koca karakolun içinde. Onlar gidince ben de keyifle kitabıma kaldığım yerden devam edebildim. Birkaç bölümü bitirdikten sonra geceyi de düşünerek biraz uyumaya karar verdim ve kitabı kapayıp yastığın altına koydum, üstüne de başımı koydum ve uzandım. Birkaç dakika geçti geçmedi ranza sallanmaya başladı beşik gibi. Özdemir mi gelip yattı acaba, diye aşağı eğilip baktım kimse yoktu. Hatta odada benden başka kimse yoktu. O sıra bir daha sallanmaya başladı ranza, evet göz göre göre deprem oluyordu, bunun bilimsel olarak başka açıklaması yoktu eğer bu harabe bina başımıza yıkılmıyorsa. Ben bunları düşünürken, diğer koğuşta yatan Konyalı Ömer’in de ‘deprem oluyor laan’ diye bağırarak dışarı kaçtığını duyunca, refleks olarak ben de yataktan atlayıp onun peşinden koştum. Dışarı çıktığımızdaysa, bu olayı bizden başka kimsenin fark etmemiş olması acaba başka bişey mi oldu şüphesi uyandırdı bende. Yemekhaneye gidip TV yi açıp baktık ama haber kanallarında da bişey yoktu. Herhalde yıllanmış, bazı yerleri çatlamış ve yer yer göçmüş bu harabe niteliği taşıyan binamız kendi kendine yılların üstüne bindiği yük ve yerçekiminin ısrarcı cazibesiyle biraz daha kamburlaşma eğilimi göstermişti. Ömer ise ısrarla kanalları değiştirip depreme dair bir haber yakalama peşinde olsa da ben koğuşa çıkıp uykuma kaldığım yerden geri döndüm. Çok değil, birkaç dakika sonra uyuyamadığımı fark ettim, kalkıp bu sefer kitabıma kaldığım yerden devam ettim. Henüz bir sayfayı çevirmemiştim ki, ömer umut ettiği haberi görüp, yaşadıklarının ve kurduğu hipotezlerin doğruluğunu ispatlamış olmasının verdiği haklı gururla koşarak ve bağırarak koğuşlara geldi, ‘evraka evraka..’ diyordu sanki, ben öyle duyuyordum. Oysa o sesli gazete gibi, ‘kırşehir, 4.5 beyler, duydunuz mu depremi? Kırşehir 4.5..’. umduğu karşılığı alamamıştı, bu kadar yaygaraya rağmen kimse oralı olmadı, sonra o da yatağına geçip istirahatine devam etti sanırım, çünkü sesi kesilmişti. Sessizlikte daha iyi konsantre olduğum okuma sayesinde kitabın sayfalarını daha hızlı çevirmeye başladım ve bitime birkaç sayfa kaldığını fark ettim, 15-20 sayfa kadar kalmıştı sanırım. Üç günde 400 küsur sayfayı bitirmiştim, bu benim için bir rekor oluyordu ve asıl güzel olanı iyi zaman öldürmüştüm bu köhne, karamsar, gısgri basık, buhran dolu yerde.
Saat beş buçuğa yaklaşmıştı, altıda lojman kapısında nöbet kitlemiş apo uzman. Özdemir’e sabah 6-8, bana akşam 6-8. Telefon olayından sonra bazı haset uzun dönem ve tayfası, kısa dönemlere nöbet yazılmıyor diye kıskananlar birlik olup apoyu etki altına almışlar. O da her zamanki gibi gaza gelip bize ikişer saat nöbet yazıvermiş hem de 12 saat nizamiye görevinin üstüne. Aferin sana Abdullah, aferin abdüş, aferin abdi.
Nöbete gitmeden bi sakal tıraşı olayım dedim yine göze batıp laf yememek için. Yataktan indim, dolabımdan havlu ve jiletimi aldım, koridorda ömercan’la karşılaştım, bölük komutanın yeni postası, beni çağırmaya gelmişti. Buyur burdan yak bakalım, tam da sırasını buldu yani yüzbaşı da. Tıraştan vazgeçip üzerimi, değiştirdim, komutanın odasına çıktım. Tahmin ettiğim üzere malum mesele yüzünden çağırmış, telefon! Bir sürü nasihat ve zırvalığın ardından beni dakikalarca ayakta esas duruşta bekleterek karşımda nazire yaparcasına telefonla konuşmalar, diğer komutanları çağırıp başka meseleler konuşmalar, başka nasıl benim canımı sıkarım diye düşünmeler de cabası, sırf ego tatminiydi bunlar biliyordum ve umursamıyordum. Yüzümde ne bir kızgınlık ne de kırgınlık ifadesi vardı, gayet normal, soğukkanlı bir şekilde ciğeri beş para etmez, kediye versen yemez bu herifin karşısında, göz ucuyla odasındaki akvaryumu ve balıkları izleyerek söylediklerine kulak asıyormuş gibi yapıyordum ve ne söylerse, ‘emredersiniz komutanım’ diyordum kısık ve mahcup seslerle. ‘normalde mahkemeye vermem lazım ama bana kuralları çiğnettiriyorsun, bu salakça olay yüzünden 8 gün yatmaya değer mi?, ‘emredersiniz komutanım’, o ara Apo girdi yine, bizim danışma kağıtlarımızın çıkıp çıkmadığını sordu yüzbaşı ona, bir an önce hazır olmasını söyledi, denetimde sıkıntı olurmuş sonra. Ne yaparlarsa zaten hep denetim için, denetim olmasa hiç bişey sikinde değil kimsenin. Bugün bir sürü evrak imzaladık bu yüzden. Sözde bize eğitim verilmiş te, onu aldığımıza dair, yok efendim can dostu sistemi anlatılıp herkesin badisi ya da yakın arkadaşı can dostu olarak ayarlandığını kabul ettiğimize dair vs. imzalar, her birinden üçer beşer nüsha yapmışlar, ne işe yarayacaksa? Her neyse Abdullah uzaman çıkmadan, beni işaret ederek, ‘bu nolucak komutanım?’ dedi bölük komutanına. O da şöyle bir düşündü, yerindi, kasıldı, hindi gibi kabardı, ‘ bu hafta, bi de önümüzdeki hafta içerde kalsın, çarşı yazma, ondan sonraki hafta çıkartırsın’, ‘emredin komutanım’ dedi ve çıktı apo. Ondan sonra yüzbaşı bana bir süre daha nasihat kaydı, biraz daha egosunu tatmin edip rahatlattı kendini, bugünlük stresini benim üzerimde atmış oldu. Bense otomatiğe bağlamış şekilde ne derse ‘emredin komutanım’ demeye devam ediyordum. Artık iyice anlamsız gelmeye başlamıştı bu sözcükler. Bir süre sonra o da bu durumun farkına varmış olacak ki, son sözünü söyleyip durdu, bekledi, bakışını benden çekti, ‘hadi işine bak’ diyerek gitmeme izin verdi nihayet. Odadan çıkıp koğuşa gittim, tıraş oldum, nöbete geçmeden evvel içtimayı beklemeden akşam yemeğini de aradan çıkarmış oldum. Sonra da 10 dakikalık bir gecikme ile ilk asker nöbetimi tutmaya başladım.
Yanımda kitap götürdüğüm için, ilk saati kitap okuyarak geçirdim, kitap bitti ayağa kalktım. Komutanlardan laf yememek için miğfer ve çelik yeleği üzerime geçirdim. Aman tanrım, tam bir işkence olmalıydı bunları takmak, çok ağır ve pejmürdeydiler. Sanki ayaklarım toprağa gömüldü, yerin birkaç santim içine battım onları giyince. Çelik yeleği çıkardım, miğferi en azından görüntü olarak kalsın diye başımda bıraktım ama boynum bir süre sonra ağrımaya başladı. Kafamı yukarı kaldıramaz oldum, önce çıkardım sonra gelen geçen oluyor diye tekrar taktım. Elinde çay tepsisiyle kantinci yardımcısı geçiyordu, onu çağırdım, tepsideki dolu bardaklardan bir tanesini istedim. Sağa sola baktı, gizlice şeker atıp karıştırdı ve kulübeye girerek ‘iç ama gözükme, yoksa sen de yanarsın ben de’ dedi ve hızlı adımlarla yanımdan uzaklaştı. Bir iki yudum aldım, içim ısındı. Bu arada gözüm kulübenin içindeki yazılmış eski şafaklara takıldı. Ş=320, Ş=240, Ş=160, Ş=76 vs.. Neden kimse ‘doğan güneş’ yazmamış acaba diye düşündüm, belki ben yazarım ve bir ilke imza atmış olurum bu alanda diye geçirdim aklımdan, tebessüm oluştu yüzümde. Bu sırada kapıya iki adamla beraber haşmet başçavuş geldi, elimdeki çay bardağını nöbet kulübesinin kapısının arkasına köşeye koydum ve dışarı çıktım. Bir süre birilerini beklediler, tam da önümde dikiliyorlardı, bu arada da çay soğuyordu ve gittiklerinde buz gibi olmuştu. Bardağı başıma kaldırdım, fondip yaparcasına tek hamlede içtim soğuyan çayı ve boş bardağı kenara iliştirdim, unuttum orda kaldı. Ayağa kalktım, volta attım, caddeden gelip geçenlere, kornayla veya elle selam verenlere karşılık verdim. Biraz olsun can sıkıntımı gidermişlerdi bu insanlar. Sonra bunu eğlenceli bir oyun haline getirmiş, geçen araçları izlemeye ve selamlara karşılık vermeye kaptırmıştım kendimi. Traktörle geçen dayı, otomobilin camından bakarken beni görüp yavaşlayan ve selam veren adam ve iyi nöbetler diyen küçük oğlu, yoldan geçen teyze ve diğerleri, hepsi çok güzellerdi. Derken sürgülü demir kapıya başımı yaslayıp caddeye doğru daldığım bir anda, bir araba korna çalıp durdu kapının önünde, irkildim. İçinde iki eleman vardı, herhalde lojmana geldiler diye kapıyı açmaya yeltendim, ‘açma’ diyerek ve hayır işareti yaparak beni durdurdular. ‘kardeş sigara falan ister misin?’, ‘sağ olun, teşekkür ederim’, ‘anne babanla konuşmak istersen telefonu vereyim?’, ‘sağ olun gerek yok’, ‘canını yerim senin, iyi nöbetler hadi’, ‘eyvallah, iyi akşamlar’. Önce anlam veremedim bu içten yaklaşıma, sonra herhalde askerliğini yeni bitirmiş olabilirler ve üzerlerindeki duygusal etkiyi henüz kaybetmemişler diye düşündüm. Bu kadar halden anlar ve yardımcı olmak ister göründüklerine göre başka bir durum olma ihtimali gelmedi aklıma. Çok sevdiklerinden ya da halime acıdıklarından olamazdı herhalde, yine de duygulandım. Kitabı yeni bitirmiş olmanın hissiyatı, yakınlarda bir yerlerden gelen hüzünlü düğün şarkısı, eski hatıralar, şu an içinde bulunduğum durumla birleşerek boğazımı düğümleyene kadar doldurdu beni. Sonra, çocukluğumdan bu yana bir türlü muvaffak olamadığım gözyaşı damlalarının şıp şıp yere damlamasıyla, boğazımdaki düğümün çözülmesini hissettim. İçimi boşalttıktan sonra, 10 paket sigara içmişliğin verdiği rahatlığa bir anda kavuştum. Burnumu çektim, gözlerimi sildim, çömeldiğim yerden ayağa kalktım ve gelip geçenlerle selamlaşmaya devam ettim.



-56-
Gece gelen giden pek olmuyor, sadece devriyeye çıkan araçların kaydını yapıyorum, onun dışında yatıyorum, pardon gözlerimi dinlendiriyorum, yatmak yasak. Ha, bi de nöbet vardı iki saat, çelik yelekli ve çelikimsi miğferli. Omzumu ve boynumu hissedemiyorum o iki saatten sonra. Ağlamak istedim bu sefer beceremedim, yapamadım nedense, neyse başka sefere artık, yeterince dolmamışım demek ki. Ne de olsa dün son 20 yılın acısını çıkarmıştım, belki 20 yıl sonra bir daha denerim şansımı, belki o zaman başarılı olabilirim. Gözyaşı damlası değerli bir elementti değil mi? Son birkaç gece olan olaylardan sonra bu gece olaysız geçmişti. Çavuşla muhabbet edebildik biraz, bu kez kovalamaca oynamadan ve gıcıklık yapmadan uyuyabildik. İkide bir nizamiyeye git demedi, bu huyundan vazgeçmişti muhabbetten sonra. Doğal olarak arkadaşlığımız ilerleyince yersiz uğraşılarını bir kenara bıraktı ve odada uykuya daldık. Kısa sürede herkesle samimiyet kurabilme özelliğim vardı ve insanların psikolojilerini çok çabuk analiz edebilir, nabza göre şerbet vermeyi iyi bilirdim deyim yerindeyse. Yeter ki karşımdaki adam olsun, anlayabilsin dediklerimi. Zaten onun da az günü kalmıştı, 20 gün kadar, bundan sonra da rahat olacağımı düşünüyordum. Hele üç beş kişi vardı huzurumuzu bozan, bir-bir buçuk ay sonra gidiyorlardı, onlardan sonra daha rahat olacaktı burası. Düzeni bozan, kavga çıkaran, kendini bi bok sanan, aslına baktığında cahil ve zavallı insanlar sürüsü. Anlaşılması zor, iletişim kurması imkansız.
Bugün hafta sonuydu, üstelik cumartesi, en sevdiğim gündü. Oysa burada bir anlamı yoktu, her günden tek farkı rütbelilerin olmayışıydı. Sadece nöbetçi komutan vardı, o da iyi oldu mu rahatsın. Sedat uzmandı bugünkü nöbetçi, odasında yücel ile satranç oynuyordu. Ben geldiğimde Yücel’i köşeye sıkıştırmış, mat etmek için birkaç hamlesi kalmıştı. Onları izlediğimi fark edince kafasını kaldırmadan göz ucuyla beni kesti, ‘sen de biliyor musun’, ‘biliyorum komutanım’, ‘ne kadar biliyorsun’, ‘fena değil işte, idare edecek kadar’, ‘iyi o zaman senin de ölçünü alırız’.. Dediğim gibi birkaç hamle sonra üç piyonuyla aciz durumda kalan yücelin şahı mat olmaktan kurtulamadı. Bana ‘sen geç bakalım dostum’ dedi Sedat uzman, kendinden gayet emin ve duyduğu aşırı bir öz güvenle. Rakibini moral olarak çökerterek oyuna 1-0 önde başlama çabalarındaydı ama henüz rakibini tanımıyordu. Ben de böyle kişilerle oyun oynamaya bayılırdım, beni ekstra motive ederdi böyle durumlar. Oyuna başladık, ben temkinli gidiyordum, komutan ise arada TV ye bakıyor, sanki oyunla fazla ilgilenmiyormuş gibi görünüyordu. Aklınca rakibini küçümsüyordu, ama ne güzel de gaflete düşüyordu karşımda. İki ya da üç hamle sonra şah çektim. ‘çok erken değil mi ya? Şah çekmek için’, ‘erken kalkan yol alır’, ‘hadi bakalım’. Bir süre sonra da oyunun sıkıştığını söyledi, aslında sıkışan oyun değil kendisiydi, bahaneler üretilmeye başlandı bile. Ben atak yaptıkça oyuna olan ilgisi arttı, daha ciddi düşünmeye ve zorlanmaya başladı karşımda. Zor hamleler oynatıyordum ona, bazı durumlarda yanlış oynamaya mecbur kalıyordu. Bir ara Abdullah uzman geldi bizi izlemeye, o ara iyice dağıldı ve mat ettim arkadaşının önünde. İyice bozuldu, toparlamaya çalıştı, ‘bilenle oynaması başka oluyor, tebrikler’ dedi ama ‘hadi şimdi topla bunları git’ tonunda söyleyince öyle anlaşıldı. Sivilde olsak çok pis kızdırır dalga geçerdim ama burada sadece tebessüm etmekle yetindim. Takımı topladım ve odasından çıktım.
Biraz uzanıp kitap okurum diye koğuşa çıktım ama bi rahat bırakmıyorlar ki, yatakların nevresimlerini söküyorlar yıkatmak için. Keşke onu da layıkıyla yapabilseler gam yemiycem. Deterjansız şekilde atmışlar makinaya paçavra gibi, nasıl gittiyse, öyle sapsarı lekelerle, bir takım kan ve ne idüğü belirsiz kirlerle aynen geri geldi nevresimler. Temizlenmediği gibi üstüne kırış kırış olmuşlardı iyice, eskisinden beter durumdalardı anlayacağınız. Şu dışarıdaki osman kadar kafası çalışmıyor bu insanların. Onun bile kafası daha mantıklı çalışıyor. Bu arada osman üç yıldır burada kendi halinde takılan sarışın bir kedi sadece. O kadar uyum sağlamış ki buraya, yemek içtimalarını hiç kaçırmıyor, kendi mıntıkasını temizliyor, nöbet kulübesine bile çıkıp nöbet tuttuğuna kendi gözlerimle şahit oldum. Ona bir tane künye yaptırıp boynuna asmaya karar verdik, bizden ona güzel bir hatıra olsun diye, 89/1 has dede Osman, Kırıkkale.
Ve gece mesaim başladı. Özdemir’le biraz muhabbet ettikten sonra santrale çıktık. Ömer, Aytuğ ve Abeş ortamı kurmuşlar, cigaraları sarmışlar takılıyorlardı. Onlarla da biraz muhabbet ettikten sonra özdemir yatmaya gitti, ben de bekleme odasına geçip kitabımı okumaya devam ettim.


-57-
Ezan sesiyle uyandıktan sonra özdemirin yerine 6-8 nöbetini tuttum. Bugün çarşıya çıkacaktı o, biraz daha uyumak istedi. Anlaştık, benim akşamki nöbetimi de o tutacaktı.
Yarın denetim var diye Abdullah uzman mahvetti gündüz boş olan askerleri. İyi ki de istirahatliydim ben, öğle yemeğine kadar biraz uyuyabildim. Çünkü koğuşlara su basıldı, itfaiye hortumuyla bastılar, resmen göl oldu odalar. Abartısız söylüyorum, 10-15 cm civarında vardı suyun derinliği. Gürültü patırtı yapa yapa zorla uyandırdılar, küfrede söve kalktım, aldım elime çek-pası, kapı dışarı edene kadar çektim suyu, sonra tekrar çıktım yatağa. Bu sefer Abdullah uzman geldi koğuşa, ‘dolapları düzenleyin ha’ şöyle olsun, böyle olsun falan fistan dedi. Saçma sapan kurallar yüzünden, zaten içinde üç beş parça eşya bulunan dolabı boşalttırdı. Yok üstte tıraş çantası ve havlu olacak sadece, ortada beş tane poşetli askı, onların da bir tanesi askeri elbise, bir tanesi eşofman, bir tanesi rüzgar ceketi, bir tanesi sivil kıyafet, bir tanesi de harici elbise (o neyse artık?) olacakmış. Altta da en fazla iki ayakkabının bile zar zor sığabileceği yere, bir spor ayakkabı, bir bot, bir terlik, bir sivil ayakkabıyı sığdırmaya çalışıyorduk. Ayrıca askıların altında solda bir kirli, sağda banyo havlusu ve onun üstünde bir temiz çamaşır torbası olacak şekilde dekore ettik dolabı. Ivır zıvır ne varsa torbaların içine, ayakkabıların arkasına, havlunun arasına tıkıştırdım. Neymiş, askeriyenin işi gösterişmiş, doğru ya şu malum şekli disiplin. Dışarıdan bakınca bişey sanırsın ama içi fısss.. tıpkı kapıda boş şarjörle nöbet tutan asker gibi.
Akşam da yemekhaneye su basılacaktı ki, benim gece nöbetim var diye yırttım, henüz erken de olsa nizamiyeye geçtim oturdum. Kazımın devriyesi bitmişti, bu hafta boyunca nöbet tutacaktı. Bu yüzden o anda kazım vardı nöbette şansıma, muhabbet ettik. Etrafta kimsenin olmadığı biran, kazım karşıda, tren yolunun hemen ötesindeki bakkaldan sigara alma fantezisi kurdu. Önce bana teklif etti gitmeyi ancak benim kredim yoktu artık bir vukuat daha işlemeye. Yakalanıp bölük komutanının karşısına çıktığımda tutanak garanti olurdu bu sefer. Bu riski alamadım, ilk defa askeri nizamlar karşısında geri adım atmış, ‘aman ya ne olacak ki?’ diyememiştim. Hal böyle olunca, kazımın yerine ben nöbet tutarken, o sigara almaya gitti. Sözde kameradan saklanmak için duvar dibinden gitmeye çalışıyordu ama diğer taraftaki kamerayı hesaba katmamıştı. Bi şekilde kameraya yakalandı ama o kayıtların izlenmediğini, gösteriş olarak orada durduğunu adımız gibi biliyorduk. Şekli disiplin, bu yüzden hiç umursamadık. Üstelik bir de sigaralarımızı kameraya karşı tüttüre tüttüre nispet-i keyifle içtik.
Akşam gelen yemek, mıntıka muhabbeti yüzünden bir saat yemekhanede bekledi. Abdullah uzman inatla yedirmedi, buz gibi olan yemeği kazımla protesto ettik ve santrale gidip lahmacun söyledik. Gelen acılı ve sıcak lahmacunları da bir güzel afiyetle mideye indirdik. İyi ki yedirmemişsin yemeği apo, canımıza minnet.


-58-
Son yüz güne girmenin, ‘atarsa 100’ demenin klasik heyecanını yaşamaktaydım bugün. Olaysız bir gecenin ardından ortalık aydınlanmaya başlayınca odamda koltukların üzerinde uyandım. Bugün denetim günüydü, o yüzden yüzbaşından başçavuşa, astsubayından uzmanına, çavuşundan askerine kadar herkes mıntıkasında koşuşturma içerisindeydi. Kahvaltıya son anda yetiştim. Biraz atıştırma yaptıktan sonra kazım bulaşıkları yıkarken ben de masaları ve yerleri silip süpürdüm. Oradaki işim bitince nizamiyeye geçtim direk, oysa herkes içtimaya geçiyordu o sıra da.
Nizamiyede veli başçavuşa çattım, her türlü kıl tüy ayrıntıya takılıyordu ve o ayrıntıları bana bulaştırıyordu. Şu tabelayı buraya çek, şurayı sil, şu aynayı al diğer tarafa koy, oradaki süpürgeleri kaldır, hortumu bu tarafa çek vs. Neyse ki, bir süre sonra yüzbaşı geldi çağırdı onu da içtimaya gittiler. İçtimadan sonra yüzbaşı geldi nizamiyeye, son incelemelerini yaptı, ‘komutan gelince haber verin tamam mı?’, özellikle bana dönüp, ’sakın selam vermeyi unutma bak, böyle duracaksın kıpırdamadan, tamam mı oğlum?’, ’emredin komutanım’. ve arkaya gitti. O andan itibaren beklemeye başladık. Kapının önünde volta atmaya başladım. Yaklaşık yarım saat sonra yüzbaşı geri geldi, istihbaratı almış şekilde, ‘geliyorlarmış, dikkatli olun’ dedi nöbetçi askerle bana. O da karakolun önünde sigara içerek volta atıyordu, bu halinden heyecanlı yahut stresli olduğu çok net anlaşılıyordu. Bir süre sonra transitle gelen heyet kapının önünde belirdi. Kapıyı açtım, selam durdum, komutan selamımı aldığını selam vererek gösterdi, bu hareket hoşuma gitmişti. Araç geçtikten sonra kapıyı kapattım ve araca doğru dönüp selam durmaya devam ettim. Araçtan önce binbaşı indi, yüzbaşıyla selamlaştı, onlar arka tarafa içtima alanına gidene kadar selam duruşumu bozmadım.
Bu denetim yüzünden nöbetteki salihe 3 saat, bana da 2 saat nizamiye nöbeti takılmış oldu. Çünkü içtimadaki arkadaşlar nöbetlerini devralmaya gelemediler. Kapıda sabit beklemek zorunda kaldık. Karakola gelen vatandaşları, ‘denetim var, başka zaman gelin’ diyerek geri gönderdik. En saçması da buydu yani, vatandaşa ne sizin denetiminizden. Ya acil bir işi olan varsa ne olacak? Vatandaşı takan kim desene..
Yorgunluktan esnemeye başladım artık, biran evvel bitsin şu denetim muhabbeti de koğuşa gidip, yatıp uyusam diyordum. Ama inatlaşıyorlar mıdır nedir, bitmedi bir türlü denetim. Ne denetimmiş yahu! Saatler sonra heyet köşeyi dönüp karşımıza çıktı. Bizim rütbeliler de etraflarında fır dönerek eşlik ediyorlardı onlara. Son olarak koğuşları gezdiler ve bir takım notlar alıp vedalaştılar. Heyet gitti ama binbaşı karakolda kalmıştı. Yüzbaşıyla beraber karakolun içine girdiler. Ya evrak kontrolü yapacaktı ki bu düşük bir ihtimal, ya da çay-kahve içip lak lak edeceklerdi yüzbaşının odasında. İkinci durum daha olasıydı bence, çünkü öğle yemeği gelmesine rağmen odadan çıkmamışlardı. Daha fazla beklemedim paşaların keyfini, yemek yemeye gittim. Yemekten sonra kazım hemen nöbete geçtiği için bulaşık ihalesi yine özdemir’le bana kaldı. İbrahim de Ankara’ya polislik mülakatına gittiği için gelmeyecekti bugün. Denetim yorgunluğu üstüne bir de bulaşık cefası iyice belimi bükmüştü. Masa ve yerleri halledip, oyalanmadan koğuşa çıktım. Duş alıp yatayım diyene kadar saat çoktan ikiyi geçmişti bile.
Akşam beşe kadar deliksiz uyumuşum. Yemek geldi diye uyandırdılar her zamanki gibi. Her ne kadar gitmek istemesem de adanalı uğurun ‘hadü beyler içtüma’ diye siren sesi gibi kısa aralıklarla bağırması ve yanıma gelip dürtmesi sonucu, bu istirahatin de bana haram olduğu kanısına varıp, bu işkenceden bir an önce kurtulmak adına kalkıp aşağı indim. Acıkmamış olsam da geceyi düşünerek atıştırdım ve yine 18-20 nöbetine gittim. Bu nöbeti de kitap okuyarak savuşturduktan sonra nizamiyeye geçtim. Ama bir türlü huzur yoktu ki, önce kazım sonra da özdemir, akşam yemeği bulaşıkları için beni beklemişler. ‘hadi yemekhaneyi temizleyelim’ diyerek başıma üşüştüler. Ne kadar yorgunum deseler de aldırış etmediler, hiç halden anlamaz oldular devrelerim de. Bozuşmayalım diye tartışmadım ve onlarla beraber bulaşık yıkamaya gittim.
Aslına bakarsanız, askerin en rahat olduğu yer nöbet kulübesidir. Kimse karışmıyor, komutanlar iş ve emir veremiyorlar oradayken, arkadaşların sana işlerine yardım etmediğin için bişey diyemiyor, hiç darılmıyorlardı. Tek yapman gereken etrafı gözetlemek ve gelen gidene kapıyı açmaktı. O da mecburiyetten değil, adettenmiş. Bu akşamki nöbetimde arabayla çıkan kadın, dönüşte camını açıp yanımda durdu ve, ‘bana kapıyı açmak zorunda değilsin, bu senin işin değil, benim eşim de asker, başkaları ne düşünür onlara ne yaparsın bilmem ama ben istemiyorum. Askerin görevi kapı açmak değil bence..’, vay be hatuna bak, damardan girdi resmen. ’yok yok önemli değil, ne demek, başka işimiz mi var ki burada’, ‘olsun ben diğerleri gibi değilim, iyi nöbetler’, ‘teşekkür ederim, iyi akşamlar’. Gerçekte amacı neydi bu kadının diye düşündüm. Çünkü daha önce de, önceki günlerdeki nöbetlerimde de çıkıp girmiş ama hiç birinde arabadan inip kapıyı kendinin açtığını görmemiştim. Şimdi niye böyle bir şey söylemişti bana? Acaba muhabbet mi etmek istedi? Bilmem ki.. çok garip insanlar bu kadınlar. Daha sonra diğer askerlerden öğrendiğime göre hemşireymiş bu kadın, kocası da Tunceli’de görev yapmaktaymış. Lojmanda yalnız yaşıyor demek ki. Belki de beni gözüne kestirmiştir, olamaz mı, olabilir tabi ki, neden olmasın. Sivil hayatımda da böyle şeylerle çok karşılaşmadım mı sanki, niye şaşırıyordum ki? Hem zaten alışkındım bu durumlara, bu psikolojiden çok iyi anlardım ama anlayamadığım kendi psikolojimdi şuanda. Karşıdan bir talep gelirse, seve seve yerine getirirdim, üstelik askerken hiç reddetme ihtimalim de olmazdı kesinlikle. Kulübede zaman geçirmek için kitap okumaya daldığım biran yine bir ses duydum, ‘kapıyı açabilir misiniz?’. Kitabın üst kısmından göz ucuyla bu nazik ve hoş dişi sesine doğru dikkat kesildim. Karşımda duran sarı saçlı, yeşil gözlü, bal dudaklı ve çok ama çok tatlı kızı görünce elim ayağıma dolandı. Herhalde komutanlardan birinin kızıydı bu. Kitabı işaret parmağımla kaldığım yere koyarak kapatmak istedim ama dediğim gibi bu güzellik karşısında beceremediğim bir hareket oldu bu ve kitap tamamen kapandı. Yine de kitabı elimde tutmayı başardım, diğer elimle de bu güzel leydiye sarayının uşağı gibi kapıyı açtım. ‘’tabi ki açarım’, ‘teşekkür ederim’, ‘iyi akşamlar’. Halbuki kapı, her gün girip çıktığı ve elini uzatsa kolayca açabileceği bir şekilde önünde durmaktaydı. Acaba o da mı benimle muhabbet etmek için böyle bir yola başvurmuştu? Bu da olası bir şeydi tabi ki. Neden olmasın, bu gün karşılarına her zamankinden farklı bir nöbetçi çıkmıştı, onlar da şaşırmış olmalılardı bu durma. Elinde tuttuğu kitabı kaçamak bir şekilde okumaya çalışan, aynı zamanda muzip bakışlarla etrafı kesen ve sempatik duruşuyla özel bir enerji yayan bu asker de neyin nesiydi böyle? Nerden çıkmıştı birden bire karşılarına? Afallamaları normaldi bence. Bu durumun lojmanın içine fısıltıyla yayılacağını ve kendisine olan ilginin artacağını, belki de daha özel ilişkiler kurabileceği ya da en azından arkadaş olabileceği kimselerin çıkabileceği ihtimallerini düşündü. Bu tatlı düşünceler esnasında nöbeti bitiverdi. Diğer nöbetçinin gelip, ‘hadi çıkar yeleği’ demesini fark etmedi bile..


-59-
Atarsa 99 ulan! Nihayet çift haneli rakamları zikretmeye başladık. Bizi ıslatmadılar, biz de birbirimizi ıslatmadık, zaten ısınamamıştık buranın samimiyetine. Böyle şeyleri yapmak için samimiyet gerek, güzel arkadaşlıklar gerekti. Gel gör ki burada ‘güzelini’ bırak arkadaşlık namına hiç bir şey yoktu. Daha önceki günlerde söylediğim gibi, değişen hiç bir şey yok hala mallar, hala iletişim kuramıyorlar, hala deliler hastanesini andırıyor burası ve mal gelmişler mal gidecekler maalesef. Aklıma mukayyet olmak için sürekli onlardan uzaklarda, mümkün olabildiğince tenhalarda takılıyordum. Zaten kısa dönem olarak bir birimizi pek göremiyorduk eskisi kadar. Hepi topu dört kişiydik. Birimiz devriyede, birimiz nöbette, birimiz nizamiyede kalan son kişi de istirahatteydi. Nadiren görüşebiliyorduk bu sıralar, o da denk gelirsek. Hal böyle olunca kendi başımıza kalıyorduk. Geceleri rahattım, araç defterini komutanlara imzalattıktan sonra vurup kafayı yatıyordum boş bulduğum sote yerlere. Gündüzleri de istirahatten yatağa gidip yatıyordum, asker deyimiyle şafağı çift çift attırıyordum bu günlerde.
Bu gece stajyer uzmanlar nöbete kaldığı için bekleme odasında yatamadım. Uzanıyordum kırmızı koltuğun üzerinde, geldi kaldırdı beni, kendi yattı şerefsiz ibne. Her neyse, biraz dışarıda volta attım gecenin o soğuğunda, sonra devriye minibüsünün içine geçip yattım. Aracın içi sıcaktı en azından, üzerimde çift parke olmasına rağmen dışarıdaki ayaz parkeleri delip geçiyordu içime. Koltukların üzerine devrilmiş uyuklarken yine o stajyerlerden biri geldi. Refleks olarak zıplayıp kalktım, ‘devriye askerlerini topla’ dedi. Koğuşa çıktım, uyuyan hazır kıtayı kaldırdım ve aşağı gönderdim. Uyuyan hazır kıta mı olur? dediğinizi duyar gibiyim, burada oluyordu işte. Onları gönderdikten sonra, biraz rahat uzanıp dinleneyim diye ranzaya uzandım. Geçen seferki gibi uykuya dalıp giderim diye diken üstünde endişeli birkaç dakika dinlendikten sonra aşağı indim. Stajyerler devriyeye çıktıkları için bekleme odasındaki yerime geçip kestirmeye devam ettim. Bir buçuk iki saat sonra devriye aracı döndü, geldiklerini arabanın sesinden ve yanar döner kırmızı mavi ışığından anladım. Fırlayarak ayağa kalktım, beremi giydim ve dışarı çıktım. Komutandan laf yemek, hele ki yanlışlıkla tutanak veya ceza yemek hiç istemiyordum. Muhatap olmaya değmez bir anlık uyku için şu değersizlerle. Oradan yemekhaneye gittim, yine sandalyeleri birleştirip uyumaya çalıştım, rahat edemedim. Oradan çıkıp tekrar devriye aracına girdim çaktırmadan, orada yaklaşık bir buçuk saat kadar daha uyuyabildikten sonra kendi kendime uyandım. Millet çoktan kaldırılmış, kahvaltısını bitirmiş mıntıkalarına dağılmıştı. Kahvaltının sonuna yetişebildim ancak, bir parça ekmeğe tereyağı sürüp yiyebildim, o da midemi tutsun diye. Ardından daha büyük hevesle yatağa gittim. Ne güzel geçmiş içim, uzandığım gibi uyuyuvermişim.
Hay kör olası çavuş! Öğle yemeği geldi diye uyandırmasın mı gene. Açlıktan midemin acısına rağmen kalkmadım yataktan, uyku daha tatlı ve daha gerekliydi o an. Tam bundan yırttım derken, 45 dakika sonra tekrar uyandırmaya geldiler. Hay anasını avradını.. Ulan bi rahat bırakın da dinlenelim a.k. bak yine ağzımı bozdurdular bana. Neymiş spor varmış, denetim için koşu, şınav, mekik, barfiks. Daha yeni geçmedi mi denetleme, olsun bu ayrı denetleme, o başka, haydaa.. Hadi bakalım yine dinlenemeden gidiyoruz bi yerlere. Bindik araçlara istikamet hacılar. Geçen sefer gittiğimiz yere geldik, 3000 metre koşunun aynısı. Hava kapalıydı, en koyusundan gri bulutlar kaplamıştı gökyüzünü, ha şimdi yağdı ha şimdi yağacak derken çoktan koşmaya başlamıştık bile. İstenen süreye 15 saniye kala koşuyu bitirdim, ardından barfikse geçtik. Çekilmesi gereken 8 tane barfiks ancak ben normal standartlarda bile 3 tane çekemem ki, haliyle çekemedim. Başımızdaki astsubay hemen lafı koydu, ‘bunlar banyoda çekiyor, burada çekemiyor’. Bütün sinirim tepeme çıktı, çünkü geri zekalı diğer rütbeliler ve tek hücreli organizmalardan farkını ancak bilim adamlarının laboratuvar analizleri sonucu görebileceği uzun dönem askerler bu yersiz ve gereksiz ve ergen saçması espriye gülüyorlardı. Allah’ım ben ne günah işledim ve neden buradayım? Belki de bunları yaşayıp yazmak, bilmeyenlere anlatmak içindir. Emredersin Tanrım!
Sonunda bitti bu işkence ve geri döndük. Hemen yatağıma yatıp dinlenmek istiyordum ama Abdullah uzman odasına çağırdı herkesi. ‘sen koşamadın, sen mekik çekemedin, senin şınav olmadı, senin barfiks olmadı..’ diyerek çarşıları kilitledi. Beni de barfiks yüzünden cezalandırmış, olsun artık bu gibi küçük şeylere takılmıyorum, aptalca düşüncelerimden bile umursamaya değer görmüyorum. Nasıl olsa bu hafta ve diğer hafta da kilitliydi çarşım, alışmıştım içerde durmaya. Hem ne var ki çarşıda? Kış ta geldi zaten. Ben en iyisi hastaneye gideyim, nasıl olsa gidecektim, çıkmışken şöyle bir turlarım, yeter o bana. Yeni bir kitap alsam, şöyle kalınca bi kitap 500-600 sayfalık, bir hafta idare etsin, oyalasın beni. Dış dünyayla, pardon askeri dünyayla alakamı keserim en azından. Dış dünyayla keseli zaten çok olmuştu değil mi?
Cezaların ardından bir saat kadar uyudum uyumadım, midemin acısı rahatsız etmeye başladı iyice, dayanamadım kalktım. Yemek geleli 15 dakika olmuş, ortalıkta kimse yoktu. Üzerinden bir 15 dakika daha geçti, birkaç kişi geldi ama komutanı bekliyoruz içtima alsın diye. Diğer askerler gelip bölük tamamlanana kadar 15 dakika daha geçti ve nihayet komutan da teşrif edebildi. Bir konuşma yaptı, ‘yarın kışlık kıyafetlerinizi giyeceksiniz, terzi gelecek vs.’ derken yemekler buz kesti yine. Ama o kadar açtım ki, hiç bu gibi olumsuzluklara aldırış etmeden ne varsa sildim süpürdüm. Sonra tekrar, doooğru yatağa. Bir buçuk saat kadar uzandım, kafam düşüncelerle dolu, uyutmaz ki o düşünceler. Ah o düşünceler yok mu o düşünceler, haylaz düşünceler, yaramaz düşünceler, hain düşünceler.. Nihayetinde uyuyamadım da. Kalktım, iki gündür kesmediğim sakalımı tıraş ettim, kıyafetlerimi giydim ve nöbetime gittim.



-60-
Sabah 6-8 nöbetinde buldum kendimi. Bir saat boyunca kulübenin içinde uyukladım. Hava biraz aydınlanınca, çelik yelek ve miğferi taktım, birden ağırlaştım, ben ağırlaşınca uykum hafifledi. Cebimdeki kitabı çıkarıp okumaya başladım, ara sıra da gelip geçen var mı diye de etrafı kolaçan ediyordum. Bir süre sonra komutanlar gelmeye başladı tek tek, onlara kapıyı açtım. Sonra okula giden birkaç çocuk çıktı lojmandan, onlara da kapıyı açtım, servislerine binip gittiler. Onları gönderdikten sonra kitaba dalıp gitmişim. Her daldığımda başıma gelen olaylardan biri daha buldu beni. Haşmet başçavuş gelmiş kapıya, korna çalıyordu, ikincisinde fark ettim. Alelacele kapıyı açtım, içeri girdi ve durdu, elini camdan dışarı çıkartarak, ‘ver ver’ işareti yaptı. Kitabı gördüğünü anlamıştım ve itiraz etmeden uzattım. Aldı kitabı ve direksiyonun arkasından, ön camın önüne doğru fırlattı, bişey demedi, bana bile bakmadan bastı gitti. Ben de lojmana arkamı dönüp gelip geçene bakaraktan bitirdim nöbetimi. Nöbet bitti ama diğer nöbetçi gelmiyordu bir türlü, içtima uzamış galiba, uzaktan bakıyorum bir hareketlilik var içtima alanında. Yürüyüş çalışıyorlar, ‘rap, rap, rap’ ne alakası var şimdi yürüyüş çalışmanın? Tam da benim nöbeti mi buldunuz arkadaş! O bitti, bu sefer silah bakımı yapmaya başladılar, buyur burdan yak. Öyle böyle derken, bir saat nöbet takılmış oldu bana. Saat dokuz oldu, düdük çala çala ancak getirtebildim nöbetçiyi çavuşa. Bir saat geç te olsa çıkabildim nöbetten. Artık özgür bir kuş gibi kanatlanıp uçabilirdim, kısa süreliğine de olsa.
Bir haftanın ardından sivil hayata merhaba dedim, kapıdan dışarı adımımı attığımda. Bir araba durdurdum, sağ olsun hastaneye kadar bıraktı. Girdim içeri, göğüs hastalıklarına kayıt yaptıracakken, sekreter sevk kağıdının fotokopisini istedi. Fotokopi çektirmek için dışarı çıkınca, kafamda bir ampul yandı ama o bildiğiniz armutlardan değil benim ki beyaz florasan. Birkaç tane daha fazla fotokopi çektirip diğer bölümlere de çıktım. Hem bedavadan check-up yaptırayım, hem kafamdaki şüpheli rahatsızlıklardan kurtulayım, hem de zaman geçireyim dedim. Aynen düşündüğüm gibi de yaptım valla. Göğüs polikliniğindeki doktor amca beni kan tahliline, solunum testine ve ciğer, sinüs röntgenine gönderdi. Röntgen makinası bozulunca, o bölümden sonuç almak için öğleden sonraya kaldım. Bu iyi haberdi, öğleden sonra da dışarı çıkabilecektim bu bahaneyle. O şöyle dursun, ürolojiye gittim belki fıtık falan çıkar dalgada da ameliyat olurum, hava değişimi alırım diye. Sekretere kaydımı yaptırır yaptırmaz içeri girdim. ‘neyin var?’, ‘testisimde beze gibi bişey var hocam’, ‘şuraya geç pantolonu indir’, ‘nerede göster bakalım’. Bu anda gerginlikten olsa gerek herhalde, büzülmüş, küçücük olmuş torbanın içinde ara bul bulabilirsen. Doktor gözümün içine baktı, hafif meşrep bir sırıtma ile, ‘yok bir şey değil mi? Ara ara belki bulursun..’ diyerek dalga geçti.. ‘Öyle çok oynarsan hep bişey bulursun’ dedi ve masasına oturup eline kağıt kalem aldı. Çizerek bir şeyler anlatmaya başladı, sanki hastanede değildik te bir üniversitenin tıp fakültesinde dersteydik. Yumurta gibi dikine bir şey çizdi, ‘bak bu testis, bu da meni bağlantısı, arkasında olur her zaman, sen onu buluyorsun hep. O normal, bişey olmaz ondan.’ Ama ağrı yapıyor hocam’, ‘sürekli meniyi boşaltacaksın işte’, ‘…’, ‘asker misin?’, ‘evet’, ‘evli misin?’, ‘maalesef’, ‘bi şekilde halledeceksin artık, ne kadar kaldı?’, ‘üç ay kadar’, ‘bi şey kalmamış, kısa dönem misin?’, ‘iyi ki öyleyim’, ‘tavsiyelerimi iyi dinle. Acı, ekşi ve tuzlu yememeye dikkat et’, (geriye ne kaldı ki hocam dedim içimden, hem ne alakası vardı bununla şimdi) ‘olur hocam, dikkat ederim’, ‘bir de ağrı kesici yazayım sana’ işte olayın asıl aydınlandığı yer burasıydı, onun derdi bir şekilde konuyu ilaç yazmaya getirmek ve sonunda ağrı kesiciyi satmaktı. ‘ama meniyi boşaltacaksın tamam mı? Tutma onu fazla’, ‘tamam hocam, tamam’ dedim ve reçeteyi alıp çıktım. Adama bak ya, biz de biliyoruz meniyi boşaltmamız gerektiğini ama nasıl boşaltalım ki, nerden ilham alalım da boşaltalım, 30 tane askerin içinde koduğumun yerinde.
İstikamet KBB. Belki bu sefer şeytanın bacağını kırarım dedim ve sekreter kıza sevki uzattım. Biraz kapıda bekledikten sonra içeri geçtim. ‘neyin var?’, kulaktan dolma öğrendiklerimle direk konuya girdim, ‘burnumda deviasyon var hocam nazal semptom deviasyon, sağ tarafta daralma var nefes alamıyorum’. Bu açıklamamdan etkilenmiş olacak ki, doktorum yüzünde tebessüm belirdi, ‘geç otur bakalım koltuğa’. Hep aynı klişeler, ışığını tuttu, cımbız gibi bir şeyle burun deliklerimi açtı baktı, ‘pek fazla yok aslında’. Ne demek istiyor bu adam ya, bir şeyin yok mu demek istiyor, onun ağzını burnunu kırarım valla, nasıl yok, var işte! ‘var hocam, tıkanıyor sürekli, nefes alamıyorum geceleri, ağzım hep açık uyuyorum’, ‘sprey falan kullandın mı?’, ‘kullandım hocam kullandım, merhem de kullandım spreyde ama fayda etmedi.’, ‘rahatlatmadı mı hiç’ diye konuyu karıştırmaya ve bir şekilde kendi dediğine ikna etmeye çalışır bir havası vardı. Biliyordum, diğer doktor gibi ilaç yazıp başından savma peşindeydi beni ama yemezler. Ben de inat ettim, buradan o hava değişimini kapmadan gitme niyetim yoktu. Hadi bakalım, hodri meydan. ‘biraz rahatlatıyor ama sonra hep tekrar ediyor hocam’ dedim. Bu ısrarcı tavrımdan sonra sevkimi aldı ve üzerine benim söylemeye çalıştığım teşhisi kısaca yazdı; nazal deviasyon vardır, askeri hastaneye operasyon için sevki uygundur’ yazıp mühürledi ve imzaladı. ‘bunu birliğine ver göndersinler seni’, ‘sağ olun hocam’, tamam hocam, iyi günler, iyi çalışmalar, kolay gelsin, Allah ne muradınız varsa versin, tuttuğunuz altın olsun’a kadar giderdi bu muhabbet, neyse ki çoktan çıkmışım dışarı. Yüz kaslarıma bir mutluluk ifadesi hakim oldu, insan ameliyat olacağına bu kadar sevinir mi hiç? Eğer askerse seviniyor işte, dışarda 40 yıl düşünsem aklıma gelmezdi böyle bir şeye sevineceğim.
Oradan çıkıp birliğe geri döndüm. Durumu anlattım, yemeğimi yiyip tekrar hastane yolunu tuttum. Yine bir araba durdurdum yolda, ne de olsa jandarmayız, yiyorsa durmasınlar. Aynı şekil hastanenin önüne kadar bıraktı abi sağ olsun o da. Gittim röntgeni çektirdim ve yukarı çıkıp doktor amcaya gösterdim. Doktor amca test sonuçlarına baktı, filmler baktı, sonra tekrar bana baktı ve sordu, ‘şikayetin neydi?’. Zaten emeklisi gelmiş yaşlı bir amcaydı karşımda duran doktor sıfatındaki zat. ‘göğsümde ağrı var, koşunca yanma oluyor ve ağzıma kan tadı gibi bir şeyler geliyor amca, pardon hocam’, ‘hmmm’, bir şey yok görünüyor ama aç bakalım sırtını bi dinleyelim’, al sana bir klişe daha. Stetoskobu dayadı sırtıma, al nefes ver nefes, ne anlayacaksa öyle bilmiyorum, zaten yıllardır bu hareketin ne gibi bir yararı var onu da çözemedim. ‘şimdi bir de göğsünü aç, ordan dinleyeyim’ dedi, hala ritüelini gerçekleştirmekle meşgul amaca efendi. Bu devirde artık insanın ta içine kadar girip ne var ne yok her şeyi gösteren teknolojik cihazlar mevcutken, sesle mesle ne uğraşıyorsun arkadaş? Nihayetinde bişey bulamadı, ‘bizlik bişey yok, dahiliyeye göndereyim seni’ dedi ve ben daha henüz bir şey diyemeden mühürleyip imzayı bastı sevke. Böylece bu amca da başından def etmiş oldu beni. Çok zorlamıştım onu da, o da haklıydı sonuçta, bu yaşta yapacağı tek iş, neyin var diye sorup ilaç yazmaktı. Benim gibi zibidilerle uğraşacak yaşı çoktan geçmişti. Hem gerçekten bir hastalığım varsa devlet hastanesinde ne işim vardı, özele gitmeliydim değil mi? Bedavadan tedavi mi olunurmuş, boşuna mı okumuş bu amcalar o kadar sene. ‘ama hocam ben zaten gitmiştim oraya geçen hafta, mide ilaçları yazdırmıştım’, ‘olsun bi daha git, bizlik bişey yok çünkü’, ‘neyse sağ olun o zaman’.
Oradan çıktım, cildiyenin önünden geçerken, oraya da uğrayıvereyim dedim ama elimde fazla sevk kağıdı kalmadığını görünce dışarı çıkıp bir tane daha fotokopi çektirdim ve geri dönüp cildiyeye kayıt yaptırdım. İçeride bayan doktor vardı bu sefer, üstelik pek yaşlı da değildi, hani orta yaşın hemen üstünde bi yerlerde duruyordu. Çok yakından ilgilendi, muhabbet bile ettik ayak üstü. Sonra neyim olduğunu sordu, göğsümde çıkan alerjiyi gösterdim, ne olduğunu şapadanak anladı ve ilaç yazmaya başladı diğer meslektaşları gibi. Oysa orada öpüverse belki de hemen geçiverecekti, haberi yoktu. Bunların dünyadan haberi yok yahu. Bunları kullan sen, başka bir durum olursa yine bekleriz gibisinden lakırdılar etti, sanki misafirliğe gelmiştim anasını satayım bu ne biçim komedi böyle. Neyse reçeteyi imzaladı, ben de alıp çıktım. Bu kadar samimiyetin sonu kötü olurdu yoksa. Zaten ürolojik boşaltıma ihtiyacım olduğunu söylemişti diğer hekim, aman bi kaza olmasın şimdi dedim. Oradan çıkıp dahiliyeye gittim. Kapısında bir manitayla fena kesiştik. Saçlarıyla oynadı, tırnaklarıyla oynadı, dudaklarını ısırdı ama bir türlü konuşamadık. Bir bahanemiz yoktu çünkü, ortam sessizdi. O içeri girdi, onun ardından ben girecekken, bir amca benden izin isteyip sıramı aldı. acelesi varmış, ‘önemli değil geç amca’ dedim. Amcadan sonra yine tam ben girecekken teyzenin bi tanesi hop diye dalıverdi içeri. Haliyle teyzeden sonra girebildim ancak, böylece manita da kaçmış oldu elimden.
Her neyse doktor sordu yine, ‘neyin var?’, (ulan neyim olduğunu bilsem sana gelir miydim, burada ne işim var benim?), ‘göğsümde ağrı, koşunca yanma vs.’, ‘kalp grafisi çektirelim’, ‘onu geçen hafta çektirdim bişey çıkmadı hocam’, ‘o zaman midede bişey vardır’, ‘ona da geçen hafta ilaç yazdırdım, bir haftadır kullanıyorum ama geçmedi ağrısı’, ‘ee sen de her şeyi yaptırmışsın, yapacak bişey yok o zaman’, ‘ben de anlamadım hocam, nedir bu illet?. ‘o kas ağrısıdır büyük ihtimalle’ deyip dayadı kas gevşeticiyi reçeteye, yolladı beni eczaneye. ‘hadi bakalım geçmiş olsun’, ‘sağ olun, size de kolay gelsin’.
Çıktım hastaneden, eczaneye gidip 3 reçete birden uzattım eczacıya. Haliyle zaten bir reçete için bile yavaş olan askeriyenin ilaç kayıt sistemi, üç reçete için baya bi zorlandı. Uzunca bir bekleyişten sonra ancak alabildim ilaçlarımı. Yine ilaçların barkodlarını keserek verdiler ve tabletler poşetin içinde dağılıp gitti. Hangi ilaç hangi kutuya aitti? Bir de bunun için beyin fırtınası yap şimdi işin yoksa. İlaçları aldığım gibi çarşıya fırladım, internet alemine bir göz atayım dedim. Rastgele bir kafeye oturdum, derken bizim gece çavuşu İsmail de aynı yere gelmez mi? Buyursun gelsin, o da 10 gün rapor almış, terhisine de 12 gün kalmıştı zaten, mutluluğu gözlerinden fışkırıyordu adeta. Dile kolay 450 günü yemiş bitirmişti adam, ondan daha mutlusu olabilir miydi ki?
Karakola beraber dönerken müjdeli haberi bana kendisi verdi. Abdullah uzman onun yerine beni gece çavuşu yapacakmış. Bundan böyle yeni görevim gece çavuşluğu, elveda nizamiye. Karakola geldim, son kez 18-20 nöbetini tuttum ve ardından çavuş moduna geçtim. Şans bu ya, bu akşam nöbetçi komutan da haşmet başçavuşmuş. Benim çavuş olduğumu öğrenince yanına çağırdı. Nasihatle karışık muhabbet etmeye çalıştı ama daha çok nasihatten ibaret kaldı bu muhabbet. İkidir vukuatımı yakaladığından bahsetti, telefondu, kitaptı ama hep affetmişti. ‘Bir daha da affım olmaz bak’ dedi. ‘emredersiniz komutanım’. Silahlarla, nöbetlerle ve çavuşlukla ilgili görevlerimi anlattı. ‘sivil birileri gelip sorarsa nöbetçileri kim değiştiriyor diye, nöbetçi astsubay değiştiriyor diyeceksin. Dikkat etmen gereken en önemli nokta bu, gerisi faso fiso tamam mı?’, ‘emredersiniz komutanım’. Kantin anahtarını da almıştım, çay serbest, kitap serbest olmuştu birden bire. Yeter ki o rahat etsindi odasında, uyuyabilsin ve çavuş başını beklesindi. Çok önemli ya da çözemediğin bişey olursa haber verirsin dedi ve nöbetçi astsubay odasındaki kanepeye uzandı. Ben de odadan çıktım ve ilk çavuşluk görevime başladım.


-61-
Meğer ne zormuş şu çavuşluk, hatta gece çavuşluğu. Uyuyan askerleri nöbete kaldırıyorsun gecenin bir yarısı. Söylene söylene kalkıyorlar ya da ‘kalkıcam ya tamam’ deyip, biri ki dakika daha uyumanın hesabını yaparken tekrar uykuya dalıyorlar. Onları en baştan uyandırmaya çalışmak, homurtularını tekrardan çekmek, bunun üstüne saati geçmiş olan nöbetçilerin düdüklü tacizleri, ‘hadi kardeşim birbirinize nöbet takmayın, kalkın yav alla alla’. Bir taraf biraz daha geç gitmenin hesabını yapmakta ve ağır ağır giyinmekte, diğeri bir an önce şu soğuktan kurtulup yatmanın peşinde. Bir dakika bile geçmeden saniyeli hesaplıyor adam ve yapışıyor düdüğe, çalıyor da çalıyor, bi dur geliyor a.k. ama laf anlatamazsın ki, herkes bezmiş askerlikten. Nöbetçi astsubayın keyfi yerinde, odasında çay, sigara, televizyon, telefon, koltuk, kanepe, ayakları uzatmış, çoktan dalmıştı bilmem kaçıncı uykusuna, rüya aleminde geziniyordu. Sözde o değiştiriyordu nöbetçileri, hadi ordan. Basbayağı ben değiştiriyorum işte, silahlık anahtarı bende, dolu şarjörler bende, şeytana uyup çekip vursam birini ya da benim yerimde bir başkası olsa ve o kişinin de biriyle husumeti olsa, bu durumu fırsat bilip alsa silahı, taksa dolu şarjörü, iradesine yenik düşüp gitse boşaltsa mermiyi o kişinin üstüne. Bu kişi asker de olabilir, rütbeli de olabilir, anlık hadisler bunlar, işte o zaman ne olacak? Hadi bakalım ayıkla pirincin taşını, sonra çık işin içinden çıkabilirsen.
Saat beşe kadar gözümü kırpmadım. Hazır devriyeler de yokken ve ortalık durgunken biraz uzanıp dinleneyim dedim ve göz kırparcasına geçen bir saatin farkında bile olmadım. Bir anlık kapatıp açmışım gibi gözlerimi saate baktım 6.00. acaba yanlış mı görüyorum diye doğruldum, gözlerimi birkaç kez ovuşturup bir daha baktım, gerçekten de 6 olmuştu saat. Eyvah! Şimdi ayvayı yedik a.k. 5 buçukta koğuşlar kaldırılacaktı, 6 nöbetçileri değiştirilecekti. Koşarak koğuşa çıktım, lambaları yaktı, güm güm güm, dolaplara vurmaya başladım. Bir yandan da ‘hadi beyler kalkın, uyanın hadi çabuk, komutan geliyor çabuk olun!’ diye bağırıyordum. Hem askerleri kaldırmaya çalışıyordum hem de nöbetçileri ayarlamaya çalışıyordum. Dışarıdaki nöbetçiler düdüklerini çalmaya başladılar bile, isyan ediyorlar geç kalan diğer nöbetçiye. Uyananlar da gayet gamsız bir şekilde, nasıl olsa bizi çavuş geç kaldırdı, bahanesiyle hazırlanmayı ağırdan alıyorlar, oyalanıyorlardı. Onlara ‘hadi, hadi’ demekten sıkılmıştım artık. Yaklaşık 15 dakika sonra ancak değiştirebilmiştim nöbetçileri. Yatanlar da bundan sonra ister kalksınlar, ister yatmaya devam etsinler, kendi bilecekleri iş, ben görevimi yaptım, uyandırdım. Gönül rahatlığıyla aşağı inip kahvaltımı yaptım, sonra komutandan izin alıp istirahate geçtim.
Havada yağmur vardı. Yağmurlu havalarda uyumayı çok severim. Hele ki sivil hayatta dışarıda bir işim olmasın, en sevdiğim havadır yağmurlu havalar. Yataktan bile çıkmam, vururum kafayı yatarım. Güneşli olunca da tam tersine, uykum olsa bile uyuyamıyorum gündüzleri. O yüzden, bu sabah bir vurdum kafayı yastığa, akşam beşe kadar deliksiz uyumuşum.


-62-
Ah şu çavuşluk ah, burada ne zor meslekmiş çavuşluk. İstifa etmek istiyorum artık, insanların çilesini ben niye çekiyorum ki? Sanki bana nöbet tutuyorlarmış gibi tribe giriyorlar. Aman ya, bana ne, ben mi uğraşıcam a.k! Söylerim komutana görevini yapmayanı, artık tutanak mı tutar, azarlar mı, zorla mı yaptırır ona kalmış orası.
Gece bir ara santrale çıkayım dedim, canım sıkılmıştı. Abdullah uzman masasında evrak işleri yaparken sızmış kalmış, çok pis te horluyordu. Horlamasını bastırsın diye bilgisayardan müzik te açmış ama nafile. Odasını geçip santrale girdim, Aytuğ varmış bu gece orada. O da kolları jiletli dövmeli, tam bir RDM askeri. Sarışın, komik suratlı bir tipti. Ne zaman görsem yüzünde bi sırıtma vardı ve elinde telefonla sürekli birileriyle mesajlaşıyordu. Her zaman ki gibi komutan tonunda kapıyı bir hışımla açtığım için, hemen telefonunu saklamaya çalıştı. Bende onun düştüğü bu aptal duruma güldüm yine. İşi gücü kızlardı onun da. ‘Rahatsız etmeyeyim bari’ dedim, ‘yok ya gel hele, gel muhabbet edelim’ dedi. Sonra telefonunu tekrar çıkarıp kaldığı yerden mesajlaşmaya devam etti. Bir yandan da konuşuyoruz işte, klasik 20 yaş muhabbeti, karı kız falan. Baktım arada bir çenesini tutuyordu, ‘ne oldu’ dedim, ‘dişim ağrıyor’ dedi. ‘ne dişi yav?’ diye devam ettim, ‘20lik diş’, ‘hastaneye gitsene’, ‘yarın gidicem’, ‘hangisine gidiyorsun?’, ‘devlete’, ‘diş fakültesine gitsene olum, hem orda çok ilgileniyorlarmış, bi sürü de kız varmış, üniversite öğrencisi’, ‘hadi ya, sen nerden biliyorsun, gittin mi?’, ‘kazım gitti ya, her hafta bir dişi için gidiyor, o anlatıyordu. Kızlar gelip kendileri bizzat ilgileniyormuş, muhabbet ediyorlarmış.’, ‘deme ya’, ‘öyle valla’, ‘dur o zaman, ben sevkimi oraya yazayım’. Zaten sevkleri de kendi ayarladığı için açtı bilgisayarı, dilekçesinin başlığını değiştiriverdi, ‘Kırıkkale üniversitesi diş fakültesi hastanesi baştabipliğine’.
Her neyse, öğleden sonra uyanınca, lavaboda dişlerimi fırçalamaya gittiğimde gördüm bunu tekrar. Kan tükürüyor, konuşamıyordu. İşaret diliyle, ‘ayvayı yedim, çektiler dişi’ diyordu. Ulan iki dişi görücem diye kendi dişinden oldu hayta. Daha etin üstüne bile çıkmayan dişi yarıp almışlar ağzından. Sonra kazımı gördüm, o da yatakta yatıyordu, aynı şekilde ağzı kapalıydı ve konuşamıyordu. Ona da kanal temizliği yapmışlar, 2 gün rapor almıştı. İstirahate çekilmiş yatağında, kapatmış çenesini, kulağını, gözünü adeta üç maymunu oynuyordu. En güzeli de budur zaten, konuşma-karışma-kaytarma. İstirahatte olunca kimse iş buyuramadığından otomatik olarak kaytarmamış da oluyorsun ayrıca.
Özdemir’in yanına nizamiyeye gittim. Nöbetçi yine salih, bişeyler anlatıyordu kendine has Urfa şivesiye; ‘ben bi rüya görmüşem, komtan iki kişiyi getirmiş, yanıma bırahmış gitmiş taam mi? Biliysen bu silahın jarjörü yohtur, ula diyem ayvayı yemişem ha, elimle gizliyem, bakıniyem etrafa, her yere bakiyem, aha bu ağaçların yaprakları dökülmüş, bi tanesini kaldırıyem taam mi? Alev gizleyeni buluyem. Sie diyem neydi bunun adı? Hah el kundağı, bu da yoh taam mi? Ula diyem ne oluyo bu silaha, adamlar bana bakıyo, ben onlara bakıyem, tam gaçacahlar uyandım a.k.’ o anlatırken özdemir’le katıla katıla gülüyorduk. O da olmasa burda, kim güldürecek böyle, çok yaşasın valla.


-63-
Her iki saatte bir nöbetçi astsubaydan silahlık anahtarını al, sıradaki nöbetçileri uyandır, silahlığı aç, silahlarını ver, diğer nöbetçilerle değiştir, değiştirmeden önce ve sonra nöbetçileri doldur-boşalt variline götür, ‘şarjör çıkart, kurma kolu çek-bırak, emniyeti aç, tetik düşür, emniyete al!’ komutlarını ver, silahlarını bıraktır, kapıyı kilitle, anahtarı nöbetçi astsubaya teslim et, sonra nöbetçileri ve silahları kayıt defterine işle. Tam iş bitti diye masamda rahat rahat oturmaya başlamışken hadi bakalım ‘devriye askerleri hazırlansın’ emri gelir. Gidip onları bulursun, uyuyan varsa kaldır, tekrar nöbetçi astsubaydan silahlık anahtarını al, git silahlığı aç, silahları dağıt, aşağı inip mühimmat dolabından dolu şarjörleri çıkar dağıt, onları da deftere işle, araç defterini araç komutanına imzalat, çıkışı kaydet ve gönder. Onları gönderdim diye sevinecekken bu sefer trafik aracı çıkar piyasaya. Trafikçi komutan ‘Çavuş! getir bakalım benim silahı’ der. tekrar anahtarı alıp silahlığa çıkar, akrebi dolabından çıkartıp silahlığı tekrar kilitleyip, nöbetçi astsubay odasından da dolu şarjörü alıp komutan ateşlim ettikten sonra silahlık defterine silahı, araç defterine de aracı kaydedip imzalattım ve onları da gönderdim. İş bitti derken, bu sefer yine nöbetçilerin değişimi gelmiş olur. Koğuşta diğer nöbetçileri kaldırmaya çalışırken silahlığın anahtarını almadığım aklıma gelir, tekrar aşağı inip anahtarı alırım ve yukarı çıkınca uyanan nöbetçilerin tekrar yattıklarını görüp bir kez daha onları uyandırma çabasına girerim. Bu arada nöbetçilerin saati gelir çatar, dışarıdaki nöbetçiler düdük çalmaya başlar gene ve kalkan nöbetçiler de yavaş yavaş üzerini giyip sallana sallana silahlarını almaya giderler. Onlar yerlerine gidene kadar 10 dakika diğer nöbetçiye takmış olurlar. Takılan nöbetçi bi takana, bi bana sitem ede ede silahını bırakmaya gider, ordan da zıbarıp yatar, ben de bir ‘ohh’ çekerim. Silahlığı kilitleyip aşağı iner, nöbetçi astsubayın odasına anahtarı bırakırım ki bu arada devriye aracımız dönmüş olur. Devriye askerlerinin silahlarını bırakmak için yine anahtarı alıp silahlığa çık-in yaparım. Gıcıklık devam edecek ya, onlardan sonra trafikçiler gelir, sonra devriye aracı tekrar çıkar, onu gönderince yine nöbetçi değiştirme zamanı gelir, nöbetçileri değiştiririm, devriye yetişir, trafik çıkar, o gider, öteki gelir, öbürü gider, beriki gelir, nöbetçiler bir daha değişir diyene kadar sabah olur, gözümü kırpmadan rep müzik tadındaki gecenin nasıl geçtiğini anlayamam. İşin tek güzel tarafı şafağın atmasıdır. Her ne kadar deli gibi uykum olsa da, koğuş ve yatak burnum da tütse de, rep tarzında bir gece geçirsem de, bir şafak daha atmıştı yine, oh be!


-64-
Bir pazar günü, gece çavuşluğunu devretmiş yatıyordum yatağımda ne güzel. Lanet çavuşluk meraklısı murat diye bir asker var, zehir etti uykumu da pazarımı da. Zaten çarşım kilitli olduğundan çarşıya çıkamıyordum, bari uyuyarak geçireyim dedim bugünü, o da murat’ın yüzünden olmadı. Bu arada siz onu tanımıyorsunuz değil mi? Biraz bahsedince bana hak vereceksiniz kesinlikle. Efendim bu da şöyle birisi, 50 günü kalmış burada ama o kadar ezilmiş o kadar ezilmiş ki, ezik birisi olarak kalmış. Aşağılık psikolojisinin verdiği alt basınçla, alt devrelerine bağırıp duran ama kimse tarafından bir taraflarına takılmayan, bunun üzerine daha da sinirlenip tartışmaya başlayan, tartıştığı için de diğer üst devrelerden susması için uyarılan, Allah’ın gücüne gitmesin ama iki mantıklı cümleyi yan yana getiremeyen tabiri caizse malın tekiydi. Samsunluların yüz karasıydı bu murat. Millet çarşıya çıkmak için olsun, yatıp uyumak için olsun hatta hiç bişey olmasa bile sırf canları sıkıldığı için yani görevden kaytarmak için çavuşluğu buna devrediyordu. Bu da çavuş oldum diye triplere giriyor, çok önemsiyordu bu görevi. Kayıt defterlerinin hepsini tek tek inceliyor, nöbetçilere ayrı ayrı imza attırmaya çalışıyor, sonra da gidip komutana yaptıklarını gösteriyor, aferin alma çabası sergiliyordu. Halbuki nöbetçi astsubay yine vurmuş kafayı yatmış. Uyku sersemi başına geçmiş olan bu çavuşu başından savmak için deftere bile bakmadan, ‘tamam murat sen hallet hadi’ diyordu. Komutandan aferin aldığını sandıktan sonra, nöbetçilere kafasına göre bağırıp çağırıyor, işlerini öğretmeye çalışıyor, işini öyle ciddiye alıyordu ki, çocukken evcilik oynayan ve baba olan çocuklara benziyordu tavırları, ne kadar komik duruma düştüğünün farkında değildi, zaten bu durumu anlayacak kapasitesinin de olduğunu sanmıyorum. Herkesin dalga geçtiği yerde ciddi takılırsan ya da herkesin işini salladığı yerde işleri motamot prosedüre uydurmaya çalışırsan abes kaçarsın. İşte bu murat, tam anlamıyla abese iştigal eden birisiydi.
Yattım uyuyorum, nöbetçi değiştirmek için koğuşa geldi. Kimseye söz geçiremediğinden avaz avaz bağırıp çığırıyor, her zaman olduğu gibi adanalı uğur cevap veriyor ve ağız dalaşına başlayıp koğuşu ayağa kaldırıyorlardı. ‘ulan ikinizi de Allah nasıl biliyorsa..’ derken biri bi koğuştan ‘susun artık a.k’, diğeri başka koğuştan, ‘lan bi susun a.k’ diye bağırmaya başlıyordu. Oluşan uğultuda uyumanın imkansız olduğunu anlayıp kalktım ve dışarı attım kendimi. Etraflıca dolaştım biraz, sonra yukarısı sakinleşmiştir diye koğuşa çıktım. Yatağa uzandım ama artık uyuyabilmenin imkanı yoktu, ne kadar yorgun olsam da uykum kaçmıştı bir kere. Ben yatakta sağa sola dönüp dururken, bu murat tekrar geldi ve ‘erdem diye biri seni aradı’ dedi. Arayan kuzen olmalıydı herhalde, aksi halde erdem isminde başka birini tanımıyordum. Aşağı indim, ankesörün önünde yaklaşık on dakika bekledikten sonra telefon çaldı, açtım ve konuşmaya başladım.
Bu arada dinsizin hakkından imansız gelir diye, benim gece çavuşluğumu da murat’a devrettim. Buna karşılık, onun iki saat gece, iki saatte yarın sabahki nöbetlerini tutacaktım. Böylece milletin ağız kokusunu çekmekten kurtuldum. Hem adamları uyandırmaktan gına gelmişti artık, hiç biriyle uğraşmak istemiyordum, ne halleri varsa görsünler. Hem gece sandalyenin üstünde, masanın kenarında, koltuğun köşesinde kıvrılıp kaçamak ve rahatsız bir şekilde uyumaktan da usanmıştım. Belim ve boynum tutuluyordu her sabah, hem de hastaneye gidecektim Ankara’ya askeri hastaneye. Onun için bu gece yatağımda yatıp güzelce dinlenmem gerekti. Telefonu kapattıktan sonra direk 22-24 nöbetine geçtim lojman kapısına.
İki saat acayip uzun bir zaman dilimi geliyordu, hiçbir şey yapmadan bom boş durunca. Şarkı söylüyorum, volta atıyorum, çömeliyorum kalkıyorum, bi ses duyup irkiliyorum, veli başçavuşun arabasıymış, kapıyı açıyorum sonra kapatıyorum, eskileri düşünüyorum, geleceği düşünüyorum, yine içinde bulunduğum ana dönüp sıkılıyorum. Saate bakıyorum daha 15 dakika geçmiş olduğunu görüyor oflayıp pufluyorum. Biraz daha volta atıyorum, bir solo resital daha veriyorum. Yarım yamalak bildiğim sözlerle potpuri oluşturuyorum. Caddeye bakıyorum yine, gelip geçen ve korna çalan arabalarla selamlaşıyorum. Hayale dalıyorum, araçlara bakarken hipnotize oluyormuş gibi bir spirale girip, sonra tekrar o spiralden çıkıyor, kendime geliyorum. Miğferi çıkarıp başımı havalandırıyorum, boynumu dinlendiriyorum. Tekrar çömelip saate bakıyorum anca 45 dakika geçmiş olduğunu görüyorum bu sefer. Ayakta durmaktan bacaklarım acıyor, ne yapsam diye düşünürken miğferi çıkartıp içine oturuyorum, çünkü oturacak başka yer yok. Bacaklarım uyuşunca kalkıyorum, bi kelebek çarpıyor gözüme, onu takip ediyorum. Kanat çırpışlarını, uçtuğu rotayı ve konduğu yeri izliyorum. Gözlem yapan bir zoolog gibi iyice yakınına gelip tam ışığın altında bütün uzuvlarını inceliyorum, sonra karanlığa doğru uçup gidiyordu kelebek ve gözden kayboluyordu. Bir sigaram olsa da içsem diyordum şimdi, yeleğin ceplerini yokluyordum belki unutan olmuştur diye. Geçenlerde sami unutup gitmiş paketi de ordan aklımda kaldı.
Ticari bir taksi durdu kapının önünde, ben de otomatik olarak dikkat kesildim. İçinden orta yaşlarda bi kadın, bi de yaşlı teyze indi. Lojmana doğru bakınca buraya geldiklerini anladım. Valiz ve çantalarını indirdikten sonra taksiciye ücretini verdiler ve yolun karşısına geçmek için yolu kolaçan etmeye başladılar. Bu sırada ben de kapıyı açmak için tetikte bekliyordum. Yerimi aldım, elim kapıyla temas halindeydi. İyice yaklaştılar ve kapıyı açıp içeri aldım onları. Kadın, etine dolgun, fiziği düzgün, yüzü fena sayılmayacak nitelikte, sevilebilecek birine benziyordu. Önce lojmandaki komutanların birinin eşi olabileceğini düşündüm, kimse karşılamaya gelmeyince birinin misafiri ya da akrabasıdır sandım ama bu kadının handan astsubay olduğunu daha sonra öğrendim. Kapıdan girerken yüzüme baktı, ‘kışlık kıyafetler giyilmeye başlandı mı?’ diye sordu üzerimdeki uzun kollu gömleği görünce, ‘evet’ , ‘iyi nöbetler’, ‘teşekkür ederim iyi akşamlar’. Ve arkasından apartmana girinceye kadar bakakaldım. Kafamda türlü fanteziler kurdum, her ne kadar suç, günah ve yasak olsa da, sonuçta askerdim ve durumum malumdu. Uzvumdaki ağrıya sebep olan meniyi boşaltmak için de böyle düşünceler şarttı. Hem bu düşüncelere mani olamazdım ki, kendiliğinden doğan düşüncelerdi bunlar, hem de benden başka kimse bilemezdi ki bunu zaten. Hem nerede kaldı düşünce özgürlüğü? Doğru ya, bizim ülkemizde düşünmek suçtu değil mi? Direk F tipine marş marş. Gerçi buranın da F tipinden ne farkı var desene. Bunları düşünürken dakikalar su gibi akıp geçmişti. Saatime baktığımda benden sonraki nöbetçinin 10 dakika taktığını fark ettim. Düdüğü ağzıma götürüyordum ki köşeyi dönüp gelen bir asker gördüm, anca gelebilmiş dediğine göre, hiçbir şey demedim, doğru banyoya gittim.


-65-
Çavuş murat yine iş başındaydı. gece nöbetçi değişimlerinde yine ağız dalaşı, yine kavga gürültü, uyutmadılar bi ak. Sabaha doğru bi sessizlik oldu, meğer bu acemi çavuş uyuyakalmış, askerleri uyandırmak için nöbetçi komutan çıkmış koğuşa. 6.00 nöbetçileri değişmemiş, onlar da bir isyan halinde, anlayacağınız bi rahat yüzü yoktu. Ey huzur! Ey gözünü sevdiğim sakinlik! Ey mutlu sabahlar! Neredesiniz? Ah ulan hayat, sana isyan ettiğim günlerin acısını çıkartıyorsun değil mi? Alacağın olsun, alacağını aldın zaten de daha ne istiyorsun? Hadi çek-git, bırak beni, bir başıma kalıp kafa dinleyim biraz. Yoo, hayır, beni yalnız bırakma lütfen, çıldırıcam yoksa.
Yine müfettişler, yine içtima, yine kontroller, of ulan of yeter be, bitsin bu işkence. 8-10 nöbeti yine benimmiş. Olsun bakalım da hani benim hastane işi ne oldu, sevk ne oldu? Gidip per-loj kısım amiri osman uzmana sordum. Alay komutanı daha imzalamamış, o imzalayınca göndereceklermiş te miş miş. Hepsi bahane, hepsi yıldırma politikası, hepsi askeri vazgeçirtip dışarı çıkmasını unutturma oyunları ama biz bu İngiliz oyunlarına gelmeyiz, yıldıramazlar bizi, çünkü biz yılmaz türk jandarmasıyız.
Her neyse, yine nöbete geçtim. Önümde tam 2 saatlik uzun, upuzun, çok uzun gibi uzun uzadıya anca anlatılabilecek uzunca bir vakit vardı. Ne yapıcam, ne edicem, nasıl geçiricem ben bu zamanı? Kitap yok, fantezi yok, konuşacak biri yok.. nöbeti devralırken özdemir, handan astsubayın geçtiğini söyledi. Dünkü kadın hakkında konuşurken, gördüğüm kadının o olduğunu anlamıştım. Çünkü fiziksel tarif tıpa tıp uyuyordu. Onun fantezisini dün kurmuş bitirmiştim, bir daha aynı tadı vermezdi. Başka bir şeyler bulmalıydım, bu nöbet başka türlü geçmezdi yoksa. Biraz sonra komutanlardan birisinin kızının kapıya doğru geldiğini gördüm, lojmandan çıkarken görmemiştim oysa. O sırada caddeye bakıyordum, kapıya birkaç adım kala arkamı dönünce fark ettim, göz göze geldik. Tatlı tatlı gülümsedi yüzüme, ben de aynı şekilde karşılık verdim, bişey demedi. Eğer deseydi, kendimi ona göre hazırlamıştım ama sessizce, sadece tebessüm ederek açtığım kapıdan çıkıverdi ben onun o şirin yüzüne bakakalırken. Sonra da ardından bir süre bakakaldım, bacaklarında beyaz muz çorap, fırfırlı lise eteği, üzerinde üniforması vardı. Kumral saçları açık, uzun ve uçları dalgalıydı. Beni benden alıp lise yıllarıma götürdü bu tatlı kız farkında olmadan. Ordan üniversiteye atladım, sonra yine sevgilim, terk edişim, terk edilişim, ayrılığımız, eski sevgililerim, yeni sevgililerim, hiç olmamış olan sevgililerim, geçmiş, gelecek derken şimdiki zamana geri döndüm. Saate baktım, bir saati geride bırakmışım, bu iyi haberdi. Demek ki hayal dünyasında gezinmek, iyi vakit geçirtiyordu insana. Sonraki bir saat yine boş boş bakındım, volta attım, bi şeyler mırıldandım, nöbet bitti, diğer nöbetçi yine geç geldi, sonra ben gittim.


-66-
Yatağımda uyanmanın huzuru vardı üzerimde ancak gece müthiş bir soğuk vardı. İçliklerimi giymiş ve iki kat battaniye örtünmüş olmama rağmen üşüdüm. Olsun, yine de yatağımda rahatça ayaklarımı uzatırken, başımı yastığa yumuşacık koyarken üşümüş olayım. Battaniyeye sımsıkı sarılıp bacaklarımı karnıma çekince hemen tatlı tatlı ısınıveriyordum.
Her neyse, bu sabah ta jandarma genel komutanının Kırıkkale’ye geleceği istihbaratını aldık. Bölükte bir panik havası esti yeniden. Askerler, rütbeliler, herkes mıntıka temizliğine dağıldı. Koğuşlar, tuvaletler, silahlık, yemekhane, bahçe, nizamiye, karakol, lojman, her yerde karınca gibi askerler çalışıyordu. Bense rahattaydım ve onları izliyordum 6-8 nöbetini tutarken. Daha önce hiç bu kadar keyifle bir nöbet tutmamıştım. Çünkü elimi yaprağa dahi sürmüyordum ve kimse de bişey diyemiyordu. Bu keyif verici hadise saat sekizden sonraki her dakika sıkıcı olmaya başladı. 8-10 nöbetçisi, nöbeti taktı yine. 5 dakika neyse, hadi 10 dakikaya da alıştık, 15 dakikayı da kabul ettim, bilemedin 20 dakika olsun bu hareketli ortamda ama 25 dakika sonra sinirlerim gerildi ve yarım saat sonra da düdüğü öttürmeye başladım, sabır da bi yere kadar. Bir süre sonra yanıma özdemir geldi, ‘değiştirmediler mi daha seni?’, ‘değiştirmediler a.k’, onunla muhabbet ederken bi sigara yaktı içti. Sonra yeleği ve miğferi aldı, ben bi sigara yaktım, iki nefes çektim komutan karakolun önüne içtimaya çağırdı bana bağırarak. Sigarayı yere atmaya kıyamadım, özdemirin eline tutuşturuverdim, halbuki o da benim yerime nöbete geçmişti öylece kalıverdi orada. Koşar adım karakolun önüne gittim, özdemir neye uğradığını anlayamadan şaştı kaldı arkamda. Nöbet ona kilitlenmiş oldu bir anda.
İçtimada 5 karargah, 5 karakol askeri seçtiler 29 ekim yürüyüşü için, yener astsubay alaya götürüp çalışma yaptıracaktı. Seçilen karargah askerlerinin içinde ben de vardım ve gündüz nizamiyesinden yırttığım için seviniyordum. Hem gezenti olacak, biraz değişik bir hava soluyacaktık bu sayede. Bugünün daha ilginç olaylara gebe olduğunu kestirememiştim o an.
G3 silahlarını alıp alaya gittik. Kapıyı mesut açtı, Ankara’daki devre şu beden eğitimcisi olanı. El salladım aracın içinden ama fark etmedi, indikten sonra yanına gittim, hal hatır sordum muhabbet ettik ayaküstü. Spor salonunun sorumlusu olduğu için her gün spor yapıyormuş ve görmeyeli 6 kilo vermiş, hakikaten gözle görülebilir bi şekilde zayıflamıştı. Biraz sonra birisi gelip eğitim başladı dedi ve ordan ayrılıp eğitim alanına yollandım.
15-20 dakika kadar tüfekle yürüyüş yaptıktan sonra komutan eğitime ara verdi. ‘gidin bi 10 dakika sigara için, dinlenin’. O ara bir ihbar geldi, ne olduğunu anlamadan eğitimi bitirip araca doluştuk. Yahşihan karakoluna uğrayıp oranın askerlerini bıraktık, orda da bizim kuşçu Sercan varmış nöbette, o açtı kapıyı. Yanına gidip biraz sohbet ettim onunla da hemen ayaküstü. Yanında da meşhur ali veli konya, Ayhan vardı. Komutan yanına çağırdığı için pek konuşamadık onunla. En azından ne halde olduklarını görmüş oldum, hala yaşıyorlardı neyse ki.
Oradan çıkıp, hırsızlık ihbarının geldiği Ahıllı köyüne yol aldık. Heyecanlıydım, ilk defa devriyeye çıkıyordum, üstelik ihbar alınan bir olaya intikal ediyorduk. Yener astsubay da bu arada espriyi patlattı, ‘yirmi kişi hırsızlığa mı gidilir a.k’. Hakikaten, ellerde G3ler sanki terörist avlamaya gidiyorduk dağ operasyonuna. Her neyse, olay mahalline vardığımızda, yeni sökülmüş Ayçiçek tarlasının içinden geçerek ihbarda bulunan şahsın evine geldik. ‘araç in!’ patır patır döküldük aracın içinden. Komutan, ‘herkes bi tarafa dağılsın, etrafta bir iz var mı bakının iyice, belki bir kimlik, cüzdan düşürmüş olabilir, belki bir ayak izi falan..’ etraflıca dağılıp her yeri kolaçan ettikten sonra, civardaki diğer evlere de hırsızın girmiş olduğunu gördük. Bağ bahçe evleriydi buradaki evler, sahipleri hafta bir iki kez belki uğruyorlardı. Bu yüzden gelen hırsız ya da hırsızlar, bizi çağıran vatandaşın su motorunu, diğerlerinin başka değerli eşyalarını götürmüşler. Ben de yol üstünde ağzı açılmış bir satranç çantası buldum, içi doluydu. Her halde değerli bişey sanıp aldılar ama pahada işe yarayacak bişey olmadığını anladıklarında rastgele fırlatmış olmalıydılar. Bir süre sonra olay yeri incelemenin geleceğini söyleyip bizim arayışlarımızı durdu komutan, ‘hiçbir şeye elinizi sürmeyin!’.
Bekleme halindeyken bağdaki ağaçlardan ayvadır, elmadır, üzümdür, cevizdir ne bulursak koparıp yedik. Bahçe sahibi de, ‘çekinmeden istediğinizi alın yiyin, helaldir askere’ deyince hurra domatese bibere saldırdık. Bu arada acıkmıştık ta haliyle. Olay yeri ekibi gelmişti bir iz bulabilmek için ama onlar umarsızca rutin çalışmalarını yaparken çoktan öğle vaktini bulmuştu zaman. Komutanlar da acıktığımızı anladılar ve bize ekmek almak için araçlarına binip gittiler.biz de bu arada topladığımız taze, hormonsuz domates ve biberlerle kendimize menemen yapmaya çalışıyorduk. Yemeği yaptık, o muhteşem koku etrafı sarmışken komutanları beklemeye başladık sabırsız bir şekilde. Birkaç dakika sonra ağızlarında kürdan çevirerek geri döndüler, ellerinde ne ekmek var ne de kırıntısı. Kendi karınlarını doyurmuş paşalar, bi geğirmedikleri eksik karşımızda. Hiç utanmaları yok gibi, ‘hadi toplanın gidiyoruz’ demezler mi? Ee hani ekmek? Biz yemek yapmıştık, ekmek getiricez size demediniz mi? ‘bölükte yersiniz, yemek ayrılmıştır size, hadi araç binin çabuk’. Üzerinden iki saat geçmiş buz gibi yemek yenir mi şimdi? Üstelik te burnumuzda dumanı mis gibi biber domates tüten ateş gibi menemen varken. Yapmayın, etmeyin komutanım, bari yaptığımız yemeği yeseydik sıcak sıcak. ‘hadi hadi, kalsın o öyle, daha başka ihbara gidicez, işimiz çok’. Tüm askerlerin yüzünden, komutana içten içe çok fena küfürler ettiği belli oluyordu. Moralimiz çok bozuldu ama çaresiz bindik araçlara ve lanet karakola geri döndük. Bize ayrılan ve tahmin edildiği gibi buz gibi olmuş olan yemeği aç kalmamak için yemek zorunda kaldık.
Genel komutanın uğrama ihtimaline karşın rütbelilerin hepsi tetikte bekliyorlardı. O kadar panik olmuşlar ki, her yerin temiz görünmesi için saçma sapan işler yapıyorlardı. Resmen fayansları parlatmışlar, ışıl ışıl olmuş yerler, ayna gibi tıpkı. Yemek masalarına örtüler serilmiş, tuvaletlere girilmesin diye kapılarına nöbetçi dikilmiş (en uyuz olduğum da buydu), ‘altıma edicem’ diyorum, bir türlü sokmuyorlar içeri a.k! Ayaküstü gene tartışma yaşıyoruz, bir yandan gaz çıkartarak protesto ediyorum bu durumu, ‘ulan altıma mı yapayım a.k, bu ne saçmalık?’, ‘bilmem git komutana söyle’. ‘Boktan bi mesele yüzünden komutana mı gideyim şimdi?’ Aşağı indim ve yemekhanedeki nöbetçi rütbelinin bir anlık dalgınlığından faydalanıp tuvaletine sızıverdim. Oh be, dedim, dünya varmış. Biri görürse sıçtık, aman boş ver, zaten görmese de sıçacak değil miydim, öyle de sıçtım böyle de. O da nesi? Sıvı sabunlukların içinde yeşil bir sıvı duruyordu. Tahmin edebildiğiniz gibi, akıl sınırlarını zorlayıp içlerine bulaşık deterjanı koymuş bizim süper zekalı askerlerimiz, ellerimi yıkarken anlayabildim ben de. Bu kadarı da pes artık değil mi? Ben de öyle dedim ve bir an önce yerime, nizamiyeye döndüm.
Bir süre kapıda, komutan gelecek mi acaba diye gözetlediler. Ne acayip adamlar bunlar yahu, koskoca paşa hiç geçerken uğrar mı? Bu nasıl bir korkudur ki, ne garip şeyler düşünüyorlar böyle. Sonuçta ne gelen oldu ne de bir selam veren. Sonra bir telefon geldi alaydan, paşa çoktan Ankara’ya geri dönmüş bile. Bu haberin ardından, eski tas eski hamam herkes kendi rutin düzenine geri döndü. Olsun, en azından bizim üzerimizdeki baskı kalkmış oldu ve rahatladık çok şükür. Ne de olsa komutandan çok komutancı vardı başımızda.




-67-
Sabah 6-8 nöbetindeydim. Abeş’e 10 dakika taktım diye dellendi, ortalığı birbirine kattı. Ee, hep onlar takacak değildi ya, her şey karşılıklıydı. Nasıl olsa içtima yüzünden bana yine takılacaktı nöbet 20-30 dakika. O yüzden hiç umursamadım hem gecikmiş olmamı hem de abeşin, ‘ben de sana takıcam bak görürsün bak’ gibisinden sözlerini. Sanırım öyle demişti, konuşması biraz garipti, ne dediği tam olarak anlaşılmıyordu. Konuşmayı geç söken, dilinde problem olan ve salya sümük konuşmaya çalışan ilkokul çocukları gibi konuşuyordu. Ona özdemir’le kendi aramızda, susam sokağındaki “kurabiye canavarı” yakıştırması yapmıştık.
Onu boş verelim şimdi, kendimize bakalım. Önümdeki, normal şartlarda 2 ama buradaki şartlarda 2 buçuk saatlik nöbet dilimini nasıl geçireceğim diye düşünürken zaten ilk yarım saatini geçirmiştim bile. Hava henüz tam aydınlanmadığı ve kapıdan da bu vakitlerde kimse geçmeyeceği için kulübeye girdim, kapısını kapattım, altıma çelik yeleği serip biraz kestirdim. Hava aydınlanınca doğruldum, cebimdeki kitabı çıkarıp okudum. Bir yarım saat te böyle geçti. Sonra ayağa kalktım, yeleği ve miğferi geçirdim üzerime, sürgülü kapının başına geçtim. Yavaştan damlamaya başlardı komutanlar. Arkam lojmana dönük, sürgülü kapıdan caddeyi izliyor ve her zaman olduğu gibi sözlerini tam olarak bilmediğim bir şarkı mırıldanıyordum. Sanırım kendi bestemdi bu seferki şarkı. Arkamdan birinin yaklaştığını hissettim, ben döner dönmez handan astsubayla burun buruna geldik. Keşke göz göze gelseydik, gözlerini yere indirmişti çünkü. Kapıyı açtım, ‘günaydın’ dedi bana bakmadan, ‘günaydın komutanım’ diye karşılık verdim coşkulu ve sevimli olmaya çalışan sesle. ‘iyi nöbetler’ dedi tebessümle, ‘sağ olun, iyi günler’ dedim muhabbetle. Kapıyı olabildiğince en yavaş hızda kapatırken yine arkasından bakakaldım hatunun, bu sefer başka değişik düşünceler içinde. Önümden geçen araçların kornalı selamları, yeni bir fantezinin içine düşmekten çekip aldı beni.
Aklıma salih’in dün anlattığı fıkra gelmişti. Yüzümde bir sırıtma oluşmasına ve bir süre de öyle kalmasına, bu yüzden komutanın geldiğini fark etmememe neden oldu. Salih, önceden de bahsettiğim, bizi normal konuşmasıyla bile güldüren Urfalı askerdi. Hani Murathan Mungan’ı bir türlü söyleyemeyen, hemşerisini tanımayan asker. Kazım da Antepliydi ya, her nerden çıktıysa, bi Antepli-Urfalı muhabbeti açıldı. Urfalılar şöyledir, Antepliler böyledir denirken ben de yine ‘Urfalılar yorgansız yatar, oğlansız yatmazlarmış’ sözünü ortaya attım. Bunun üzerine salih, ‘o muhabbet nerden çıkmış biliysen?’, ‘bilmiyorum’, ‘dinle o zaman’ dedi ve anlatmaya başladı.
Bursalının biri Urfa’ya gidecekmiş. Babası arkadaşları falan herkes, ‘sakın kimsenin evinde kalma, çok samimi davranırlar, çok misafirperverdirler ama sen yine de otelde kal emi. Bu devirde kimseye güvenilmez, çağırsalar da kimsenin evine gitme.’ diye iyice tembihlemişler, nasihatin sayısını bile hatırlamaz olmuş artık ve nihayetinde Perşembe akşamından yola çıkmış Bursalı ve Cuma günü Urfa’ya varmış. Önce şöyle bi cumayı kılayım demiş. Gözünün kestiği bi camiye girivermiş. Hoca vaaz vermeye başlamış bile; ‘erkek erkeğe ilişkiye girmek dinimizde zinhar günahtır, hem de çok günahtır, affı yoktur. Vallahi de, billahi de, tillahi de dağlar taşlar yerinden oynar, yer çatlar gök patlar ..’ diye iyice coşmuş hoca bi süre sonra, ‘böyle bir şeyin düşüncesi bile olsa dağlar yarılır, taşlar yağar, yer oynar gök oynar falan fişman..’ diye devam etmiş. Namaz bitince, çıkışta hocayla Bursalı karşılaşmışlar. Bursalı hocanın vaazını çok beğendiğini ve onunla gurur duyduğunu söylemiş. Hatta bununla da yetinmeyip, çok güvenilir biri olduğunu bile telaffuz etmekten kendini alamamış. Bu telaffuzun üzerine, aklına hocadan yardım istemek gelmiş. ‘hocam Urfa’ya gelirken, gerçekten çok şüphe içinde geldim ama sizin bu sözlerinizden sonra içim rahatladı valla. Ben buranın yabancısıyım, nereye nasıl gidicem bilmiyorum. Kalacak biyer arıyorum aslında, bu konuda bana yardımcı olur musunuz hocam? Malum kimseye güvenemiyoruz bu devirde.’. ‘ne demek kardeşim, olur mu öyle şey, sen taa nerelerden kalkıp şehrimize gelmişsin, seni dışarıda mı bırakıcaz. Hiç yakışır mı bize? Hem sen tanrı misafiri sayılırsın, gel bu akşam bizde kal, hanım da yemekleri hazırlamıştır çoktan.’ deyince, Bursalı da, olur mu? Olmaz mı? Olduydu, olmadıydı derken hocanın da ısrarını kıramamış ve hocanın evine gitmeye karar vermiş. Her neyse, eve gelmişler, yemeği yemişler, üzerine çayı kahveyi içmişler. Hoca karısına seslenmiş; hanım bizim yatağı terasa seriver, içerisi çok sıcak oluyor, biz terasta yatarız serin serin’ demiş. Hocanın hatun da yorganı döşeği götürüp sermiş, yatakları hazırlamış ve gidip yatmış. Hatun gidince bunlar da yukarı çıkmışlar, Bursalı yatakları görünce şaşkınlığını gizleyememiş, ‘Ee hocam, biz beraber mi yatıcaz böyle tek döşekte?’, ‘evet, beraber yatıcaz, bizde adet böyledir’. ‘hani camii’de cemaate zinhar günahtır demiştin? dağ oynar, taş oynar, yer oynar, gök oynar diyordun hoca?’, ‘işi bilirsen yorgan bile kıpırdamaz’.
Bir baktım nöbet bitmiş, alaya yürüyüşe gidiyorduk. Gitmeden osman uzmana çıkıp sevkin durumunu sordum, alayı aradı. ‘sevkin imzalanmış, gidip alınacak, komutanına söyle alsın’ sesi. Ohooo, işimiz ona kalırsa, çıkmaz ayın son çarşambası, o da belki olur belki olmazdı. Nasıl olsa bizi alaya yürüyüşe gidecektik ya, kendim alırım dedim. Yener astsubaya söyledim durumu alaya vardığımızda, o da ‘git al’ dedi, ben de per-loj’a çıkıp aldım sevkimi.
Tören birliği kıyafetleri dağıtıldı. Sabah içlikleri çıkartmayı unutmuşum aceleden, onların üstüne giyindiğim için güneşin altında, tören adımlarıyla yürüyüş yapınca, içim o sürtünmeden dolayı nasıl yanmaya başladı, öyle ki biraz daha yürüsek vücudumdan alev çıkacaktı. Neyse ki yener astsubay sabırsız ve işi çok ta umursamayan birisiydi. İki yürüttü, sonra siz yaparsınız bu işi deyip iki de konuşma yaptı, gaz vermeye çalıştı. Kul hakkından bahsetti nedense, tüyü bitmemiş yetim falan dedi ama kimse sallamadı. Bu konuşmadan sonra eğitim bitti ve araçlara dağıldık, birliğe geri geldik. Sevkimi Abdullah uzmana gösterdim ve yarın Ankara’ya gitmek için onay aldım. Nasipse yarın Ankara’ya gidiyorum, belki tören yürüyüşünden de yırtmış olurdum böylelikle.


-68-
Söze nasıl başlayacağımı bilemiyorum, canım çok sıkkın gene. Sözde Ankara’ya gittim bugün. Sabahın 7 buçuğunda karakoldan çıktım, 9 da AŞTİ’deydim. Ankara mayhoş karşılamıştı beni. Nedenini bilmediğim bir iticiliği, sıkıcılığı vardı. Bir an önce kaçıp gitmek istiyordum buradan memleketim taraflarına. Kızılay metrosuna atlayıp, bu firar düşüncesinden kurtardım kendimi. Şeytan sürekli kulağıma, ‘buraya kadar gelmişsin, kaç git fırsatını bulmuşken’ diyordu. Allah ta diyordu ki ‘şeytana uyma ey kulum’. İki omzumdaki bu meleklerin çekişmesi esnasında kendimi Kızılay’da buldum.
Oradan da hiç vakit kaybetmeyip bir otobüse atlayıp Mevkii Asker Hastanesine geldim. Her yerde kamuflajlı askerler vardı, karınca sürüsü gibiydiler. Asker görmek istemiyordum artık, midemi bulandırıyordu kamuflajlar. Bir an önce işimi bitirip gitmek istiyordum buradan. KBB polikliniğine sevkimi verdim, beklemeye başladım. Randevum olmadığı için ben, en son çağırdılar. Yaklaşık bir saat sonra ancak içeri girebildim ve muayene olabildim. İlk kontrolde doktor, burnumun bir tarafındaki darlık ve tıkanıklığı far ketti. Problemi, gazlı beze sprey sıkarak burnuma tıkama yöntemiyle çözmeye çalıştı. 5 dakika sonra gel bir daha bakalım. Dediği üzere 5 dakika sonra yine gittim, koltuğa oturdum, doktor ışığı yakıp tamponu çıkardı burnumdan ve ‘nefes al bakalım’ dedi. Öncekine göre daha iyi nefes alabiliyordum, bunun üzerine, ‘tıkanıklık alerjik rinitten dolayı oluyor, içindeki et parçası şişiyor o yüzden deliği daraltıyor. Şimdi ben sana bir sprey yazıcam, onu kullanınca rahatlayacaksın’. ‘ama hocam ben daha önce de sprey kullandım geçmedi’, ‘bu farklı, sen başka kullanmışsındır’, ‘ama hocam operasyon sevkim var benim’, ‘ben sana ameliyat tavsiye etmiyorum, hem çok yoğun burası, sıra gelmez. Sen kısa dönemsin değil mi?’, ‘evet hocam’, ‘seni niye buraya gönderdiler ki? Niye orada yapmadılar tedavini? Bayramdan sonra il dışı sevkler kalkacak, herkes kendi ilindeki hastanelerde tedavi olacak’, ‘peki, öyle olsun bakalım’ dedim içimden. Sonra koftiden bir reçeteye ilaçları yazdı gönderdi. Hastanenin eczanesi de reçeteye ilaçlar verildi damgasını bastı ama ilaçları vermedi, ‘birliğinden alırsın’ dedi, ‘ama ben Kırıkkale’den geldim’, o zamana eczaneden alırsın’, ‘A.K! hepinizin’ dedim ve çektim çıktım hastaneden, Kızılay’a geri döndüm.
Bu doktorlar da komutanlar gibi askerleri hiç sevmiyorlar, başından savmak için her şeyi yapıyorlardı. Biraz Kızılay’da dolanıp kafa dağıttım. Amma güzel kızlar vardı etrafta. Sanki hepsi de bana gıcıklık olsun diye bi alımlılardı ki, adeta caka satıyorlardı. Nasıl iç geçirdim onlardan birinin elini tutmaya ya da koluma girmiş olmalarını düşünerek. Zaten artık arayıp soran bir sevgilim de yoktu. Hele böyle gönlü yalnızken daha bi fena oluyor insan böyle güzelleri görünce. Daha fazla kendime eziyet etmemek için bir an önce geri dönme kararı aldım. Ani adımlarla metroya doğru yöneldim. Ama metroda inadına daha güzel kızlar gözüme çarpıyordu ve hemen hepsiyle göz göze gelmeye çalışıyordum. Onlar gözümün içine bakınca içim daha fena oluyor, bişeyler eriyip akıyordu sanki damarlarıma. Kanım delirip coşuyor, azgın bir ırmak gibi dağılıyordu vücuduma, aklımı başımdan götürüyordu bu durumlar. Neyse ki sonunda otogara vardım. Vakit kaybetmeden ve etrafa bakınmadan hemen arabaya atladım ve arka koltuktaki kızlarla göz göze gelmemek için kitabımı çıkarıp okumaya çalıştım. Aklımdaki düşünceler yüzünden kitaba konsantre olamayınca camda dışarı bakınmayı tercih ettim. Düşünce havuzunda 1600 metre karışık stil yüzerken çoktan Kırıkkale’ye varmıştım. Çarşı üzerinden, üniversiteli kızları görmezden gelerek ama yine farkında olmadan yoldaki iki güzel kızın peşine takılarak amansızca bir yerlere yürüdüm. Sonra kendime gelerek, ‘ne yapıyorum ben ya’ dedim ve rotamı değiştirdim, karakola döndüm. Nizamiyeden içeri girince, dış dünya ile bağlantımı ve özgürlüğümü bir başka zamana kadar kısıtlamış olmanın hüznü, yüz kaslarımdaki ani değişiklikle suratımın her yanına yansımış oldu.


-69-
Alaya geldik, tören provası çalışıyorduk yine, rap-rap-rap! Sonra tüfek omza, tüfekle selam dur çalıştık. Tüfek yerden kesilip, çapraz tutuş pozisyonu alınacak. Şarjör omuz hizasına gelecek şekilde fırlatılıp, sağ el bacağa pat’ diye vurulacak şekilde tam 4 hamlede işlem tamamlanacaktı. Bu beş dakikalık işi bazı beceriksizler yüzünden iki saatte anca bitirebildik. O da öğle yemeği vakti geldiği ve yüzbaşı bezip çığırdan çıktığı içindi. İki saatin bir saati yüzbaşının nasihati ile geçmişti zaten, bu son uyarım, bu son ikazım diye diye on defa aynı şeyleri anlattı, gösterdi, baştan aldık ama 1 kişinin hatası 40 kişiyi bozuyordu maalesef.
Her neyse, öğle yemeğine gidicez ama bizim araç ortada yoktu. Tam da yemek arabası bizim karakola gitmek için alaydan çıkıyordu, önüne geçip durdurduk, 10 kişi kasasına atladık ve yemek kazanlarıyla beraber bizim bölüğe geri döndük. Her gün yeni bir rezillik, her gün başka bir sefillik çekiyorduk işte. Bitsin artık bu çile a.k, ne çok küfreder oldum bu sırlar a.k, bu ne biçim iştir? Önceden bu kadar küfretmezdim a.k. hadi her cümlenin sonuna a.k demek normal bişey artık tamam da, başındaki a.k’da neyin nesi, ona hiç alışamadım gitti. Neyse ona da zamanla alışırım a.k.


-70-
Artık gece nizamiyesi de çavuşluk ta yoktu. 4 saat nöbetimi tutucam sonra rahatıma bakıcam. Artık burada ne kadar rahat olabilirsem o kadar işte. Haftada bir özdemir’le gece nizamiyesini değişecekmişiz, bir hafta o nizamiyeye ben nöbete, diğer hafta o nöbete ben nizamiyeye şeklinde. Abdullah, bayramda bana evci yazmayacağını söyledi. Daha çok ihtiyacı olanlara yazmış kafasına göre. Özdemir’in morali bozuk diye on ayazmış mesela. Bana da çarşı yazacakmış 3 gün. Babam gelirse sabah erken izin verecekmiş, tüm güzelliği o kadar yani. Bütün bu olgular çerçevesinde, (bu olgu lafı da veli başçavuş yüzünden dilime pelesenk etti) belki de bu olayı unutturmak, üzerine sünger çekmek amaçlı olduğu aleni olan bir çarşı yazmıştı Abdullah uzman.
Uzun bir aradan sonra tekrar çarşıya çıktım. Tesadüfen kazım ve ibo da çarşıya çıkmışlardı. Yoksa tek başıma hiç keyif almayacaktım bu çarşıdan da. Onlar da gece devriyesinden çıkmışlardı ve çarşıyı istirahate tercih etmişlerdi. Yapacak başka bir aktivitemiz olmadığı için sinemaya gitmeye karar verdik. Makro avm’de ‘uzun hikaye’ filmini izledik. Bence vasatın üstünde bir filmdi, imdb puanı olarak 7,5 verdim ben. Filmden sonra kitapçıya gidip en kalınından bir kitap daha aldım ve saat 17’de birliğe mecburi dönüş yaptık.
İyice robot gibi olduğumu düşünüyordum artık, çünkü ruhumda beni etkileyen hiçbir duygu kıpırtısı yoktu. Yüreğimde herhangi bir duygusal aktivite söz konusu bile değildi. Sadece gözümün önünden gelip geçen ve gözüme takılan bikaç güzel hatuna hayvani bir istek dışında hiçbir düşünce tebellüğ etmiyordum. Söyleyecek sözlerim azaldığı gibi duygularım da tükenmişti burada. İnşallah önümüzdeki günlerde hayata dair umutlarım da aynı şekilde azalıp yok olmaz. Çünkü insanı yaşatan, her şey tükenip yok olduğunda elde kalan küçük bir umut parçası oluyordu.


-71-
Bir askerin nöbetteyken ihtiyacı olan en önemli üç şey, sigara, çakmak ve saattir. Her ne kadar oturmak, yaslanmak, uyumak, bişeyler yiyip içmek, kitap okumak, şarkı söylemek vs. gibi eylemler yasak olsa da, kimse görmeden bunların hepsi yapılabilirdi. Ama olmazsa olmaz o başta söylediğim üç şey; sigara, çakmak ve saatti. Sigara kullanmıyordum ama ara sıra tüttürüyordum, hem kafamı biraz karıncalaştırıyordu, hem de elimde bişeylerle oyalanmış oluyordum, her yakışımda üç beş dakika kadar.
Nöbetteydim, bu kez daha öncekilerden farklıydı. Acayip yorgundum ve üstüne bu nöbeti tutmaya çalışıyordum. Önümde tam iki saat vardı, hem uykusuzdum, hem de soğuk hava koşullarıyla mücadele ediyordum. Kat kat giyindiğim için üzerinde daha fazla ağırlık vardı ve beni aşağıya doğru çekiyordu. Yer çekimi ile iş birliği yapıyordu adeta. Gece 02-04 nöbetinin ilk saatlik dilimini yarı uyuklayarak geçirsem de bu 14-16 nöbeti geçmiyor bir türlü. Sigara yaktım, olacak bu ya hasan başçavuşun tam da önümde arabanın camlarını sileceği tuttu. İki nefes çekip atmak zorunda kaldım sigarayı, sonra başladım volta atmaya ve caddeden geçen arabaları saymaya. Kaç tane araba hangi yöne gidiyor, kaçının rengi açık, kaç tanesini kadın kullanıyor, plakaları, markaları, modelleri, içindeki insan sayısı, rengi ve kokusuna varana kadar istatistiğini tuttum. Böylece nöbeti saykoya bağlayarak anca bitirebildim.
Benden sonra gelen nöbetçinin daha üzerimden yeleği almadan sorduğu soru, ‘ateş var mı?’, ‘yok’. Elinde sigarasıyla ateş ararken ben de ona sordum, ‘sigara var mı?’, ‘valla tek var, onu da falancadan aldım’. O falancanın da kendi zulası olduğuna adım gibi emindim.
Nöbeti teslim ettikten sonra koğuşa çıkıp biraz dinlendim. Koğuşta daha fazla kalmak yasak olduğu için nizamiyeye, özdemirin yanına uğrayım dedim ama özdemir yoktu yerinde. Nöbetçi beni görür görmez direk sordu, ‘saat kaç?’. Hay a.k ya birinizin saati yok, birinizin çakmağı yok, birinizin sigarası yok, bu ne yahu? diye sitem ettikten sonra saati söyledim ve gittim. Kadınlar ve askerliğini yapmamış olanlar bilmez, bilemez. Nöbet tutmak çok zor işti valla.


-72-
İçtima! Pazartesi sendromu değil, her zamanki sendromdu bu, içtima sendromu. Askerlikte Pazartesi sendromu diye bişey yok, çünkü her gün içtima var sabahın köründe. Bugün yürüyüş ekibi olarak tören kıyafetleriyle çıkacaktık içtimaya ama özdemirin içtimadan yırtma planı ile normal jandarma kıyafetlerini giydik. Böylece içtimada bizi üzerimizi değiştirmeye göndereceklerdi. ‘Neden böyle giyindiniz, biz size dün söylemedik mi?’ diye sorduklarında, ‘bulaşık yıkama sırası bizdeydi, üzerimiz kirlenmesin diye böyle giyindik’ bahanesini uydurduk.
Bu kez alaydan bir araç gelmişti bizi götürmeye, alaydaki ve Yahşihan’daki askerler de içindeydi. O halde bugün alaya gitmiyorduk, kışlaya gidiyorduk, mühimmat komutanlığı kışlasına. Orada piyade askerleri ve bando timi ile beraber yürüdük. Piyadelerin tüfeklerine özenmemek mümkün değildi. Bizim yıllanmış ve paslanmış G3lerin yanında onların tüfekleri muhteşem görünüyordu. İsmini bilmiyorum ama dipçiği ahşap kaplamalı, gümüş gibi parlayan namlusu ile fabrikadan yeni çıkmış gıcır gıcır görünüyor, avcı tüfeklerinin gelişmiş versiyonunu andırıyordu. Beraber iki tur attıktan sonra piyadeler gitti, biz kaldık. Hay lanet olası yüzbaşı, yine beğenmemiş bizim yürüyüşü, yine bikaç kişi yüzünden saatlerce döndük durduk. Olmadı üçer üçer yürütüldük. Esas duruş, rahat hazır-ol, tüfek omza! 1- sağ elle tüfek yerden kesilip sol elle şarjörün hemen önünden, el kundağından kavranır, çapraz tutuş pozisyonu alınır. 2- sağ elle dipçiğin üst tarafından tutulur. 3- sol el avuç içiyle dipçiğin altından tüfek omuza fırlatılır. 4- boşta kalan sağ el sağ bacağın yanına pat! Diye ses çıkartarak vurulur. Bu dört seri hamle sonunda tüfek omza pozisyonu alınmış ve yürüyüş vaziyetine geçilmiş olur, ileri marş! Bandonun her güm! Vuruşu ile sol basarak ilerliyorduk tören adımlarıyla. Tören adımı da şu şekilde; dizler karına doğru çekilerek bacak kırılmadan ve ayak bileği, ayak yere paralel basacak şekilde tutulur ve ayak, sanki yerdeki bir böceği ezer gibi rap! diye vurulur. Kollar kenetlenerek öndeki askerin omuz hizasına kadar kaldırılarak yürünür. Beyaz flamalar arasında bu yürüyüş devam ederken daha içerde kalan kırmızı flamalar arasına gelindiğinde protokole bakmak için, en sağdaki sıra hariç diğer bütün mangalar kafalarını sağa çevirirler. En ortada vali ya da komutan hangi ensesi kalın varsa onun gözünün içine muhabbetle bakılır ve flamadan çıkınca önüne bakmaya devam edilir. Bu arada sol el bileği ve tüfeğin sürtünmesinden dolayı sol omuz ciddi şekilde hasarlar görür. Aynı şekilde tüfek omza ve tekrar esas duruşa geçilme esnalarında, sağ elin başparmağı ile işaret parmağı arasında kalan kısım arpacığın gazabına uğrayarak dokusal hasara maruz kalır. Tüm bu fiziksel rahatsızlıklar çerçevesinde, ciddi şekilde psikolojik bir baskı da üzerimizde mevcut olur. Çünkü her yanlış yürüyüşümüzde, bu olay baştan tekrarlanıyordu ki yüzbaşına telefon geldi ve gitmek zorunda kaldı. Yener astsubayla baş başa kaldık tekrar. Bizimle bir süre uğraştıktan sonra kafayı sıyırma noktasına geldi yine ve pes etti. ‘ben ne yapayım artık, nasıl yaptırayım bunu size, bi akıl verin a.k, bi çözüm üretin, bi çare bulun, benim kafa durdu bulamıyorum ben artık’ diyerek içimizden birini yanına çağırdı. Karşımıza geçirdi, kendi de onun yerine geçerek konuşmaya başladı. ‘Evet komutanım, bize o kadar göstermenize rağmen, yüzbaşının da o kadar anlatmasına rağmen hala amcık amcık yürümekte ısrar ediyoruz, bizi nasıl doğru düzgün yürüteceksiniz, var mı bi çözüm yolu?’. Bu sitemin ardından karşımızdaki asker ne diyeceğini bilemedi şaşkınlıktan, sus pus oldu, öylece kala kaldı. Biz ise kendimizi tutamayıp kıkırdıyorduk aramızda.
Mola verdik, davulcular 9-8’lik ritim doğaçlıyorlardı, biz de onları izliyorduk. Sigaralar içildi, yener astsubay bir kez daha davullarla yürütme kararı verdi. Esas duruş! Tüfek omza! İleri marş! Komutla beraber bando senkronize olarak devreye girdi, yürümeye başladık. O da nesi, davulcular 9-8’lik çalmaya devam ediyorlardı, “Rapapapa-bam-bam, Rapapapa-bam! Rapapapa-bam-bam, Bam-bam-bam!” şeklinde ilerlerken insanın göbek atası geliyordu ve oynaya oynaya yürümek zorunda kalıyorduk maalesef. Haliyle bu son denemede de beceremediğimiz için yener astsubay artık tamamen pes etti ve bölük komutanını arayarak, ‘biraz oldu gibi komutanım’ diye yalan söyledi ve araca binip birliklerimize geri döndük.
Adına “kavil” denen sütlü kahverenginde krem gibi bir maddeyi pamuğa dökerek kemerlerimizin tokalarını silip parlattık. Kararmış ve matlaşmış toka bir anda ayna gibi parlamaya başladı, hepimiz şaşırdık.
14-16 nöbetim gelip çatmıştı. Malum nöbet hislerimle kulübenin yolunu tuttum. Bu iki saat boyunca Abdulkadir’den zar zor koparabildiğim teşbihi çektim. “ya sabır, ya sabır, sabır, sabır, bır, bır, rr..” derken saymaya başladım. “1,2,3,4, .. 598, 599, 600” 600 saniye ne eder, 10 dakika, oysa tam 25 dakikayı böyle geçirmeyi başarmıştım. Lojmanı temizleyen teyzeye kapıyı açıp 10-15 dakika kadar da kapının dışında, caddeyle aramda hiçbir engel olmadan durdum. Teyze gidince kapıyı kapattım ve kulübeme geçip şarkı türkü resitalime başladım. Şarkıların içinde derin düşüncelere daldım, yüzdüm, çıktım. Bin bir felsefe yapıp deveyi hendekten atlatmayı başardım ve bu sefer de nöbetimi bitirebildim. Bir sonraki nöbetçiye yeleği ve miğferi teslim edip arkama bile bakmadan istirahate gittim.


-73-
Kent merkezinde genel prova almak için yola çıktık. Önce alaya uğradık, orda bir saat kadar anlamsızca bekledik, biraz yağmur çiseledi. Yürüyüşten yırtar mıyız acaba diye düşünürken hava yine açıverdi. Anlaşılan hava da askeri sevmiyordu burda.
Alayın ve Yahşihan’ın askerleri ile yürüyüş mangalarımızı tamamlayınca tekrar minibüse doluştuk ve kent meydanına, valiliğin önüne geldik. İlkokullar, liseler ve sivil vatandaşların oluşturduğu kalabalığın arasında araçtan inip “rap-rap, rap-rap” yürüyerek belirlenen yerimize geçinceye kadar alkışlar arasında kaldık. Bizi görenler coşuyor, ıslıklar ve alkışlar eşliğinde bizi de coşturuyordu. Yerdeki su birikintilerine bile bana mısın demedik, rap-rap-rap, şap-şap-şap geçtik gittik üzerinden. İki buçuk saat rahatta dinler vaziyette, (sol el belin arkasına yumruk yapacak şekilde koyulur, sağ el tüfeği yerle 45 derecelik açı yapacak şekilde hafif öne doğru eğer, ayaklar omuz genişliği açık, göğüs dik, kafalar karşıya bakacak şekilde) bekledikten sonra prova bitti ve yine rap-rap-rap! caddeyi inleterek, üzerine yürüyüş kararı “her-şey-vatan-için!, vatan-sana-canım-feda!” sloganları sayarak arabaya bindik ve evimize, şey yani karakolumuza, aman neyse işte birliğe geri döndük. Döner dönmez 12-14 nöbeti beni beklemez mi? Hadi bakalım yemeği yiyip doğru nöbet kulübesine.
Öğle arasına giden komutanlara kapı aç, döndüklerinde yine aç-kapa.. Bayram tatiline gittiği, valizi, sivil kıyafetleri ve ailesiyle beraber her halinden belli olan veli başçavuş ta dışarı çıkınca iyice saldım nöbeti, koy verdim gitsin. Oturdum kulübenin gölge tarafına ve yine bi şarkı tutturdum, rastgele mırıldanırken, yeleğin sağ ön alttaki cebinde bişeyler titremeye başladı. Elimle orayı yokladım ve cebin içinden telefon çıkardım. Gelen arama da “baba” yazıyordu. Her kimin telefonuysa babası arıyordu. Kimin telefonu bu acaba diye düşünürken, benden önceki nöbetçi kimdi? Harun. Evet, bu telefon harun’un olmalıydı. Daha önce de aynı şekilde unutmuştu, sonra hatırlamış ve gelip almıştı yine benden. Neyse, biraz sonra yine hatırlayıp gelir nasılsa, derken çıkıp gelmesi an meselesi oldu.
Nöbet kulübesinin içi ahırdan beter kokuyordu. Sanki yıllardır temizlenmemiş gibiydi, buna hiç şüphem yoktu. Yılların bütün pisliği, aynı yelek ve miğferdeki gibi kulübeye de sinmişti. Öyle ağır bi kokuydu ki, dün gece içindeyken midem bulanmıştı. Yağmur yağdığı için dışarı da çıkamamış, burnumu paltonun içine sokmuştum. Şimdi ise bu kokudan kurtulmak için kulübenin her yerini köpükle fırçalamak ve yere de su basıp çekmek gerekti. Sigara, ter, ayakkabı, tükürük, osuruk ve belki de idrar kokuları harmanlanıp böyle bir kokunun oluşmasına sebebiyet vermiş olabilirdi. Harun’a söyledim, köpük, fırça vs. getir de temizleyelim burayı diye ama umursamıyordu. Aynı şekilde benden sonra gelen Yusuf ta pek umursamadı. Hepiniz a.k! böyle bir pisliğin içinde yaşamaya müstahaksınız siz. Her neyse, zaten şimdilik dışında duruyordum ama gece tekrar buraya döneceğimi ve içine gireceğimi aklıma getirdikçe midem kalkıyordu. Nöbetten sonra bi şekilde kendim yıkayacaktım orayı.
Daha 45 dakika vardı, ne yapmak lazım, diye düşünürken aklıma spor yapmak geldi. Oturduğum yerden ayağa kalkıp belimi ve bacaklarımı çalıştırdım. Esnettim, gerdirdim, kollarımla makas hareketi yaparak göğüs açma çalıştım. Biraz sonra işi abartarak boks çalıştım. Sağlı sollu yumrukları boşluğa sallarken arkadan handan astsubayın sivil kıyafetleriyle geldiğini gördüm. Kendime hemen çeki düzen verip şapşal halimden biraz daha hallice kapıyı açtım. Belki tebessüm eder, bişey söyler diye muhabbetle gözlerinin içine baktım ama o benim yüzüme bile bakmadan açtığım kapıdan çıktı gitti. Herhalde acelesi olmalıydı ya da nöbetçinin ben olduğumu fark etmedi yoksa kesin bişey derdi. Arkasından uzun uzun bakmadım bu sefer, çünkü bu davranışı bana sevimsiz gelmişti. Bendeki bütün çekiciliğini yitirmişti bir anda.
Ondan sonra daldığım derin düşüncelerden çıkınca saatime baktığım bir sırada, bir kez daha nöbeti bitirdiğimin farkına vardım. Diğer nöbetçi nöbeti takmasın diye de, hemen düdüğe sarıldım ve derin bir nefes çekerek öttürmeye başladım. Bir kaç dakika içinde Yusuf geldi, nöbeti ona devretmiş olmanın rahatlığı üzerimde yine arkama bakmadan koğuşa doğru attım adımlarımı.


-74-
Şafak atış hızı çok yavaşlamıştı. Bugün bayram arifesiydi. Rütbelilerin hepsi çekip gitmiş, sadece nöbetçi astsubay kalmıştı başımızda. İçtimada kim ne zaman çarşıya çıkacağı söylendi. Karargah askerlerine üç gün, karakol askerlerine iki gün çarşı yazılmıştı. Karargahta olmanın mükafatını almış oldum ilk defa. Bayramın birinci, üçüncü ve beşinci günleri çarşıda olacaktım. Son çarşı 29 Ekim’e denk geliyordu, tören yürüyüşünün ardından serbesttim. Gerçi Kırıkkale gibi biyerde, üstelik devrelerim de yanımda yokken, tek başıma üç gün ne yapılırdı? Üç gün çoktu bile ama en azından dışarıda boş boş gezmek bile bu hapishane hayatından farksız yerde durmaktan iyidir. Çarşıya çıkmayanlar ise nöbet tutacaktı ki, nitekim bugün de nöbet sırası bendeydi. Dört saat nöbet yazılmış, 12-14 ve 16-18. Her yerim ağrıyordu, eklemlerim, kemiklerim sızlıyordu. Bu iyi haber değildi, sanki grip habercisiydi bu belirtiler. Üstüne bir de bulaşıklar vardı, olacak bu ya, özdemir de evci çıkmıştı. Hepsi üst üste geldi hasta yorgun ve yorgunken. Kazım da nöbette iken, ibo ile iki kişi yaptığımız yemekhane ve bulaşık temizliği öyle ağır bir eziyet geldi ki, işkence ediyorlar sandım. Karnım, başım, kaslarım her yerim ağrıyordu, öğle yemeği bile yiyemedim iştahsızlıktan. Temizlikten sonra ağrı kesici içip, garajda boş duran devriye aracının içinde bir saat kestirdim. Bu bir saatlik dinlenme az buçuk iyi gelmişti. Önümdeki ilk iki saat idare ederdi beni. Kitabımı da yanıma alıp nöbet kulübesine geçtim. Miğfer ve çelik yeleği (bu sefer ön içteki yırtıktan çelik malzemeyi çıkarıyordum, biraz hafifliyordu) giyindikten sonra hazır kimseler de yokken dalıp gidiyorum kitabıma. 50 sayfa kadar okuduktan sonra nöbet bitimine yaklaştığımı görüyorum saatime bakınca. Yavaştan toparlanırken, ırmak karakolundan bizim birliğe yeni gelen Mehmet nöbeti devralmaya geldi. Nöbeti Mehmet’e teslim edip gittim. Az bişey akşam yemeği yiyebildim, sonraki bulaşık eziyeti de bittikten sonra kendimi koğuşa, yatağa zor attım.


-75-
Böğün beyrem.. Sabah 6’da uyandırıldık, 00-02 nöbetimin ardından biraz zor da olsa esneye poflaya, kahrede, isyan ede uyandım, kalktım yataktan. Komutan herkesi içtimaya dikip, ‘hayırlı bayramlar’ diyerek bayramını kutlarken, ben henüz kamuflajımı giymekle meşguldüm. Pek umursamadım zaten bayramda prosedür gereği yapılıyordu bu adetler. Asırlardır süregelen bu ritüel, askerlikte de devam ediyordu. Umurumda mı ki? Ben çarşıya çıkmanın derdine düşmüşüm. Bir an önce komutan çarşı defterini imzalasa da hemen dışarı çıksak. Nöbetçi astsubaylar değişince, yeni komutan bir kez daha içtimaya dikti bizi. Çarşı defterlerimizi imzaladı ve nihayet dışarı gönderdi bizi. Herkes birbiriyle bayramlaştıktan sonra dışarı koştu. O an kapıda nöbet tutan Kazım’ın yüzündeki hüzün, çaresizliğinin açık şekilde ispatı idi. Onunla da bayramlaştıktan sonra dışarı çıktım. Geçen arabalardan birini durduracakken yürüyerek giden bizim askerleri gördüm az ilerde ve kaldırdığım eli indirip arkalarından bi koşu yetiştim onlara. Hava güzeldi, 15-20 dakika sonra yürüyerek çarşıya vardık.
O da nesi? Çarşıya varınca neye uğradığımızı şaşırdık. Her yer kapalıydı ve etrafta sivil hiçbir vatandaş yoktu adeta. Asker olduğu her halinden belli olan, ablak ablak etrafta açık biyer bulmaya çalışan, sabahın ve bayramın ilk saatlerinde, sokak çocukları gibi dolanan avare askerler, bölük pörçük üçer beşer etrafta dolanmaktaydı. Biz de onlar gibi biraz turladıktan sonra açık ama içi tıka basa asker dolu olan bir internet kafe bulduk. Kafenin sahibi her kimse akıllı adam vesselam, bugünü fırsat bilip askerlerden voleyi vurmuştu resmen.
Askerlerin kimisi sağda solda tek tük açılmaya başlayan yerlere oturup çay içiyor, fırından aldıkları sıcak simit yada poğaçalarıyla kahvaltı ediyorlardı. Kimisi de burada, internette takılarak zaman geçirmeyi tercih etmişti işte. Yaklaşık iki saat kadar biz de internette takıldıktan sonra kalkıp bişeyler yemeye gittik. Hemen cadde üstü ucuz meşhur öğrenci yeri bi yere oturup tantuni ve köfte yedik. Oradan sonra çay içmeye gittiğimiz yerde alaydaki devrelerime rast geldim. Çayımı alıp onların masaya geçine muhabbete dalmışım. Bizim elemanlar da bana haber vermeden kalkıp gitmişler, canıma minnet.. Ben de onları nasıl satarım diye düşünüp duruyordum. Çünkü olmuyordu, bir türlü aynı kafadan muhabbet edemiyorduk. Ortak hiçbir noktamız yoktu, tamamen mecburi takılıyorduk. Her neyse, ben devrelerimi bulmuş olmanın keyfiyle bu düşüncelerin hiçbirine takılmadım. Muhammet, ekürisi Laz uşak ve Burak’la bir kez daha etrafı gezinirken daha rahat biyer bulup oturduk ve hem çay içtik hem de koyu muhabbete daldık. Herkes, ayrı kaldığımız süre içindeki biriken komik anılarını hevesle atıyordu. Yapabileceğimiz en güzel şey hoşsohbet, aynı dilde muhabbetti. Bu o kadar gerekliydi ki, bir insanı ölüm döşeğinden alıp yaşama sıkı sıkıya tutundurabilecek kadar terapi edebiliyordu. Saatlerimiz bir terapi seansının daha sonuna gelmiş olduğumuzu haber veriyordu. Karakolu biraz daha uzakta olduğu için önce Burak ayrıldı yanımızdan. Biz de bir giyim mağazasına üçüncü defa girip bişey almadan çıkmıştık. Amaç öyle bakınmanın yanı sıra güzel bişeyler bulabilirsem almaktı ama beğendiklerimin bedeni olmadı, bedeni olanları da ben beğenmedim. Aşkta da öyle oluyordu değil mi? Aradığımızı bir türlü uyduramıyoruz üzerimize ya da aramayı bilmiyoruz. Her neyse, satış danışmanı kızlarla muhabbet kısa günün karı olmuştu, buna da şükür. Ne yapabiliriz ki? Bu askerlik adamı çaresizce, gördüğü her kıza baktırıyor ve yanaştırıyordu. Bizim elemanlardan da ayrıldıktan sonra saatime baktım, hemen hemen 20 dakika vardı teslim olmaya. Geldiğim şekil yürüyerek geri döndüm zaman geçsin diye.
Üzerimi değiştirip yemek yiyene kadar bir saat su gibi geçti ve 18-20 nöbeti gelip çattı. Yunus uzmanın da silahı vereceği tuttu. Çarşı yorgunluğunun ve nöbet kıyafeti ağırlığının üzerine bir de MP-5 eklenmiş oldu böylece. Silahı boynuma taktım ve yalpa vurarak nöbete gittim.


-76-
Gece 02-04 nöbeti hop oturup hop kalkmamla geçti. Kulübenin kapısını kapattım, yeleği yere serdim, vurdum kafayı büktüğüm dizlerime ve kollarımla da kapandım yattım. Oysa kulaklarım hazır kıta bekliyordu, en ufak tıkırtıda ayağa fırlıyordum sonra tekrar aynı uyku vaziyetini alıyordum. Bu böyle bikaç defa tekrarlayınca, mütemadiyen uykum kaçtı. Ayağa kalkıp kapıyı açınca gecenin ayazı suratıma çarptı. Dışarı çıkıp çıkmamak arasında tereddütte kaldım. Bu amansız mücadelede soğuk galip geldi, kapıyı geri kapatıp içerde az da olsa kendi nefesimin sıcaklığı ile kalmayı tercih ettim. Buğulanan camlara şafak yazmaya işte bu gece başladım. Atarsa 82. Her yere 82, 82, 82, 82.. yazarak doldurdum. Sivilde olsa imzamla doldururdum böyle boş yerleri. Bir süre sonra tekrar uyku bastırdığından camdan süzülen buğu damlası ahenginde yere süzülerek çömeldim ve yerdeki yeleğin üzerine bırakıverdim kendimi. Nöbetin bitmesine 15 dakika kala uyandım, ayağa kalktım ve son 15 dakika da ayakta gözledim benden sonraki nöbetçinin yolunu.
Nöbete gelirken sigarasını benden yakmayı umut eden Mehmet, bende ateş olmadığını anlayınca ‘bi sigaramı yakıp geleyim 2 dk. Bekle’ deyince, ‘ben bulurum sana, sen bekle!’ dedim. İki dakika bekleyecek bile halim kalmamıştı bu kulübede. Diğer kapıda nöbet tutan kazımdan aldığım çakmakla, söz verdiğim üzere Mehmet’in sigarasını yakmak için geri geldim. Sigarayı yaktım, çakmağı cebime attım ve koğuşa gittim.
Bugün bayramın ikinci günüydü, çarşı yok nöbet vardı. 10-12 nöbeti, kitap okumakla ve teşbih çekmekle geçti. Dün çarşıda Iraklı bir çocuktan almış olduğum teşbih çok işime yaramıştı. ‘ya sabır!’ çekmeye devam ettikçe zaman biraz daha huzurlu geçiyordu sanki. Nöbet bitince, bölüğe getirilen etleri mangal yapmak için ateş yaktık. Doğranan etleri şişlere geçirip, adeta şiş kebap partisi verdik. Bu asker ocağında şimdiye kadar yediğim en güzel yemekti. Öğle yemeği de zaten 1’e çeyrek kala geldiği için kimse yememişti. Kazanları döküp yine tek başıma yıkadım bulaşıkları. Kazımla İbo çarşıda, Özdemir de santralci bayram iznine gittiği için santrale çıkmıştı. Yemek yememiştim ama mangaldan önce bir bütün kavunu tek başıma mideye indirmiştim. Mangal keyfinden sonra hiç istemediğim halde 16-18 nöbetine geçmek mecburiyetindeydim. Böyle bir mecburiyete katlanmak, inanın çok zordu, hem de çok zor.
Akşam yemeği yemedim ki zaten acıkmamıştım da. Saat 17’de alay komutanının geleceği haberini aldık. Herkes bir seferberlik halinde mıntıka temizliğine girişti. Ben nöbette olduğum için yine piyango vurmuş gibi sevindim. Askerler temizliği bitirdi, içtimaya geçti ve benden haber beklemeye başladılar. Zira caddeyi gözlediğim için alay komutanının aracı gelirken düdük çalacaktım. Komutan yaklaşık 45 dakika gecikmeyle geldi, askerler de öyle sap gibi dikildiler. Yine orada mal mal beklemediğim için kendimi şanslı hissettim, oysa ben de burada mal mal bekliyordum farkında değildim. En azından ben nöbetten yiyordum, ya onlar neyden yiyorlardı?
Her neyse, alay komutanı geldi, iki dakika da ‘nassın asker, iyi bayramlar asker’ deyip ayaküstü bayramlaştı ve gitti. Sırf bu salakça muhabbet için mıntıkaya, o kadar süre ayakta beklemeye ne gerek vardı a.k! Sonra millet dağıldı, bense hala nöbette kaldım. 20 dakika takılmıştı nöbet ve saat 18.20 civarı düdüğü çalmaya başladım. Özdemir’i Abdullah uzman çağırmış yanına, o gelene kadar da saat yedi oldu. Bir saat fazladan nöbet tutmuş oldum, ‘ne de şanslıymışım ama’ dedim kendi kendime acınası ifadeyle güldüm. Özdemir gelince, birer sigara tellendirdik ve iki lafın belini kırdık. Sigara bitince, onu nöbet kulübesinde yalnızlığına terk ederek koğuşa gittim, bir kez daha vatan görevi yorgunluğunun ardında bıraktığı ruhani bozukluklarla..



-77-
Gece 00-02 nöbetini, ayakta yarı uyuklayarak geçirmiş olup, nöbeti bitirir bitirmez hemen yatağa attım kendimi. Sabah 8-10 nöbetini de tutup çarşıya çıktım. Bu sefer peşime kimseyi takmadan, tek başıma çıktım karakoldan. Ne yapacağıma karar vermek için de yürümeyi tercih ettim. Hem gidiyor, hem düşünüyor, bir yandan da tespih çekiyordum. Yolu yarıladığım bir anda, tespih elimde dağılıverdi. Bocuklar yere döküldü, her biri bir yana savruldu. Görebildiklerimi toplamaya çalıştım ancak hepsini bulmam mümkün değildi. Yoldan geçenler de garip bakışlarla beni süzüyorlardı, ‘ne yapıyor bu adam acaba?’ diye. Şu Iraklı çocuk iyi tokatlamıştı beni. Bulabildiğim boncuklarımı cebime koyup yoluma devam ettim.
Bir iki saat internette takıldıktan sonra yemek yemeye çıktım. Ekmek arası köftenin yanına bir de ayran söyleyip karnımı doyurdum. Bu şişkinliği geçirmek için de etraflıca bir tur atıp, kitapçıya uğradım. Gözüme, ilgimi çekebilecek, ruh halime uygun bir kitap çarpmadı. Ordan çıkıp başka bir kitapçıya girdim, sevgi yolunda. Orda da uzun bir süre raflardaki kitapları inceledim, arka kapak yazılarını okudum. O esnada Oğuz Atay’ın bir romanı denk geldi elime, ‘bir bilim adamının romanı’. O kitabı incelerken, bir zamanlar yarım bıraktığım ‘tutunamayanlar’ romanı aklıma geldi. Rafları aradım, taradım bir türlü bulamadım. Kitapçıya sordum mevcut mudur acaba diye. Geldi, benim gibi bütün rafları taradı ama o da bulamadı maalesef. Arkadaşını çağırdı ona sordu, o da gelip aynı şekilde raflara bakındı kendinden emin bir şekilde. Bu, benden sonra aynı raflarda üçüncü kez ‘tutunamayanlar’ romanına tutunamayıştı. ‘Orada yok sanırım’ diyerek arayan elemanı uyardım. Dükkandan çıkıp, yan taraftaki depo gibi bir yere girdi. Biraz sonra, korsan olduğu her halinden belli olan, kapağı soluk ve kırışık bir kitap getirdi. Pazarlık yapmaya çalışmama rağmen 10 lirada dedi peygamber demedi. Nasıl olsa alacak olmamı anlamış olmalıydı, keşke bu kadar belli etmeseydim kendimi. Normalde bu tavır karşısında bırakıp giderdim kitabı ya, nöbette ne okuyacaktım sonra? Bu anlık düşünce ile 10 lirayı verip kitabı aldım ve dükkandan çıktım. Az ileride, köşedeki yüksek binanın tepesinde Teras Kafe’ye bakayım dedim. Dışarıdan pek heybetli ve hareketli görünüyordu. Hali hazırda bir buçuk saatim vardı çarşıda. Dolayısıyla merak ettim ve oraya gidiyor olduğunu tahmin ettiğim tikican bir kızın peşine takılarak yukarı çıktım.
Tesadüf eseri yine alaydaki devrelerime Muhammet ve Eren’ rastladım orada. Yanlarına oturup çay söyledim. Sohbet muhabbet derken bir saatin nasıl geçtiğini anlamadım hiç. Sanırım zamanı pervaneye çeviren asıl sebep etrafımızdaki hatunlardı. Her masada acayip güzel hatunlar vardı, hangisine bakacağımı şaşırdım, başım dönmüştü resmen.
Vakit dolunca stres atmış ve rahatlamış bi şekilde karakola gittim. Ankesörden ailemle konuştuktan sonra Rahim Eniştemi aradım. Onun da uzmanlıkta son günleriydi, ben terhis olmadan emekli olacaktı. Kartım bitene kadar uzunca muhabbet ettik, içim iyice ferahlamıştı artık.


-78-
Her geçen gün yazmakta zorlanıyordum, çünkü aynı şeyler tekrar ediyordu. Talihsiz ve amansız bir döngünün içinde bocalıyordum sanki. Duygularım törpülendi, düşüncelerim derinleşti, hatta o kadar ki, dibi görünmeyen kapkara bir kuyunun en derinlerinde kaybolup gitti. Bugün hem kurban bayramın son günü, hem de cumhuriyet bayramının arifesiydi. Ayrıca dolunay gecesine gebe bir akşam vardı önümüzde.
Çarşıya çıkmadığım için 6-8, 12-14 ve 16-18 nöbetlerini tuttum. Bulaşık sırası bizde olduğu ve bizimkiler çarşıda olduğundan 14-16 arasında da tek başıma bulaşık yıkadım ve yemekhaneyi temizledim. Benim için berbat bir gündü diyebilirim ama yarınlara tutunmak diye bir şey var ya hani, işte onun gibi tam, bittiğim dediğim yerde yarınlardaki umutlarıma tutundum ve dik durmaya devam ettim. Hele ki başta saydığım gibi güzel olması gereken, coşkulu bir günde, içimdeki bu sıkıntı hiç çekilecek dert değildi.
Kafamı kaldırıp dolunaya baktığımda, sanki kendimi bir kuyunun içine düşmüşüm gibi hissediyordum. Sanki yukarıda kuyunun dışarıya açılan deliği varmış ta, oradan görünen güneş ışığı bir çıkış yolu gibi geliyordu bana. Bir ip atılsa ve çekse beni, çıkarsa dışarı ne iyi olurdu şimdi. Belki tesadüfen oradan geçen susamış bir yolcu, su bulmak umuduyla kuyuya eğilir de görür beni çaresizce bekleyip durdum. Ah ulan yalnızlık, hiç bu kadar kendini hissettirmemişti bedenimde ve şimdi, tam şu anda, geçmişim, yaşadıklarım, yaşayamadıklarım, pişmanlıklarım bir kez daha kabarıp hep birlikte, yüzümde karaya vuruyordu. Hafızamın en ücra köşesine itilmiş düşünceler onlara eşlik ediyor ve tören yürüyüşü şeklinde gözlerimin önünden geçerek beni selamlıyorlardı. Yüzümden düşen bin parça değil, param parça olmuş hatıraların zehir gibi hüznüydü.
Bunlar bana, acı biberin vücudumuza girerken ve de çıkarken yarattığı etkiyi andırıyordu. Yaşarken acıtsa da, yaşaması tatlıdır, hani acı biberi yerken olduğu gibi tıpkı ama unutmaya, kafadan atmaya çalıştıkça da en çok acıyı verir, yine acı biber örneğinde olduğu gibi. Bir de şunu fark ettim ki hatıralar acı biberden daha tehlikelidir.
İnsan kendi başına kalınca, hele ki nöbet kulübesi gibi ilgilenecek, kafanı dağıtacak hiçbir şeyin olmadığı yerde, ister istemez belleğinde kaydettiği ne varsa gözünün önüne geliyordu. Yani kaçamıyorsun geçmişinden. Eğer yanlışların varsa, vicdanın da o yanlışları fitil fitil burnundan getirerek, yakıyordu ciğerlerini.


-79-
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nın 89. Yıl dönümü tüm yurtta olduğu gibi Kırıkkale’de de büyük coşkuyla kutlandı. Tüm halkımızın bu en büyük, en nadide bayramı kutlu olsun.
Valiliğin önündeki tören yürüyüşünün ardından bu sabahki etkinliğimizi bitirip bölüğe döndük. Hiç vakit kaybetmeden üzerimi değiştirip çarşıya çıktım. Bugün son çarşıma çıkıyordum. Manisalı uğur, Samsunlu murat ve ben trafikçi yalçın uzmana çarşı defterlerimizi imzalattık ve giderken 1 saat gecikmeli çıktığımız için, dönüşte yarım saat tolerans istedik ve isteyenin bir yüzü vermeyenin iki yüzü kara hesabı bu hakkımızı da elde ettik. 17.30’da karakolda olacağımıza söz verdik ve çıktık. Karakoldan çıkarken yener astsubaya denk geldik. ‘bizi de çarşıya kadar atıverin komutanım’ dedik, sağ olsun kırmadı bizi ve yalnızca ayağını yerden kesmeye yarayan ve bir türlü kimseye satamadığı külüstür Skoda’sıyla bizi çarşıya bıraktı.
Hava yine güzeldi, önce bişeyler yedik, sonra biraz internette takıldık. Baktık murat bilgisayarı duvara doğru çevirip, kulaklığı taktı, iyice ekranın içine gömüldü, biz de uğurla beraber onu orada satıp playstation oynamaya gittik. Orda da biraz takıldıktan sonra sevgi yolunda közleme mısır yedik. Elemanın başı kalabalık olduğundan yelpazeyi ben salladım közlere. Hem mısırları pişiriyordum, hem de ‘gel vatandaş, gel, süt darı bunlar, süt! Mısır kebap buyrun!’ diye bağırıp ortamı havaya sokuyordum. Mısırlar pişince kabuğuna sarıp elimize aldık., yiye yiye teras kafeye doğru yol aldık. Birkaç ısırık sonra mısıra devam edemedik, çünkü süt darı değildi bunlar, sert ve tatsız olanlarından denk gelmişti. Bi şeye benzemiyordu anlayacağınız. Teras kafeye çıktık, birer çay içtik. Yine çok güzel hatunlar vardı mekanda, onları seyrettik çaylar bitene kadar. Sonra aşağı inip meydandaki halk konserini izledik. Platformun arkasında duran çok güzel bir hatun vardı, hemen yanına yanaştık. Biraz sonra da sahneye çıkıp şarkı söylemeye başlayınca ikimiz de afalladık. Bir süre gözlerimizi ondan alamadan dinledik, birkaç şarkı sonra vaktimizin tükendiğini anlayınca istemeyerek te olsa minibüse binip bölüğe döndük. Birkaç dakika rötar yapmıştık, minibüsten inince koştuk. Neyse ki komutan ortalıkta yoktu da laf yemeden yırtmış olduk. Ama eğlendik mi? eğlendik sayılır. Stres attığım ender günlerden biri olarak kayıtlara geçti bugün.


-80-
Dolunay saydam bir küre halinde, sabahın ilk saatlerinde bile kendini göstermeye başlamıştı. 6-8 nöbetinde daldım gittim her dolunay vakti olduğu gibi. Kanımdaki med-cezir hareketi başlamıştı. Derken kendimi 16-18 nöbetinde buluverdim. 17’den sonra hava kararmıştı ve dolunay bu sefer diğer tarafa geçmiş, turuncu rengini almış ve yavaş yavaş yükseliyordu. Lojmanda oturanlar tatilden bir bir eve dönüyorken ben de onlara kapıyı açıyordum. Komutanlar, eşleri, çocukları, kızları derken handan astsubay da gelmişti. Bir süre sonra arkamdan sessizce yaklaşıp kapıya elini uzatan yine o oldu. Hemen üzerini değiştirmiş, şık bir elbiseyle dışarı çıkıyordu. Acaba nereye gidiyordu? Ona doğru aniden dönünce irkildi, elini geri çekti, onun elini görünce ben de elimi çeker gibi yaptım. Bunu üzerine aynı anda tekrar ellerimizi kapının sürgüsü üzerine götürdük. Ellerimiz burada anlık bir temasa nail oldular. Bu temas sonucu oluşan kıvılcım elimi ateş gibi yakmaya yetti. O an ki refleks ile elimi tekrar geri çektim. Bir birimize yine bir anlık bakıp göz göze geldik. Zamanın durduğu andı o an. Göz bebeklerimizin büyüdüğü, arzularımızın şahlandığı anın ta kendisiydi. Birbirimizin üzerine atlamamız işten bile değildi eğer başka bir ortamda koşullar el verseydi. Sadece tebessüm etmekle yetindik maalesef. Handan astsubay ‘iyi nöbetler’ bile diyemedi bu kez. Heyecanlı, utangaç ve mahcup olmuş bir insanın edasında ceylan gibi sekiverdi dışarı, kaşla göz arasında yeltenip açıverdiği kapıdan. Bu onunla yaşadığım en çarpıcı yakınlaşma oldu. Sanki vücudundan bir kıvılcım çıkmış ta onu tutuşturmuştu. Alev alev adımlarla, bacak arasındaki yangından kaçarcasına uzaklaştı. O an, gözüm bir kameranın kadrajındaymış ta ben de film çekiyormuşçasına, o uzaklaşırken görüntüyü yavaşça dolunaya doğru kaydırıyordum. Tam da bir sanat filminin en romantik anının kontrbas ve viyola eşliğinde sekans değiştirmesini çekiyordum sanki.
Dolunayın o büyülü manzarasını izlemeye daldım, daldıkça da kayboldum parlaklığında. Bu büyülü anın azizliğine uğrayıp yine Ay Tanrıçamı düşünmeye başladım. Hayali gözümün önünden gitmiyordu bir türlü, adeta gerçek gibiydi. Elimi uzatsam tutucam, bir adım daha atsam sarılıcakmışım gibiydi sanki. Beni bu hipnozdan özdemir çekip çıkarttı. Yanıma laflamaya gelmişti, adam dertliydi zaten. Konuşmak, rahatlamak istiyordu. Üç buçuk yıllık sevgilisi tarafından terk edilmek, hatta askerde terk edilmek ve hatta bunu tam iki ay sonra öğrenmek ne acıdır değil mi? nasıl bir psikoloji içinde olduğunu çok iyi tahmin edebiliyorum, yemek bile yiyemiyordu, midesi bulanıyordu sürekli. Özdemir gelmeden önce, biraz da onun bu durumunu düşünüyor, empati kuruyordum. O gelince kendi dertlerimi unuttum resmen, benimkiler de dert miydi onunkinin yanında. Yine de kendi başıma gelenler hatırımı tırmalıyordu ve içime tarifi mümkün olmayan bir sıkıntı gark ediyordu. Sivilde bile içini ne kadar buhran dolduran bu durumun, askerken nasıl içinden çıkılmaz bir bataklık olduğunu varın siz düşünün. Elden katlanmaktan başka ne gelebilir ki?
Bir bakıma dert ortağım sayılırdı özdemir bu konuda. Ben de ayrılmamış mıydım sevgilimden. O da beni yüz üstü bırakmamış mıydı bu zindanda? Ah ulan şu kadınlar, illa ki kendileriyle her an, her dakika ilgilenebilecek birileriyle mi sevgili olmak zorundalar? Sevginin hiç mi değeri yok ilgi karşısında? Aramasan, konuşmasan bile sadece sevildiğini bilerek beraber olabilecek bir kadın yok mu? Ya istisnalar?
Bir süre kadınlar ve ilişkiler üzerine muhabbet edip içimizi döktük. Sonra Özdemir’i gönderdim yatıp dinlensin diye, çünkü gece nöbeti vardı. Ben de bir yarım saat daha kendi başıma kalıp dolunayın o eşsiz güzelliğini seyre daldım. Benden sonraki nöbetçinin gecikmesine aldırmadım bile, nöbeti durgun tavırlarla devrettim ve koğuşa gidip sıcacık yatağımın koynuna giriverdim, taze hayallerle.


-81-
Şafak 78, hadi bakalım yarısını çoktan yedik askerliğin. Bu şafaktan sonra günler, gittikçe eriyen bir buz kütlesi gibi görünüyordu gözüme. Kitaplar bile yarısından sonra daha bi huzurla, daha bi şevkle okunur, sonunda ne olacağını öğrenme heyecanıyla kitabı nasıl bitirdiğini anlayamazsın.
Bugün hastane sevki çıkarmıştım ama piyangodan çıkar gibi Fırat başçavuş Abdulkadir’le beni alaya, malzeme deposuna sayım yapmaya götürdü. Akşama kadar yastık, nevresim, battaniye, yelek, kılıf, çanta, kemer, miğfer, mermi, şarjör, daha bir sürü ekipman ıvırı zıvırı sayıp kaydını tuttuk. Akşam gelirken de alaya 92/3 devre yeni gelen askerlerden bizim karakola düşenleri getirdik. Bizim alt devremiz sayılmasalar da çömezimiz sayılabilirlerdi ve artık karakoldaki çömezliğimiz sona ermiş, pabucumuzun dama atılma zamanı gelmişti. Bundan böyle bulaşık yıkamaktan da düşüyor olacaktık, artık bulaşıklar 92/3lerin ellerinden öperler.


-82-
Bölge komutanı Kırıkkale’ye gelecek söylentileri aldı başını gitti yine ve bizim karakola uğrama ihtimali üzerine bir denetim seferberliği daha başladı bölükte. Sabah beş buçukta kalkıp mıntıka temizliğine başladık. Dökülen sarmaşık ve kavak yapraklarını süpürürken, rüzgar da gıcıklık olsun diye süpürdüğümüz yerlere yaprakları bir daha yağdırıyordu.6-8 nöbeti benimdi yine ve nöbete geçip mıntıka yapanları izlemeye koyuldum başıma geleceklerden habersiz. Durumu önceden tahmin etmiş olan abdulkadir, 10 dakika erken geldi nöbete ve içtimaya katılmamak için nöbeti benden devraldı. Nöbetten çıkıp içtimaya girdim.
Bölük komutanı Yüzbaşı bir süre konuştu, ‘bilgileri eksik olan var mı?’. elimi kaldırıp kaldırmamak arası tereddütte kaldım ve risk alıp kaldırmadım. Hay kahretsin elimi, niye kaldırmadıysam, kimseden de ses çıkmayınca yüzbaşı direk bana baktı ve ‘sen söyle bakalım, durumsal farkındalık nedir?’, ‘…, anımsayamadım komutanım’. Ben cevap veremeyince bizim uzmana döndü, ‘Abdullah hani kısa dönemler biliyordu hepsini? Diğerlerine de onlar öğretecek demiştin..’. Kızgınlığı suratına yansıyan yüzbaşı bu sefer soruları rütbelilere sormaya başladı. Mustafa sen söyle vizyon 2030 nedir?’, ‘…’, ‘Osman sen söyle nedir?’, ‘hatırlayamadım komutanım’, ‘Sedat sen söyle can dostu nedir?’, ‘anımsayamadım komutanım’. Durum iyice vahim bir hal almıştı. Rütbeliler de soruları bilemeyince yüzbaşı soru sormayı bıraktı ve sinirinden dudağını yemeye başladı. Bir süre düşündü, volta attı ve bize döndü, ‘asker kep çıkar!’. Herkesin saç tıraşlarına baktı, 15 kişinin saçlarını beğenmedi, oysa daha dün berber göndermişti bize tıraş olalım diye. Bu 15 kişiye fena halde sinirlendi, berberi arayıp misafirhaneden çağırttı ve onları bahçede güneşin altında tıraş ettirdi.
Bir süre hem rütbelilere hem de askerlere fırçayla karışık nasihatlerde bulundu ve gitti. Laf yediği hissine kapılıp aşağılık kompleksi nükseden rütbeliler acısını biz askerlerden çıkarmaya başladı. Küfürler, azarlar, bağırmalar, çarşı cezaları, hastaneye göndermemeler, ardı ardına patlayan bombalar gibi önümüze yağmaya başladı. Ne yapacağımızı bilemez şekilde şamar oğlanı gibi karşımıza çıkan her rütbelinin hışmına uğruyorduk. Kim görse azarla karışık emir veriyordu gün boyunca. Bir ara aynı anda üç emiri yerine getirmeye çalışırken buldum kendimi. Yanından geçerken komutanın biri çağırıp boş ver şimdi o işi sen şunu yap bakalım deyip kendi işini bana kitliyordu. Hiç bu kadar hevesle nöbete gitmeyi arzulamamıştım daha önce. Nöbet bir kaçış ve kurtuluştu bu ortamda. Halbuki orda da 4 saat sabit kalıp, nöbetin bana zehir edileceğini tahmin edememiştim.



-83-
Dün bölge komutanı gelmedi diye aynı eziyet devam etti. Neyse ki bu sefer sabah içtimasında özdemir’in yerine nöbete ben geçmiştim. İçtimada olsam yüzbaşı soruları kesin yine bana sorardı. Olacak bu ya, bu sefer de özdemir’e sormuş, ‘asker nedir?’ diye ama cevabını beğenmemiş. ‘Er nedir?’, ‘ihtiyaçları devlet tarafından karşılanan rütbesiz askerdir’. Daha fazla kelimeye ne gerek var ki? Ama bizim bölük komutanını memnun etmek hiç kolay değildi. Bu cevabı da beğenmemiş ve rütbelilere, ‘askerlere ders çalıştırın!’ diye emir vermiş. Oysaki çalışma notlarında da bu cevapların aynısı vardı.
Nöbetim bittikten sonra başka bi içtima alındı. Bu kez silahların bakımı için alaydan bi astsubay geldi. Herkes silahını söktü, silahlar teker teker kontrol edildi. Arızası olanlar tespit edildi ve onarılabilenler onarıldı. Benim silahımda mekanizma sıkışması vardı, içine mekanizmaya benzer bir demir sokup çıkartarak dış kasnağı esnetildi ve sorun giderildi.
Akşam olmuştu, nöbette bir kitap daha bitirip yeni bir kitaba geçmiştim. Artık nöbet kulübesi, benim için gizli bir okuma odası olmuştu. Sakin ve sessiz bir ortamda tek sorun, her hangi bir rütbelinin beni kitap okurken görme ihtimaliydi. Bunun için önlemimi almıştım. Her iki üç sayfa da bir kafamı kaldırıp etrafı kolaçan ediyordum. Bir hareketlilik yoksa başımı eğip okumaya devam ediyordum. Bazen kapıya gelip arkasında bekleyen araçları görmüyor, çaldıkları kornalardan fark edip, bi panik halinde elimdeki kitabı yerde bi köşeye fırlatarak, sürgülü kapıyı açmaya koşuyordum. Bazı komutanlar ve eşleri bu durumu hiç umursamadan geçseler de, bazı gıcıklık yapma peşinde olanlar, bunların en başında yüzbaşı bulunuyordu, laf söylemeden geçmiyordu. Yanımda durup arabanın camını indiriyor, yok başlığın kayışını düzelt, yok yeleğin kemerini tak, yok bu parke niye başka? botlar neden kirli?, o niye böyle, şu niye şöyle, kıl, tüy, yün..
Kapıyı açıp geleni gideni gönderdikten sonra tekrar kapıyı kapatıp okuma odama, yani şey işte nöbet kulübeme dönüp, son kez etrafı süzdükten sonra kitabımı elime aldım. Fakat ayracı güncellememiş olduğumdan, bir önceki kaldığım yerden başladım okumaya. Okumuş olduğum sayfaları beynim hemen algılıyor ve hızlı bi şekilde geçiş yapıyordum. En son kaldığım yere gelince ayracı güncelledim ve sayfadaki paragraf başından normal hızda okumaya devam ettim. Belki bu kaçamak okumalar bana yasak bişey yapmanın verdiği keyfi veriyordu ve bu yüzden daha fazla tat alıyordum kitaptan. Bi sevgiliyle gizli bir buluşma, yaşanan yasak bir aşk gibi sevişiyordum elimdeki romanla. Kitap okumaktan aldığım bu haz, yeni bir okuma motivasyon tekniği olarak literatüre sunulabilir aslında.
Bugünlük son nöbetimden de çıkınca artık rahatım diyordum ki, nöbetçi komutan Abdullah uzman, akşam yemeğinden sonra bizi eğitim içtimasına topladı. Aklınca esip gürlemeye çalışacaktı ama bir türlü ağırlığını hissettiremiyordu. Bunun farkına varınca da eğitime başka şekilde devam etme kararı aldı. Herkesi içtima alanında topladı ve sağ dön! Sola dön! 5 adım ileri! Geriye dön! Üç adım geri! Rahat-hazır ol! Diye deli saçması emirler vermeye başladı. Sonra saçmalığının farkına mı vardı bilmiyorum, dışarıdaki eğitimden vaz geçip herkesi yemekhaneye soktu. Eline ansiklopedi kalınlığında, içinde notların bulunduğu bi kitap almış, sayfalarını karıştırıyordu masalara oturduğumuzda. Biraz sonra bir şeyler keşfetmiş olmanın tavırlarında kendi kendine sırıtmaya başladı ve ‘bakın kanunlar da ne yazıyor’ diye söze girdi. ‘komutan, askeri belli bir dereceye kadar süründürebilir ve sürün emrine karşı gelmek emre itaatsizliktir, bunun da cezası 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezasıdır.’ Hala kimsenin kendisini takmadığını görünce asıl öğrenmemiz gereken tanımlara geçti.
Can dostu nedir? deyip, cevabını da kendi okudu. ‘bir birlik, bölük ve kışla içinde bulunan rütbeli ve rütbesiz askerlerin ast üst hukukunun dışında birbirlerine göstermiş oldukları sevgi, saygı, hoş görü, asalet, fedakarlık, vefakarlık, alçak gönüllülük, iyilik, güzellik, sevecenlik, paylaşım ve dayanışma ruhunun ifadesidir gibi bişeyler dedi, hatırladığım kadarıyla. Böyle karmaşık ve uzun bir tanımı tek seferde anlayıp söyleyebileceğimizi düşündü ve ‘evet şimdi kim söyleyecek, can dostu nedir?’. doğal olarak kimse el kaldırmadı. Tekrar okudu ve yine sordu, kimseden çıt yoktu. Bana sordu, benden de ses gelmedi. ‘kasten mi yapıyorsunuz bunu? ‘komutanım böyle ezberlenmez ki bu şey.. ‘la oğlum geri zekalı mısınız? Bunu ilk okul çocukları bile söyleyebilir, dedikten sonra kendisi bakmadan tanımı söylemeye çalıştı ve ağzından dökülen kelimeler ancak şu kadar oldu; ‘bir birlik ııı, içinde ıı, sevgi, saygı ve ıı dayanışma ruhu ifadesidir.’ Nerede okuduğu tanım, nerede verdiği cevap, ama ahkam kesmeye gelince dil pabuç gibi maşallah. Şimdi bişeyler söyleyebildi ya kendini haklı çıkarmak ve durumu kurtarmak için ‘bu kadar söyleseniz kafi’ dedi ve o kadar uzun bir tanımı üç beş kelimeye indirgedi. Tüm askerler de onun bu kısa tanımını hiç itiraz etmeden kabul etti. Ardından herkese tek tek sordu, can dostu nedir salih?, nedir bilal?, nedir murat?, ‘birlik içindeki, sevgi, saygı ve ruhun dayanışma ifadesidir’ şekline kadar hem kısaldı hem de tuhaflaştı tanımımız. Bu böylece kabul görülünce yeni bir tanıma geçtik, durumsal farkındalık nedir? Cevap: Zaman, mekan, kuvvet ve faaliyetlerdeki farklılıkları algılayıp tespit etme, değerlendirme, karar verme ve uygulama sürecidir. Jandarma nedir? Cevap: Türkiye Cumhuriyeti jandarması, emniyet ve asayiş ile kamu düzeninin korunmasını sağlayan ve diğer kanun ve nizamların vermiş olduğu görevi yerine getiren askeri silahlı güvenlik ve kolluk kuvvetidir. Asker nedir? cevap: askerlik mükellefiyeti altına girmiş olan şahışlar ile özel kanunlarla Türk silahlı kuvvetlerine katılan ve resmi üniforma giyen şahıslara asker denir. Askerlik nedir? cevap: Türk vatanını, istiklal ve cumhuriyetini korumak ve kollamak için harp sanatını öğrenme ve yapma mükellefiyetidir.


-84-
Ve güne yine yağmurlu bir gecede 06-08 nöbetinde başlıyordum. Bugün çarşı da yoktu üstelik. Üstüne üstlük 10-12 ve 14-16 nöbetleri de sırada bekliyordu beni. Sıradaki diğer nöbete geldiğimde, kulübe içinde duracak gibi değildi, nasıl pis koktuğunu anlatacak kelime bulamıyorum şuanda. Çöpten çıkardığım 1 litrelik pet kola şişesiyle suyu fışkırtarak akıtan çeşmeden bin bir zorlukla doldurduğum suyla 5-10 sefer git gel yaparak taşıdığım suyla en azından yerleri yıkayabildim. O ağır ve keskin kokuyu bir nebze olsun hafifletmeyi başarmıştım. Ardından miğferi yıkadım, içindeki ter kokusunu biraz geçirebilmiş olmanın telkiniyle, içi kuruduktan sonra başıma geçirebildim.
Bugün Cumartesi ya, bi rahat kitap okutmadı şu lojmandakiler. Bi biri geliyor, bi diğeri gidiyor, sürgülü kapıyı açıp kapatmaktan anam ağlıyordu. O değil de en çok elimdeki kitabı okuyamamak koyuyordu. Tam etrafı kolaçan edip sakinleştiğine kanaat getirdikten sonra kulübeye girip miğferi çıkardım. Elime kitabı aldım ve kaldığım sayfayı açıp iki satır okumaya başladım ki kapının önünde bir araç beliriverdi, kornaya basıp duruyor pezevenk. Panik halinde kitabı yine fırlattım bir tarafa, alelacele miğferi başıma geçirip kayışını düzeltmeye çalışırken arabanın ikinci kornalı taciziyle dışarı attım kendimi ve sere serpe şapşal halimle kapıyı açmaya çalıştım. Arabadakilerin şaşkın bakışları altında, geçmelerini bekledim. Tabiri caizse zik kafalı japon askeri gibiydim aynı, sonra kapıyı kapadım ve arabadakilerin lojmana girmesini bekleyip tekrar aynı yaramazlıkla kitabımı karıştırmaya başladım. Başlığımı çıkarıp okumaya devam ettim ama diken üstünden oturur vaziyette.
6 saatlik nöbet serüveninin sonunda, dosdoğru koğuşa gidip eşofmanlarımı ve terliğimi giydim, öyle bi rahatladım ki anlatamam. Nöbet kulübesinde dalıp dalıp gittiğim ve beni derin düşüncelere yelken açtıran konuların aslında o anlık psikolojiden kaynaklandığının farkına vardım. Özdemir’le bikaç muhabbetin belini kırınca kafam dağıldı, hem onun halini düşününce benimkiler öyle çok ta takılıp kalınacak konular değildi. Biri henüz başlanacak bişey öncesi terk, diğeri 3,5 yıllık bi beraberliğin aldatılarak bitmesi.


-85-
02-04 nöbeti geldi, yeni gece çavuşu olan Sami dürterek uyandırıyordu, ‘galkh hadi galkh, nöbetin var!’, ‘tamam biliyorum, kalktım’. Abdulkadir, vaktinin dolmuş olduğunu fark edip tellerin arasından gelecek olan nöbetçinin yolunu gözlüyordu. O talihsiz nöbetçi de ben oluyordum ne yazık ki. Bir an önce yatağına gidip yatmaya can atıyor gibiydi hali. Onun nöbetini bitirip koğuşa gidiyor olmasına imrendim, keşke o an onun yerinde ben olsaydım diye iç geçirdim. Sonra paşa paşa nöbete geçtim. Gece vakti ortalıkta kimse bulunmayacağı için yelek ve miğferi giymeye gerek duymadım. Herkes mışıl mışıl uyuyordu nasıl olsa, lojmanda her hangi bir ışık veya hareketlilik te yoktu. Nöbet kulübesine geçip kapıyı kapattım ve dün getirmiş olduğum iki tuğlayı üst üste koyup üstüne oturdum, sırtımı arkaya, kafamı sağdaki pencereye yaslayıp gözlerimi yumdum. Sadece göz kapaklarım kapalıydı, diğer bütün algılarım açıktı. Çıt sesi duysam ayağa fırlıyordum ani bi refleksle. Bu böyle birkaç kez tekrarladıktan sonra kafamı dizlerimin üstüne dayayıp bi kez daha uyumayı denedim. Gel gelelim uykuya dalmak imkansızdı. Kulaklarım kazan dairesinden gelen seslerle, nadiren yoldan geçen arabaların seslerine takılıyordu. Aklımda ise o bir çift yeşil göz, baharı çağrıştıran o üzüm yeşili gözler vardı. Lakin sonbaharda sararan yapraklar gibi gittikçe solmaya ve gecenin karanlığında yüreğimden kopup rüzgarla beraber meçhule doğru sürüklenmeye ve de biyolojik kurallar gereği çürümeye başladılar.


-86-
00-02 nöbeti; 18-20 nöbetinden çıktıktan sonra 23’e kadar aptalca bir eğitim yaptık. Hepi topu 10 tane tanım için tam üç saat harcadık. İki kelimeyi yan yana getirip söyleyemeyen bir acayipler topluluğu, bilimsel olarak tanımlanamayan organizmalar, hele ki onlarca kez tekrar etmemize ve herkesin elinde kağıt olmasına rağmen yine de söyleyememek için direnen kolsuz güçler yüzünden ne hallere düştük.
Eğitimin ardından, hemen hemen 45 dakika kadar uzanabildim, sonra ‘galkh hadi nöbetin var!’ sesine müteakiben dürtülerek kaldırıldım ve bir dizi klişelerle nöbetin yolunu tuttum. Her zaman yaptığım gibi ilk iş olarak, etrafı iyice gözetlemekle başladım nöbete. Karakoldan ön bahçeye, lojmandan arka bahçeye, nizamiyeden cadde boyuna kadar her yeri kolaçan ettim. Ortamın sakin olduğuna iyice emin olduktan sonra kulübeye girip kapısını kapattım. Yerdeki tuğlaları sağ arka köşeye çekip her hangi bir tehlikeye karşı gözetleme pozisyonumu aldıktan sonra tavan arasından, kapının hemen sağ üst köşesindeki boşluğa sıkıştırılmış gazeteyi de alıp tuğlaların üzerine serdim ve oturdum. Bi süre uyukladım ama ara sıra duyduğum seslerle irkilip kalkmaya devam ettim. Her kalkışımda endişeden pörtlemiş gözlerle çevremi hızlı bir süzüş yaptıktan sonra tekrar oturup, başımı dizlerimin üzerine koyuyordum. Başımı dizlerime son koyuşumun üzerinden yarım saat kadar geçmişti.
Gecenin sessizliğini, bilimkurgu filmlerinden fırlamış canavarlar gibi adeta yardırarak gelip bozan trenin gürültüsünden uyanınca, bir süre ayakta bekledim. Uyku sersemliğinin en derin anındaydım. İçlerinden oluk oluk uyku akan gözlerim göz kapaklarımın içine doğru kaydı ve bir anda başım döndü, geriye doğru sendeledim. Düşmemek için sağ kolumu yandaki cama dayadım, neredeyse cansız sayılabilecek bedenim de o tarafa doğru yığılınca, oluşan baskıdan cam şangır şungur dağıldı, paramparça oldu. Oluşan sesle ve kırılan camın oluşturduğu panikle dehşete düştüm. Ola ki kimse duymasa, duyup ta yanıma gelmese, gelip te bu halimi görmese diye kısa bir süre endişeli gözlerle etrafı izleyerek ve hiç kıpırdamadan bekledim. Ne lojmandan, ne çavuştan ne de nöbetçi astsubaydan her hangi bir hareketlenme olmayınca rahatladım diyordum ki, nizamiye kapısında nöbet tutan kazım avaz avaz bağırmaz mı? ‘Ne oldu orda ne oldu !’ , ‘ulan bi sus, ses etme be!’ desem de anlamadı bi türlü. Bu sefer de düdük çalmaya başladı. Düdüğü de duyan olmadı ya da duyup ta sallamadılar, ikincisi daha muhtemeldi. Kimse gelmeyince, kazım nöbetini bırakıp koşa koşa yanıma geldi. Arada bahçe telleri vardı, tellere iyice yanaştı ve aralarından bana seslendi; ‘hacı ne oldu?’, ‘yok bişey olum sus ya!’, ‘ne kırdın lan’, ‘bişey yok ya, cama çarptım, sakatlık oldu işte, ses etme fazla’, ‘ulan ben de saldırı falan oldu sandım, tırstım’, ‘neyse tamam yok bişey, sen git hadi yerine’. O yerine dönerken ben de kabaca, ortalığa dağılan cam kırıklarını, elimi kesmesin diye de gazete parçasıyla tutarak kulübenin arka tarafına toplamaya başladım. En son, yerinde kalan bir cam parçasını da çerçeveden söküp attıktan sonra içerideki tuğlaları dışarı çıkardım ve kırık parçaların üzerine koydum. Böylece olay mahallinin suç izlerini temizlemiş, delilleri yok etmiş, ve olayı büyük ölçüde örtbas etmiş oldum. Tek bir şahit vardı arkamda, Kazım’ı ortadan kaldırırsam, geride şahit bırakmamış ve olayı tamamen hasıraltı etmiş olacaktım ama bu o kadar da gerçekçi bir çözüm yolu değildi. Ben bunları düşünürken sonraki nöbetçi geldi, nöbetim bitmişti ve ben de olay mahallini hiçbir şey olmamış gibi soğukkanlılıkla terk ettim. Sabah olduğunda da camın kırık olduğunu kimse anlamadı ve ben de bu işten şimdilik yırtmış oldum.
İçtimadan yırtmak için 8-10 nöbetine 15 dakika önce geldim ve Abdulkadir’i içtimaya gönderip, geçen bana yapmış olduğu bu taktiğin öcünü aldım. Fakat adamın şansına yüzbaşı içtimaya gelmedi, giren yine bana girmiş oldu. Her neyse dedim, belki mıntıkadan yırtarım böylelikle ama askerler yerdeki sarmaşık ve kavak yapraklarını o kadar yavaş süpürüyorlardı ki, saat 10 olup ben nöbetten çıkana kadar bitmedi yerdeki yapraklar. Buna rüzgarın da ekstra katkısı vardı tabi ki, dolayısıyla ben de nöbetten çıkınca, hemen elime tutuşturulan süpürge ve kürekle mıntıkaya geçmek zorunda kaldım. Bu süprüntü işleri neredeyse gün boyu devam etti. Biz yerdeki yaprakları süpürdükçe, inatla esen rüzgar yeni sarı yaprakları savuruyordu etrafa. Tam bir işkenceydi işte ve komutanlar bu durumumuzu gördükleri halde aldırış bile etmiyorlardı. Neyse ki 16-18 nöbetim geldi de nöbet kulübesine kaçtım yine, orda rahat bir 2 saat kafamı dinledim. İnanır mısınız, mıntıka muhabbeti akşam yemeğine kadar devam etti. Hava kararıp saat beş buçuk olana kadar askerlerin çırpınışlarını izledim. Nöbet tuttuğuma şikayet etmiyordum böyle zamanlarda ama hiç sevmediğim askerlerin bile içinde bulundukları şu durumda üzülmeden edemiyordum.


-87-
Tepecik halinde inşa edilmiş tren yolunun altından bahçeye toprak çektik. Neredeyse tünel hattı gibi bir delik açılmıştı rayların altına ve riskli bir çalışma oldu bu. Olası bir toprak kayması sonucu demiryolu hattı çökebilir ve bu da tren kazası faciasına yol açabilirdi. Ancak emir demiri keser hesabı, bize kazacaksınız denilmişti bi kere, elden ne gelirdi. Oluşabilecek tüm kazaların sorumlusu bize emri veren komutandı nasılsa.
Nihayet nizamiyeye kıytırık ta olsa kapı ve pencere takıldı. İç ve dış cephesine sami alçı çekti. Oysa dışarıda bir yağmur yağsa ne olacaktı o alçının sonu? Asker kafası işte.
Yener astsubay yanında çocuklarını getirmişti. 5-6 yaşlarında bir erkek bir kız, bıcır bıcır koşturup duruyorlardı bahçenin içinde, birbirlerine çam kozalağı atıyorlardı.
Demiryolunun altından çıkardığımız toprakları yolun kenarına yığdık ama onları içeri taşımak için el arabası gerekti. Çömeldik, gökten bir el arabası düşsün diye beklemeye başladık. Bir yandan trenler geçiyordu, bi Ankara yönüne, bi Yozgat-Kayseri yönüne. Geçen trenler kazdığımız yerde ufak tefek çöküntülere sebebiyet veriyordu, Allah sonumuzu hayır etsin. Her neyse, biz de bu arada el arabası bulmak için civardaki, köy evlerini andıran geniş bahçeli müstakil evlerin kapısını çalıyorduk. Torunlar evleri tek tek ziyaret ederek el arabası bakınıyorlardı. Torun derken, lafın gelişi işte, yeni gelen alt devreler. Aslında bizden sonra geldikleri için alt çömezimiz denilebilirdi eğer uzun dönem olsaydık ama şafak meselesi gereği bizimle yakın şafak sayan uzun dönemler onlara torun dedikleri için ben de öyle hitap etmeye başladım ve öyle kaldı.
Her neyse, çayıra çıkıp ta mantar toplamamak olur mu hiç? Çocukluktan kalma bir aktiviteydi benim için, az mı mantar toplamaya gittik babamla meraya. Daha geçen sene köyde Ahmetgilin tarlasında toplamıştık bir sürü mantar. Sobanın üstünde de ne güzel kebap oluyorlar öyle. Biraz tuz sepeliyorsun üzerine de sulanıyor ya, müthiş lezzetli, bir koku yayılıyor üstünden.
Otların arasında gezinirken hemen bikaç çimen mantarı takıldı gözüme küçük beyaz yumrular halinde. Onları koparıp, başkalarını aramaya koyuldum derken bikaç tane daha buldum. Tam havaya girmişken mal murat ‘hadi toprak çekilecek, komtan çağırıyor’ diye beni delirtircesine gıcık eden nodüllü sesi ve sinir bozucu tavrıyla çağırmaya başladı. Beni de torunlarıyla karıştırıyordu herhalde, kafasında çözümlenemeyen paradokslar yaşıyordu. O bardak çatlatan sesine daha fazla tahammül edemedim ve sesini kessin diye, bu kısa süreli doğa aktiviteme son verip nizamiyenin karşısındaki tren yolunun altına açtığımız şantiye alanını andıran yere döndüm. Bir tek kafamızda madenci başlığı eksikti, onun dışında her şeyimizle maden işçilerine benziyorduk, ya da hapishaneden firar etmek için tünel kazan mahkumları andırıyordu bu halimiz. Neyse ki 12-14 nöbetim geldi de, bu toz toprak işinden kurtuldum.
Bu nöbet te birkaç sayfa kitap okuyabilmeme vesile oldu. Kitabın arasına birkaç gün önce ayraç olarak sıkıştırdığım sarı bordo karışık renkte sarmaşık yaprağı tamamen kuruyup çıtır çıtır olduğu için dağıldı, un ufak olup gitti. Onun yerine yerden diri lifli yeşil bir yaprak alıp kaldığım yere sıkıştırdım ve nöbeti devrettim.
Bu arada gece 04-06 nöbetinde kulübede üşüyüp lojmanın içindeki kalorifer peteğine sığındığım sırrını size söylemiş miydim? Ayrıca dün bir geceliğine çavuşluk yapan özdemir’in bu gece de abdullah’ın gazabına uğrayıp çavuş yapıldığını biliyor muydunuz? Oysa az önce kendisine şaka yapıp keklemiştim, yine çavuş yapmışlar seni diye. Bu şaka yüreğine iniyordu ki, asıl inmeyi sami indirdi ve bu şokun etkisiyle geçici felçlik yaşadı.
Abdullah uzman yarın da hastaneye gitmeme izin vermezse, artık bölük komutanına çıkmayı düşünüyordum. Bikaç gündür mide ilaçlarını kullanamıyorum diye reflüm azdı. İlaçlar bitti gastrit nüksetti yine, iyice rahatsızlık veriyordu hele de böyle stresli olduğum anlarda. Üstelik burun ameliyatı için gün alamadım daha, sözde bayramdan sonraki hafta gidecektim. Hesaplaşıcaz senle apo, hesaplaşıcaz.
Şu nöbet saatleri düzelsin artık, her gün 6 saat nöbet, çelik yelek, başlık, soğuk ve uykusuzlukla ve gündüz ona buna kapı açıp kapamakla hiç çekilmiyordu. Bir an önce torunlara ve izinden gelenlere nöbet yazılsın da nizamiyeye geçelim artık özdemir’le. 12 saat olsun, nizamiye olsun, vallahi şikayet etmiyicem bi daha. Ne zaman bi şeyden şikayetçi olsam hep daha kötüsü çıkıyordu karşıma.
Kazım’la ibo’nun keyfi gıcırdı, 4 saat nöbet tutup, devriyede kafa dağıtıyorlardı. Hatta her devriye sonrası da istirahat alıp yatıyorlardı, oh ne ala mualla. Atarsa Kırıkkale (71) hadi artık bitse de gitsek, çok bunaldım ya rabbim!
-88-
Yine 04-06 nöbetine kalkmış, küfrede söve üzerimi değiştirirken buldum kendimi. Kamuflajı giyip kulübeye gidiyorum, görünürde bi kıpırtı yoktu, hatta kimse yoktu. Kulübenin kapısı kapalıydı, yanına kadar geldim, içerde 2 metrekarelik yerde, battaniyenin içinde sarınmış yatıyordu nöbetçi. ‘oooo, ne ala böyle nöbete’ diyerek uyandırdım. ‘sen gelmesen ben uyurdum sabaha kadar böyle’ dedi, aynı rahatlıkla devam etti, ‘gece Erkan uzman yakaladı beni, tekmeledi kalk diye’, ‘sen de hala yatıyorsun öyle mi?’, ‘yatarım tabi, sikimde olur mu amına koyyim’.
O gittikten sonra bir iki volta attım sürgülü kapının önünde, sonra doğru lojmanın içindeki kaloriferin yanında aldım soluğu. O mayışıklıkla nöbeti bitirdim orda ve sırasıyla, kahvaltı-tıraş-yatak düzenleme-mıntıka-içtimadan sonra 08-12 dört saat sabit nöbete gönderdi Abdullah paşa. Bugün de dünkü toprak çekme işlerine devam edilirken, hastaneye gidenlerin yerine ben nöbet tuttum. İbnelik olsun diye beni yine göndermedi hastaneye. ‘ama hastaneye gidip ilaç yazdırmam lazım, reflüm var komutanım!’, ‘tamam yarın gidersin’, ‘emredin komutanım’ dedim kısık ve seve seve kabul eder, teslimiyetçi bir sesle.
Silahım da omzumda geçtim nöbete. Her işte bir hayır var derler ya, bu işte de bi güzellik çıktı karşıma. Her sabah tam 8.30’da (hiç şaşmaz) o güzel liseli kız geçerdi kapıdan. Onun lojmandan çıkışını beklemeye başladım. Yine tam 8.30’da kapıya odaklandığım anda, ipek böceği kozasının içinden çıkan kelebek gibi süzülerek, saçlarını şampuan reklamlarındaki gibi savurarak, ışık saçan bembeyaz yüzü ile çıktı ve bana yaklaşmaya doğru başladı. Birkaç adımından sonra göz göze geldik, gözlerimi ondan ayıramıyordum. Sanki etrafını saran bir ışık topu vardı ve geçtiği her yeri daha bi aydınlatıyordu. Gözlerim tutuldu, ona bakıyordum hala. O da bunun fark etmiş olacak ki tebessüm etmeye başladı. Biraz daha yaklaştı, ben de sürgülü kapıya bikaç adım atıp kapıyı açmaya yeltendim. Bu sırada yüzündeki gülümseme iyice arttı, gözlerinden sanki gök kuşağının yedi rengi aynı anda ışıyordu. Baldudakları kıpırdadı birden ve içinden büyüleyici bir çift söz dökülüverdi, ‘teşekkür ederim’, ‘ii iyi günler’ diyebildim, bu bikaç saniyelik hayalle gerçek arası gerçekleşen görkemli doğa olayının önümden geçip gitmesini şaşkınlıkla seyrederken. Kapıyı kapatırken sanki saniyeler geçmek bilmedi, arkasından uzun uzun bakakaldığım bu tatlı ahunun da raylardan geçerken arkasına dönüp bana baktığını gördüm ve o an dizlerimin bağı çözüldü sanki kanıma karışan şerbetli sıvıdan. Elimi ‘işte bu’ anlamında yumruk yaparken, o da aynı duyguları paylaşıyor mutlaka, diye geçirdim aklımdan ve yüzümdeki manidar tebessümün dozu bir kat daha arttı. Lise yıllarıma, o dönemdeki arzularıma, heyecanlarıma geri dönmüştüm bi anlık. İçim bal deresi gibi tatlı tatlı akıyordu, özlemişim bu saf aşkı. Yıllar önce unuttuğum, küstüğüm, kaçtığım ve şu ana kadar tekrar karşılaşmaktan ümidimi kestiğim bu duyguyu özlemişim meğer. Her neyse, fazla uzattım sanırım, gören de aşık oldum sanacak, yok öyle bişey olrik. Biliyorum efendim, sadece bir duygu geçişi yaşıyorsunuz. Aynen öyle olrik, aynen öyle.
Kitap okuyarak, biraz sabahki güzelliği düşünerek, biraz hayal kurarak, biraz oturarak, biraz kalkarak, biraz da unutmaya çalıştığım ama bi türlü unutamadığım, her bahanede, ıvırdan zıvırdan, tozdan topraktan, havadaki azottan, her saniyeden, bi şekilde ciğerlerime çektiğim nefesten anımsadığım eski sevgilimi aklıma getirmemeye çalışarak ama her defasında yine, yine, yine, akılımın tam ortasına bi bomba gibi düşerek, içim sıkılarak, etrafı kolaçan ederek, bu arada gelen gidene kapı açarak, ardından kapayarak, 4 saatlik nöbetin sonuna geliyordum nihayet. Sonra mı? Sonra yine yakalambaç ve köşe kapmaca, saklambaç oyunları başlıyordu rütbelilerle. Ha bi de malum mallarla muhatap olmamaya çalışma oyunu vardı, yeni keşfettiğim.


-89-
Hayret! Bu gece nöbet yazmamış Abdullah, başına taş mı düştü ne? Ya unuttu ya da karıştırdı muhtemelen. Bu nizamiye inşaatı onu baya bi yormuş olmalı heralde. Tüm düşüncesini, tüm ilgisini, odağını, gözünü, kuvvetini, enerjisini ve rejisini nizamiye inşaatını bitirmeye veriyordu tıpkı İzmir belediyesinin metro inşaatındaki gibiydi. O kadar motivasyona ve harcanan emeğe rağmen bir türlü bitmiyordu çalışmalar. Her aşamada bölük komutanına bilgi veriyordu, mümkün mertebe çalışmalar hakkındaki gelişmeleri anlatıyordu. Hani belediye başkanı başına bir kask takar da şantiyeyi ziyarette bulunur ya, aynen öyleydi işte buradaki durum da.
Sabah 8-10 nöbetine geçtim, ortam kasvetliydi. Hava yağmurlu ve gri renkte, yerler dökülen yaprakların sarı kahverengi harmanında alaca bir konfeti görünümünde ve ben yine gözetlerken karşıyı, nizamiyenin önünde kum çekmeye başlayan askerleri, bişeyler olacağını sezmiştim. Yine de bir ihtimal içimi rahat tutmaya çalışarak kitabımı okumaya devam ettim. Gizlice nöbet kulübesinin içine tekrar sokup oturak yaptığım tuğlanın üzerine oturdum. Arada bir kitaptan başımı kaldırıp dışarıyı kesiyor ve saate bakıyordum. Saatin 10’u birkaç dakika geçtiğini fark ettim son bakışımda. Hemen kitabı kapayıp kulübenin kapısını açtım ve gömleğin sağ ön cebinden çıkardığım düdüğümü çalmaya başladım çavuşu çağırmak için, gelsin de bi zahmet nöbetçiyi değiştiriversin diye. Bir de ne duyayım, şu lanet Abdullah uzman yine sabit kalmamı söylemiş. Kuşkularım ve sezgilerim yine yersiz çıkmamıştı. Diğer nöbetçi kum çekiyormuş, harç karıyormuş, inşaatta çalışıyormuş ta, ben onun nöbetini tutacakmışım yoksa bu yağmurun altında beni de çalıştırırmış, mış mış ta mış mış..
Ama ben hani hastaneye gidecektim bugün? İlaç yazdıracaktım hani? Hem çok sıkıştım, acil tuvalete gitmem lazım. Yalan değildi, gerçekten karnım feci ağrıyordu, sıkıntıdan içim şişmişti resmen. Serzenişimi duymuş olacak ki, Abdullah uzman seslendi karşıdan ama tam olarak ne dediğini anlayamadım. ‘12’den sonra göndericem onu hastaneye’ demiş, uğurun söylediğine göre. Böylece 10-12 nöbeti de bana kilitlenmiş oldu, hayırlı olsun. Çaresiz kabul ettim ben de bu durumu. Karşımda bekleyen yeni gelen askerlerden birini çağırdım yanıma, ‘şurda 5 dakka bekle de bi tuvalete gidip geleyim, çok sıkıştım anasını satayım.’ dedim. Kabul etti, ben de işimi görüp gelene kadar 15 dakika geçti. Bişey demedi, uyuzlanıp sızlanmadı diğer askerler gibi, hiç sıkılmış ta görünmüyordu. Teşekkür ettim ama gitmedi, bir süre daha yanımda bekledi, biraz muhabbet ettik havadan sudan, sonra atışa gideceklerine söyleyip yanımdan ayrıldı. Bu atıştan sonra onlara da nöbet yazacaklar, ne yazık ki.
Yağmur çamur demeden atışa götürmüşler yeni askerleri, vay be. Askeri disiplinin bir örneği daha, işler aksamasın diye birbirlerine ve kendilerine de acımıyorlar bazen. Oysa kendilerine acımsalar bile askerlere acımaları gerekirdi ama nerde.. Neyse, sonunda bu 2 saatlik nöbeti de bitirip hastanenin yolunu tuttum. Karakolun önünde durdurduğum araçtaki eleman da askerliğini yapmamış daha, açıktan üniversite okuyormuş kısa dönem olmak için, yaşını başını benden önce almıştı çoktan. İlle de poşet olucam diye kastırıyormuş dershanede, ‘kısası uzunu fark etmiyor, her türlü ağzına sıçıyorlar askerde’ dedim. biraz morali bozuldu, kendimce keyiflendim, şurda 70 günüm kalmış, atarsa tavşan (69) diye söylenip duruyordum sabahtan beri, kendimce eğleniyorum işte, başka nasıl zaman geçecek ki?
Neyse kent meydanında indim, çarşıya yürüyüp ATM’den para çektim, 15 dakika kadar da internette takıldıktan sonra hastanenin yoluna düştüm. Yolda ceplerimi yokladım, sağlık karnemi koğuşta unuttuğumu fark ettim. Yolumu değiştirip dolmuş durağına döndüm. Hemen kalkan dolmuşa atlayıp bölüğe vardım. Hiç vakit kaybetmeden sağlık karnemi dolabın içinden alıp aynı hızda bölüğü terk ettim. Yine el attım, bi araç durdurdum. Bu kez Artvinli emekli bir amca durdu. ‘hanım yüzünden burda kaldık’ diye serzenişte buluna buluna beni hastanenin kapısına kadar bıraktı sağ olsun.
Dahiliyeden önceki doktoruma uğradım, ilaçlarımı yazdırıp, karşı taraftaki tıp fakültesi hastanesine geçtim. KBB polikliniği dolmuş olup yer bulamayınca devlete geri döndüm. Devlet hastanesinde de KBB’ye kayıt yaptırdım. ‘biz seni çağırıcaz, biraz bekle’ dedi sekreter. Bekle Allah, bekle Allah 20 dakika geçti, yarım saat geçti, 40 dakikaya yaklaşıyorduk ki her hangi bir hareketlilik olmayınca vazgeçip kalktım. Dışarı çıkıp eczaneye gittim, elimdeki reçetede yazılı mide ilaçlarımı almaya. Gün geçmiyor ki bir gariplik yaşanmasın. Eczanede bir sürprizle daha karşılaştım, askeri reçeteye ilaç verme sırası çarşıdaki kutay eczanesindeymiş. Buyur burdan yak! Hadi bakalım şimdi de kutay eczanesini aramaya koyuldum. Askerlik şubesinin önündeki dik yokuştan aşağı salındım, sevgi yolundan geçerek meydana, ordan da ara sokağı geçerek zafer caddesine çıktım. Önüme çıkan ilk eczaneye girip kutay eczanesini sordum. Tarifi alınca da elimle koymuş gibi buldum orayı. İlcaları hemen alıp, vakit kaybetmeden karakola döndüm.
Yağmur hiç dinmedi, hala yağıyordu ve nizamiyede de hala çalışıyorlardı ve Abdullah hala askerlerin başında bekliyordu. 24 saatten fazladır mesai yapıyordu ve adeta “bu ne hırs, bu ne çalışma azmi!” dedirtiyordu kendine. Takdir edilmeyi çok seviyordu, en ufak övgü de koltukları kabarıyordu, hindi gibi. biz de onu bu hale sokmak için ‘bravo komtanım, her şey sizin sayenizde oldu, siz olmasaydınız nizamiye asla olmazdı, olsa da böyle güzel olmazdı, hem de çabuk bitmezdi’ diyerek gaza getiriyor, girdiği tripler karşısında gülmekten kendimizi alamıyorduk kazım ve özdemir’le. Özellikle de kazım çok gaza getiriyordu, ‘sizdeki daşşak kimse de yok valla komutanım’ diyordu.
Ah ulan Abdullah ah! Yine 18-20 nöbeti kitlemiş kaşla göz arasında, sanki kendisiyle dalga geçtiğimizi anlamış ta intikam alıyordu böylece. Üstümü değiştirip, bu yağmurlu ve kasvetli günün sonunda, gecesine ramak kala, karanlıkta, soğukta ve kırık camlı kulübesinde nöbete gidiyordum. Tam o sırada yemek arabası geldi. Yemeğimi de içtimayı beklemeden, herkesin kıskanç bakışları altında sıcak sıcak ve rahatça tabldotuma doldurup büyük bi zevkle ve iştahla yedim. Belki de bu saatte nöbete gitmenin en güzel yanı buydu. Hem bu bahaneyle murat’a da 10 dakika takmış oldum. Bir görseniz nasıl nemrut olmuş yine ama artık onunla hiç bi şekilde muhatap olmadığımdan ağzını açıp tek kelime edemedi, imalı solumaları her şeyi anlatıyordu fazlasıyla.


-90-
Atarsa Aksaray!
Çoktan plakalara düşmüşüz de haberimiz yok. Olsun olsun, demek ki bu aralar şafak hızlanmış bizim. Böyle devam ederse bişey kalmadı diyebilirim ama hiç belli olmaz burası askeriye. Bir anda öyle yavaşlatıverir ki şafağını, akılını alır adamın. Yine tenha bi köşeye çömelip oflamaya başlarsın da karşı da yıkacak dağ bulamazsın.
Sabaha karşı yağmur çiselemeden biraz daha fazla şekilde devam ediyordu. Neyse ki rüzgar yoktu da güzel yağıyordu. Gece 02 gibi bunalıp uyandım, kalorifer koğuşun içini hamam gibi yapmış, oksijen namına bişey kalmamış içeride. Yatağımdan kalkıp camı açtım, soğuk havayla beraber biraz oksijen çektim ciğerlerime. Geriye kalan günleri bi kez daha hesapladım sıcağı sıcağına şafak atmışken. Biraz da geçen onlarca günü düşünüp hemen kurtardım kendimi bu saplantılı düşünceden. İçim ferahlar gibi oldu, camı aralık bırakıp yatağıma döndüm. Üst ranzaya zıplayıp zıplamamakta kararsız kaldım. Bi süre ayakta dikili halde bekledim odanın tam da orta yerinde heykel gibiydim. İçimdeki sıkıntının tamamen geçmesini bekledim, mani alarm veriyor, panik atak git gelleri yaşıyordum. ‘Allah’ım lütfen yardım et bana, lütfen!’ diye yalvarıyordum. Bu yalvarışın ardından tekrar ferahlar gibi olunca fırsat bu fırsat yatağa zıpladım. Zıpladım ama yatamadım bi türlü. Panik atak nöbeti geçiricem diye korkuyordum. Manik öncüler, artçı depremler gibi sallıyordu içimi, nefes alış verişim anormal durumda seyrediyordu. Tekrar indim yataktan aşağı ve dışarı çıkıp hava alma düşüncesi oluştu beynimde. Dış kapıya kadar yürüdükten sonra gecenin feci soğuğunu hissettim. Bu soğuk beni yatağa döndürmeye ikna ediyordu adeta. Panik atak bile üşüyüp kaçtı bedenimden ve bir daha rahatsız etmedi. Manik çarpıntı yerini kumsala vuran ılık dalgalara bıraktı yüreğimde. Bu tatlılıkta yatağa uzanıp bırakıyordum kendimi Tanrı’nın şefkatli kollarına.
Gece çavuşu olan özdemir, beni 04-06 nöbetine kaldırdı. Hemen üzerimi giyinip, soğuğa ve yağmura aldırmadan dışarı attım kendimi yarım kalmış hevesle. Bir kurtuluş odası gibi karşıladı beni nöbet kulübesi. Sanki bir zaman makinesinin içindeymiş gibi orada zamanda yolculuk ediyor, bir nebze olsun böyle sıkıntılı anlarımda kendimi rahatlatıyordum. Kulübeye vardığımda içi boştu, nöbetçi de lojmanın içindeki kaloriferin yanında, başını peteğe dayayıp sızmıştı. Hemen herkes te öğrenmiş burayı, hiç saklımız gizlimiz de kalmıyor ki arkadaş. Neyse onu uyandırıp koğuşa gönderdikten sonra yerine ben geçtim. Merdiven altından da bir tuğla bulup getirdim ve üzerine oturdum. Dizlerimi peteklerin arasına sokup, kafamı da dizlerime dayayıp nöbete başladım. Hayırlısı olsun bakalım.
6.05 te gözlerimi açtım, mamur gözlerimi ovuşturduktan sonra görüntüyü netledim ve diğer nöbetçiyi beklemeden doğru tıraş olmaya çıktım koğuşa. Bana ne ak! Bundan sonra nöbet takanı beklemiyicem, zaman dolar dolmaz basıp gidicem. Zaten burada kimsenin umurunda da değildi nöbet ve nöbetçiler.
Yağmur dün olduğu gibi bugün de devam etti, pek fazla kitap okuyamadım, kasvetliydi hava, oysa uyusam ne güzel geçerdi. Şarkı söyledim yine bağıra çağıra, kimseyi umursamadım. 14-16 nöbetini de murat hastaneye gitti diye 12-14’te tutup bugünkü nöbet mesaimi tamamlamış oldum. Allah razı olsun Abdullah yine 4 saat nöbeti yanlışlıkla.





-91-
Atarsa Zonguldak!
Yani eskilerde, babalarımızın askerlik yaptığı dönemlerde plakan yeni düşülüyordu. Her gün bir ili ziyaret ediyormuşuz gibi bir oyu icat etmişler işte. Gitmesek te gidiyormuş gibi yapıyorduk. Keşke tüm gün boyunca o ilin kurtuluş günü ilan etsek ve hep o il hakkında muhabbet etsek. Neyi meşhurdur, nasıl bir şehirdir, insanları, yaşam tarzları, tarihi, sosyoekonomik durumu, kültürel yapısı hakkında konuşsak yurdumuzu keşfetmiş olsak, bilen bilmeyene anlatsa bildiklerini ne iyi olmaz mı? mesela Zonguldak hakkında ne biliyorum? Kömürü meşhurdur, karaelmas üniversitesi mevcuttur, başka? Karadeniz bölgesinin güzide yerleşim merkezlerinden biri olan Zonguldak .. Ee, başka da yok?
Gece 00-02 nöbetine kalkmıştım, harun, ‘senin nöbeti ben tutayım, sabah 06-08 nöbetimi sen tut’ dedi. Zaten uykulu sersem bi halde giyinmeye çalışırken ‘tamam’ dedim. Gerisin geriye yatağa zıpladım ve sabah nasıl oldu anlamadım. Yağmur yavaştan yağmaya devam ediyordu, nöbet kulübesinde biraz takıldıktan sonra kahvaltı geldi 6.20’de. Saat 7 oldu, aşarı inen yok. (‘aşarı’ kelimesi de, 20 gün sonra terhis olacak gündüz çavuşu has dedemizin 50 gündür bizim için bir fenomen haline gelen, sabahları aşağı indirmek için ‘hadi bakalım inin aşarı, hadi aşarı aşarı, çabuk adam gelcek (adam dediği de komutan oluyor) aşarı inin aşarı.! diye bağırmasından dilime pelesenk etti.) Kimse aşarı inmeyince, baktım milletten ses seda yok, ortalık sakin, çıktım yemekhaneye gittim. Şöyle bi menüye baktım önce, bir yarım ekmek arasına tahin pekmez doldurup sıkıştırdım, bir iki avuç ta fındık koydum cebime, haydi bakalım nöbet kulübesine.
8’de nöbetten çıkıp koğuşa gittim, yatağa uzandım. 9.05’te sirenler çalmaya başlayınca uyandım. Saat 9’u 5 geçe atam Dolmabahçe’de, bundan 74 sene evvelinde hayata gözlerini yumup veda etmiş bizlere. Allah gani gani rahmet eylesin, mekanın cennetin en üst katı, kral dairesi olsun inşallah, Amin! Rahat uyu diyecem ama biliyorum kemiklerin sızlıyordur. Hala burada, neden siren çalıyorlar da camilerden mevlit okutmuyorlar diye laf söyleyenler var. Laiklik te neymiş, Müslüman ülkede diye hala seni anlamayanlar var ve sayıları oldukça fazla. Üzülmemek elde değil atam, yapabilecek hiç bi şeyimiz yok, elden bişey gelmiyor, o senin cumhuriyetçi ruhlu askerlerinden, neferlerinden, ey Türk gençliğinden eser kalmamış. Burada kürtçe bile daha çok saygı görülüyor, kekoluk bir gurur meselesi, kürtlükle onur duyuluyor asker ocaklarında atam! Sen yine de boş ver atam, elinden gelenin fazlasını yaptın. Her ne kadar kemiklerin sızlasa da eminim ki vicdanın rahat uyuyorsundur. Bu ülkeyi emanet ettiğin gençler değil, o gençlerden zorla teslim alan kansızlar sattı, sıçıp sıvadılar güzel ülkemizi maalesef.
Neyse, fazla öfkelendim, coştum sanırım, kendimi frenlemem lazım ve önce debriyaj sonra yavaşça frene basayım ki ön camdan dışarı fırlamayayım. Nerde kalmıştım, ha evet, siren sesi! Siren bitti, ben de hazırlanıp 10-12 nöbetimi tutmak için aşarı indim. Ulan yine aşarı dedim bak! Dilimi iyice esir aldı bu kelime, o değil de elimi de almaya başladı baksanıza bi “aşağı” yazamadım şuraya. Ah ulan uğur, Allah belaaaaaanı versin! derken a’yı uzatıyor bi de.
Annem dün telefonda babamın bugün buraya geleceğini söylemişti. 10-12 nöbetim de bitti ama babam henüz gelmedi. Koğuşa gittim, özdemir yatağına uzanmış birileriyle konuşuyordu. Aradan yarım saat kadar geçti, aşağı başımı uzatım, ‘hoca teli ver de bi babamı çaldırıp konuşayım, nerde kalmış bakalım.’ Konuşması bitince bana verdi telefonu. Diğer koğuşlarda da bir iki kişi telefonuyla konuşuyordu yataklarında, hatta birisi müzik açmış dinliyordu telefonundan. Ortam telefonla konuşmak için son derece müsaitti. Babamı bikaç kere çaldırdıktan sonra aramayınca abimi çaldırdım o aradı. Abimle konuşurken sessizce koğuşu basan Osman uzman telefonla konuştuğumu gördü. Panikle, telefonu battaniyenin altına sokmaya çalışsam da, ‘getir o telefonu’ diye ısrar etti, ben de mecburen battaniyenin altından çıkarıp teslim ettim. ‘Kiminle konuşuyordun?’, ‘abimle’, ‘akraban gelmiş aşağıda bekliyor, in görüş2 dedi ve telefonu elinde bir tur çevirdikten sonra bana geri verdi. ‘Görüştükten sonra telefonla beraber bana gel.’ Bişey diyemedim tabi, özdemir’le göz göze geldiğimde, çok kötü bi suçluluk hissettim içimde. Kendi telefonum yetmiyormuş gibi bi de can dostumun telefonunu yakalatmıştım. Ona karşı nasıl bir mahcubiyet ve utanç ve suçluluk ve vicdan azabı ve de gazabı ve şaşkınlık ve sersemlik ve aptallık durumları içerisine kombine şeklinde girmiştim. Bunların hepsini o kısacık zaman dilimi içerisinde nasıl yaşamıştım, anlatmayı beceremiyicem sanırım. Nutkum tutulsa da aşağı inip babamla görüşürken rahatladım. Telefonu cebime koymuştum, bu durumdan babama hiç söz etmedim. 45 dakika kadar havadan sudan konuştuk. Bu sırada ben komutana ne yalan söyleyicem diye düşünürken sonunda mantıklı bir dalavere uydurdum. Babamla vedalaştıktan sonra osman uzmanın yanına gittim. ‘Komutanım beni çağırmıştınız ama ben telefonu babama verdim, eve götürdü.’, sinir kat sayısı artar şekilde bana doğru baktı ve, ‘niye benden habersiz veriyorsun, niye kafana göre iş yapıyorsun’, ‘..’, ‘neyse yapıcak bişey kalmadı artık, git madem’, ‘emredin komtanım’. Bu işten de böyle yırtmış olmanın rahatlığıyla bizim ibo ve kazım da çarşıdan gelince bu konu üzerine iyi bir muhabbet çevirdik, güldük, eğlendik. Biraz olsun şu cehennemde stres atıp gevşemiş olarak bugünü de akşam ettik.


-92-
Atarsa Yozgat!
Yarın Yozgatlı özdemir ve ibo’nun sırtlarına binicez, adet yerini bulsun diye. Bugünse, yata yata geçti, hava kapalıydı. Yapılacak en güzel şey yatıp uyumaktı, uyuyarak iyi şafak attırılıyordu. o değil de, gece yine manik depresif durumlarım nüksetti. Bunalarak kalktım yataktan, dışarı çıkıyordum ki, yine kapının önüne gelince durup bekledim. Dışarısı çok soğuktu ve bu soğuk kendimi telkin etme konusunda bana yine hatırı sayılır derecede yardımda bulundu. Panik atağım soğuktan gene korkup kaçtı, içim ferahladı ve yatağıma dönüp uyudum.
06-08 nöbetinde ise hiç uyumadım ya da uyuyamadım. Bu sefer içimdeki sıkıntı tüm şiddetiyle öç alırcasına uykumu kaçırttı. Nöbet biter bitmez üzerimi değiştirip hemen yattım ama dediğim gibi bugün gerçekten yata yata geçti.
Akşam 16-18 nöbetine kadar yattım. Nöbete 15 dakika kala tekrar üzerimi değiştirip aşağı indim. Bekleme odasında uyuyan çavuşu uyandırdım nöbetçileri değiştirsin diye. Bu odayı da duman altı yapıp sızmışlar üç kişi a.k! dışarda buz gibi havada nöbet tutan nöbetçiler kimin umurunda ki zaten.
Bu hafta da dışarıya çıkartmadılar bizim karargahı, Abdullah kafası işte, eline ne geçecekse a.k! karakol askerleri çıkıyor, gezip geliyor, streslerini atıyordu. Biz de bir sağa dönüp yatıyorduk bir sola dönüp, ha bir de duman altında sızmalarımız vardı değil mi? vatani mahkumiyet görevimizi yerine getiriyorduk. Dışarıda yüzlerce hırsız, arsız, uğursuz, sayıları belli olmayan cani, tecavüzcü, sapık ve sair suçlular ellerini kollarını sallaya sallaya kol gezerken, biz burada yatalım onların yerine. Ne güzel memleket be, bu ne biçim cumhuriyet? Üstüne bir de gerizekalı itle kopukla uğraşıyordum bütün bu dertlendiren düşünceler yetmezmiş gibi. bıktım şu nöbetten ve nöbeti takan, üstüne bir de haklıymış gibi havlayan itlerden ve onları savunan it dürüsünden. Ey devlet baba! Sesimi duyuyorsan iyi dinle! Attın beni bu hayvan sürüsünün içine, alacağın olsun benden. Sana koskoca bir ‘nah’ bundan sonraki süreçte..


-93-
Atarsa Van!
Yeni gelen çömezlerden biri Vanlıydı mesela. Van hakkında başka bildiklerim; Van Turizm, Van gölü ve meşhur canavarı, Van kedisi, Van Kahvaltısı, Van Kalesi, milattan önce bin sekiz yüz bilmem kaç yılında Urartular tarafından inşa edilmiştir. Bizim Vanlı mustafa, kısaca Musvan diyordu kendine, abimin üniversiteden, benim de tiyatrodan arkadaşımdı. Kendisi çok sosyal birisidir, hem resim, hem müzik, hem tiyatro ne ararsan var olan nevi şahsına münhasır ender kişiliklerdendir. Bi tane gitarı vardır, sırtında, nereye gitse taşır, çalar söyler, herkesi coştururdu. Dıştan bakıldığında çok mutluydu ama içinde umutlarla dolu mutsuz bir adamdı. Bir de Van depremi olmuştu en son hatırladığım, çok kötü olmuştu. Keşke olmasaydı da hatırlamamış olsaydım.
Gece 04-06 nöbetine kalktım, kalorifer yanında kalorifer böceği gibi kaçak bir nöbet daha tuttum. İtin biri yine nöbeti taktı, gidip komutana şikayet edeyim dedim, o da uyuyormuş a.k! o sinirle komutanı da uyandırdım odasına girip. Kalktı, uyku sersemi olduğundan olayı biraz geç algıladı. O itle aynı ismi taşıyordu, adaştılar, bu da yerinde bi tesadüftü heralde. İti iti ısırmaz mı? ya da it ite havlamaz mı? diye bir söz olacaktı galiba. Yoksa da bundan sonra ben diyorum, var a.k!
Her neyse, biraz sonra durumu idrak etti bizim rütbeli it. Gitti koğuşa, zor bela yalvar yakar nöbete gönderdi kendi itini. Gelmemekte ısrar eden şerefsize ne desem az gelir ama ben yine de it demekle yetiniyorum yine de. Kusura bakmayın çok sinirlendim, sıkıldım artık bu nöbet takma meselesinden. İnsan olana laf bir kere söylenir ama bunlara on kere de söylesen anlamıyorlar işte, boşuna it diye hitap etmiyorum hem de İngilizce olarak değil Türkçe olarak İT!
Abdullah uzman içtimadan sonra, önce abdulkadir’i 4 saat sonra özdemir’i 4 saat sabit nöbete dikti. Geride kalanlara, ben de dahil, eşofmanları giydirttikten sonra çuvallara kum doldurtup nizamiyenin üstündeki kulübeye taşıttı. Neymiş, bu sikindirik cisimler siper görevi görecekmiş, bi siktirin gidin ya, çocuk mu kandırıyorsunuz a.k! o iş bitti, mıntıka yaptırdı üstüne. Bu koduğumun alay komutanı yine gelecekmiş haberi yayıldı, rütbeliler falan herkes sorumluluk alanlarına geçtiler. Zaten yüzbaşı izine çıkmıştı, onun yerine bölük komutanı vekili olarak cezaevinden bi tane başçavuş geldi. O da tipik kendini kanıtlamaya çalışan egoistlerden biri işte. Ezilmişliğin getirdiği aşağılık psikolojisine sahip olduğundan bir afra tafra ki sorma gitsin, yanına yaklaşılmıyordu vallahi.
16-18 nöbetine geçtiğimde, bir katarsis ortamı daha yarattım kendime. Kitaptan yirmi sayfa kadar okuduktan sonra mesai saatinde oluşan giriş çıkış trafiği sonrası dikkatim dağıldı. Kapı aç-kapa yaparken bir daha da toplayamadım kendimi. Hal böyle olunca, solo resitale başladım ben de. Bu kez Romeo gibi balkonda Julliette’ine serenat yapar misali şarkılar söyledim. güzel bi nöbetti, sıkılmadım ve çabucak geçiverdi. Artık nöbetin şifresini de çözmüştüm. Oflayıp puflamadan, olumsuz düşünceleri ve maziyi anımsatan hatıraları aklıma getirmeden kendimi kitaba ve şarkılara veriyordum. Böylece kültürel aktivitelerimden de uzak kalmış olmuyordum. Bizzat kendim icra ediyordum sanatımı. Hatta yeni şarkı sözleri ve besteler bile çıkıyordu arada. Bunları da not alıyordum, kim bilir belki ileride müzik piyasasına bile atılabilirdim, neden olmasın? Önce kral tv’de dönen afili bir klip, sonra diğer müzik kanalları da kayıtsız kalamıyor bu yükselişe ve ardından bi bakmışsın ki konser turnelerine çıkıyorum. Tiyatrodaki makus talihimi yeniyorum, elde ettiğim bu şöhretle oyunculuğa geri dönüyorum. Halkın en sevilen karakteri oluyor ve yılın oyuncusu ödülünü alıyorum, hemen sıcağı sıcağına bir de kitap patlatıyorum hayat hikayemi anlatan, o da acayip tutuluyor, aylarca best seller raflarında kalıyor ve sonra onun da filmini çekmeye karar verip yönetmenlik koltuğuna oturuyorum. Ülkenin en iyi yapımcısı en iyi teklifi veriyor, onu da arkama alıp üst düzey bir çalışma gerçekleştiriyorum. Sonuç olarak Türk sinema tarihinin en çok gişe yapan, en çok konuşulan bir filmi çıkıyor ortaya. Hatta o kadar ileri gidiliyor ki, Oscar töreninde, yılın en iyi yabancı filmi ödülüne layık görülüyor. Cannes’da kırmızı halıda yürümek nasip oluyor ve festivalin açılış konuşmasını da ben yapıyorum, derken yazılı ve görsel basında tüm dünyada aylarca haberlerim meşgul ediyor gündemi. Ülkenin medar-ı iftiharı oluyorum bir anda. Abim benim bir heykelimi yapıyor, o da ünleniyor sayemde. Böylece tam bi sanatçı aile olarak lanse edilmeye başlanıyoruz alemde.
..hadi sabah oldu, herkes aşarı, çabuk komutan geliyor, hadi kalkın aşarı, hala yatan var mı ya, aloooo..!


-94-
Atarsa Uşak!
Uşak deyince Anadolu Turizm geliyor aklıma, İzmir’den Ankara’ya, Konya’ya giderken uğrarsın Uşak’a. Kütahya’ya giderken de Uşak yolundan giderdik. Sonra Karadeniz şivesinde çocuklara denir “uşak” diye. başka bişey çağrıştırmıyor bana uşak, eğer şiir yazsaydım “beline tak kuşak” diye kafiye uydururdum belki.
Güzel gidiyorduk ama tek tük sıkıntılar karşımıza çıkıp boğazımıza sarılmıyor değildi. Sabah lavabo da lavuğun tekiyle tartışmak zorunda kaldım. Tam tıraş olucam, yüzümü köpüklemişim, sıra benimdi deyip itip kakmaya başladı, delirdim. Ah ulan askeriye ah! Şu an burada olmayacaktık, kafasını lavaboya vura vura akıtacaktım pekmezini ama şu tutanak muhabbeti elimi kolumu bağlıyordu. Askerliğimin uzamayacağından korkmasam, ağız burun, Allah yarattı demeden girecektim, ya sabır! çekerek otokontrolümü sağladıktan sonra başka lavaboya geçip yattım biraz.
Şu mal murat gene çavuş çavuş dolaşıyordu ortalıkta, biri sen çavuşsun demiş yine buna. 20 günü kalmış hala kendini paralıyordu işte, o yetmiyormuş gibi bizim beynimizi paralıyordu, asıl mesele de buydu. Hadi mıntıkaya, hadi nöbete, hadi içtimaya, hadi şuraya, hadi buraya, yok komtan çağırıyor, yok ot, yok püsür.. Kendi sözünü dinletebilmek için salak saçma (kendince çok ciddi, hem de çok inanmış şekilde, hani hiç tanımasak biz de inanıcaz) o cinsten işler uydurup durdu. Yine kimse bi yerlerine takmadı haliyle. En çok ta benle uğraşıyordu, çünkü en çok ben takmıyordum bunu. Deliriyor, kafayı yiyor, çıldırıyor, üstünü başını paralıyor, kafasını duvara vurup sonra yere oturuyor, yuvarlanıyor, sanki havale geçiriyordu karşımda. ‘Yeter oğlum ya, bu kadar yorma kendini, kasma. Şafağın mı kalmış a.k!’ diyordum, daha da deliriyordu. ‘Bana oğlum deme a.k! ya oğlun muyum ben senin?’, ‘ya lafın gelişi işte siktir et’, ‘hadi hadi, kalk komtan çağırıyor’, ‘ya bi git başımdan a.k!’, ’ne gitmesi ya, hadi komtan bekliyor herkesi’, ‘o zaman herkesi topla, sonra gelirim ben’, ‘ne demek sonra gelirim ya, bak çıldırtma beni’, ‘ya bi siktir git artık başımdan!’, bak benimle siktirli miktirli konuşma’, ‘yeter a.k! ya git dedik sana, laftan anlamıyor musun mal!’, ‘bak doğru konuş?’, ‘mal mısın oğlum sen?’, ‘bak bana oğlum deme demedim mi sana, ben senin oğlun muyum? ,(mal lafına takılmıyor da oğlum lafına takılıyor, işte o kadar mal birisi), ‘muhatap olma artık, bela mısın nesin a.k!’, ‘hadi lan hadi, kalksana..’, ‘hay a.k! senin be..’ diyerek kalkıp başka bi yere, onun beni bulamayacağı bi yere gidip kitabımı okudum rahatça. Başka türlü başımdan gideceği yoktu, sülük gibi yapışıyordu a.k! Bir süre sonra beni bulamayınca, ismimi avaz avaz bağırmaya başladı, sonra ağzı yoruldu, pes etti. Şu Manisalı şopar uğur da ne kadar uyanık adam, onun da aynı şafağı kalmış, kimseyle uğraşmamak için murat’a sen çavuşluk yap deyiveriyor, o mal da seve seve kabul ediyordu. Zaten çok hevesli böyle şeylere ama bi de becerebilse keşke. Torunları bile bi tarafına takmıyor, ne yazık ki. O kadar uyarmama rağmen anlamıyordu işte, fazla kızmıyordum, kapasite meselesi sonuçta. Ama sinek gibi, kovdukça gelip konmasa, vurdukça üstüne yapışmasa, gerisi çekilebilirdi belki.
Tartışırken, üstelik gereksiz şeyler için, anlaması kıt kişilerle boşa enerji harcıyordum. En güzeli, “haklısın, hata bende özür dilerim” deyip bi köşeye çekilmek ya da hiç aldırış etmeden yoklarmış gibi davranmak, evet bu ikincisi daha iyi bir yöntem.



-95-
Atarsa Urfa!
Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar, gezme ceylan bu dağlarda seni avlarlar. Urfa kebabı, isot diyarı, Tatlıses, şiş kebap evleri, balıklı göl, kerpiç ve taştan evler, kendi has mimarileri, bizim Atilla, kısaca Ati, sıra geceleri, bu aralar Suriye’nin bombaladığı Ceylanpınar ilçesi vs. ha bi de fakı baba, her belediye seçimlerinde adı geçer basında. Urfa’nın medar-ı iftiharı, büyük başkanı. Urfalıların bi türlü vazgeçemedikleri isim. Gel gelelim bizim bölüğe tekrar dönelim.
Sabah içtimasına yarım saat kala sıraya geçtik. Yarım saat, bölük komutanı vekilini bekledik. Artık gelmeyeceğine kanaat getiren veli başçavuş, herkesi serbest bırakmıştı ki, arkasından yaklaşan Duran başçavuşu fark etti. ‘Herkes hizaya gelsin, dikkayt! Rahat-Hazır ol!’ soldan geriye dönüş ve tekmil, ‘İl Merkez Jandarma Komutanlığı, sabah içtimasında emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım.’, ‘günaydın asker!’, ‘sol!’, ‘nasılsın asker?’, ‘sol!’, ‘siz de sağ olun’. Sonra rütbelilere hitaben, ‘spor ve eğitimlere başlayın, hasan! karakol senin, veli! Karargahı da sen al.’ ‘emredersiniz komutanım!’. Veli başçavuş Abdullah uzmana, ‘Abdullah, al karargahı yaptır işleri’, ‘emredin komutanım’. Abdullah başladı, ‘sola.., düzeltiyorum, sağa dön! İlk sıra 3 adım ileri marş! İkinci sıra 1 adım ileri marş!’ Oysa sıra açıl demesi daha kolaydı, o an aklına gelmedi heralde. Hasta olmamıza ve hava buz gibi ayaz olmasına rağmen ‘Silah bırak, parke, bere ve askı kayışı çıkart’ dedi ve sırayla, barfiks çektirdi, her zamanki nizami olanından. Avuçlar karşıya bakacak şekilde ve kollar tamamen salınmış halde olacak ve 8 tane çekilecekti. 1 tane bile nizami olarak çekemedim, olmadı, olduramadım ve çarşı gitti bizden.
Barfiksten sonra bi de 20 tane şınav çektirdi. Akabindeki işkenceleri düşünürken Haşmet başçavuş pencereden bağırdı, ‘Abdullah, bana iki tane asker gönder’, ‘niye komutanım?’, ‘alaya gidicez işimiz var’ içimden inşallah beni gönderir derken, ismimi tekrarlamaya başladım totem olsun diye, öyle odaklandım ki, ‘Hüseyin sen git’ dedi. Bir süre bekledi, herkesi tek tek süzdü gözleriyle ve sonunda gözleri bende sabitlendi kaldı. Kafasıyla sen de git işareti yapınca, iki gözümü ‘emredersiniz’ anlamında kırptım. “oley be!” dedim içimden, şükürler olsun! Bi değişiklik, bi gezinti, bi hava değişimi daha olacaktı yine.
Fırat Bçvş. Haşmet Bçvş. Veli Bçvş. ve hüseyinle ben alaya gittik. Depodaki eski zimmetli malzemeleri, ıskartaya çıkartılmışları ayırdık ve tek tek deponun arka tarafına taşıdık. Kırık robocop kalkanları, eski sandalyeleri, yatakları, askı kayışları, kap kacakları, ıvır zıvırları vs. Geçmiş dönemdekiler yataklara şafak atmışlar, devrelerini ve arabesk sözlerini yazmışlar hep. Misal; 85/1, sensizim gülüm, atarsa 45, Ş=52, canım anam vs. Bir an gözüm onlara takıldı, kendimi okurken buldum. Veli Bçvş. ‘hadi çabuk hadi’ deyince kendime gelip geri kalan malzemeleri hızlıca atıştırıverdik ve kademeye çay içmeye gittik hüseyinle. Bi çay sigara yaptıktan sonra oturup bekledik. Zamanı gelince komutanlar aracı çağırdılar. Bizim meşhur kervan 106 geldi, atladık araca. Önce çarşı içine bir uzmanı bıraktık, (devriye araçları ayrıca özel servis imkanı da sunuyordu rütbelilere) sonra çarşı da bi manavın önünde durduk, Haşmet Bçvş. domatese benzeyen hurmalardan istedi bir tane ve bikaç gazeteyi sanki kendisininmiş gibi seçti ve koltuğunun altına sıkıştırdı. Manav sahibi amca hurmayı komutana verirken aracın içinde biz zavallı askerleri gördü. “Bir dakika” deyip bikaç mandalina ikram etti ‘askerlere’ diyerek. Haşmet Bçvş. onlardan da nasiplendi, çok pis boğazdı bu komutan. Böylece mandalina sezonunu da açmış bulunduk, her ne kadar ilaçla sarartılmış, tatsız ve kokusuz olsalar da. Nerde o mis gibi kokan Bodrum mandalinası.
Bölüğe döndükten sonra 12-14 nöbetine geçtim hemen. Yanıma gelen Kazım’la muhabbet ederken nöbet bitti. Ben de onu benim gizli yerime, garajın arkasındaki kullanılmayan nöbet kulübesine götürdüm. Orası sessiz, sakin, kimseyle muhatap olmadan oturabileceğin ve kimsenin bulup rahatsız edemeyeceği bi yerdi. Orda huzurlu bi şekilde muhabbet edebilir ve kafa dinleyebilirdik. Ben hep kitap okumak için kaçardım, bir nevi okuma odam sayılırdı orası. Her hangi bir iş kitleme durumunda saklanmak için de ideal bi yerdi. Ordayken asker olduğum aklıma bile gelmiyordu, katarsis yaşıyordum orda. Bu katarsis ortamını Kazım’la paylaşmak için onu da götürdüm oraya ve biraz muhabbet ettikten sonra ben kitabımı okumaya başladım. Kazım da gidip kitabını aldı geldi ve o da okumaya başladı. Sonra yere siper olarak tabir edilen kum torbalarını koyup oturduk, üstüne kantinden iki çay kapıp geldi kazım, bi de slim sigara aldırdım ona ve bu haliyle, (kafasındaki jandarma beresi ressam beresini andırıyordu, siyah bold çerçeveli gözlüğü, boynunda atkı gibi duran poları, bir elinde kitap, diğer elinde slim sigara ile tam bir entelektüel portresi oluşturmuştu. Benim bu yorumum da onu iyice havaya sokmuş, keyiflendirmişti. Tam iki saat boyunca hiç konuşmadan kitap okuduk. Ben kalan 80 sayfamı bitirip, kitabı sonlandırdım. Belim çok fena tutulur gibi olmuş, bi de küçük su atığım gelmişti. Bu kültürel aktivitenin sonuna gelmiş bulunuyorduk an itibariyle. Bu arada çavuşluğu murat’tan geri alan şopar uğur, bizim ismimizi bağırdı durdu ama kime sorduysa nerde olduğumuza dair fikri olan çıkmadı. Gizli sığınağımız işe yarıyor olduğunu bir kez daha kanıtlamış oldu böylece.
Abdullah uzman, karargahın nöbet kulübesine bakım yaptırıyormuş. Dışarıdan gelen tak-tuk sesleri oraya aitmiş meğer. Demir kulübenin içine sunta çaktırmış. Benim kırdığım ama Kazım’dan başka kimsenin bilmediği camın yerine yenisini taktırmış. Kazım’la oraya gittiğimizde gördük. Hala boya yapıyordu sami ve Abdullah onun başında duruyordu. Üstelik bizi görünce daha da böbürleniyordu yine. ‘Burayı da ben yaptırıyorum, nasıl ama, soğuğu kesti hemen, sıcacık oldu içerisi.’ Şu kendisiyle övünmesi yok mu, hele Kazım’ın ona gaz vermesi, öldürüyordu beni gülmekten. Nasıl da taşak geçiyoruz, haberi yok adamın.
Yerde bi not kağıdı buldum kantinin önünde, üzerinde bi telefon numarası yazıyordu, altında da Sevda. Harun hemen elimden alıp numaraya mesaj attı. Gerisine karışmadım, son durum hakkında da bi bilgim yok. Bu günlük bu kadar olrik, elim yoruldu vallahi. Siz bilirsiniz efendim, zaten başka bişey kalmadı, her şeyi yazdınız. Peki bırakıyorum o zaman kalemi ve bıraktım.




-96-
Atarsa Tunceli!
Dersim, isyan, %99 okur-yazar oranı, Kamer Genç, kuzenin görev yaptığı yer Pertek, başka bişey anımsayamadım.
00-02 nöbetini her zamanki gibi ev kedisi modunda kaloriferin yanında geçirdim yani tuttum, tutmaya çalıştım ama bir türlü tutunamadım. Bir ara kalkıp gezinmeye karar verdim, aynı anda trafikçi astsubay arabasına bindi, şans eseri tam zamanında kapının orda bulundum ve kapıyı açtım. Durumu fark etmedi, o anda ekürisi diğer uzman da lojmana giriş yaptı, onu da es geçmiş oldum. Bikaç dakikadan az sonra lojmanda otomat sönünce hemen içeri dalıp kaloriferin yanındaki yerimi aldım.
Öğlen 12-14 nöbetine kadar her şey aynıydı. Nöbete geçmeden önce bizim nöbet kulübesinin şapı için harç karılacaktı, kum ve taş taşıdık. Nöbete geçince bu işten kurtuldum. Harç karıldı, şap atıldı, kulübe bir daha boyandı sami tarafından. Bu arada hastaneye giden mal murat dönmediği ve kimse de onun nöbetini tutmadığı için onun nöbeti de bana patladı. 14-16 nöbetiyle beraber 4 saat sabit kaldım. Ben nöbetteyken kazım ortalıkta dolanıyordu. Karakolun ön tarafına geçerken Duran Bçvş. ile karşılaştı. Boynundaki polar bere yüzünden laf yedi, oysa böyle şeylere çok dikkat ederdi. Benim, ‘ne olacak ki Kazım’ lafıma sinir olurdu, ‘sanki beni zikiyorlar sen öyle deyince’ derdi ama kendisi de umursamaz bir durumda yakalandı. Uydurduğu ‘hastayım komutanım, o yüzden takıyorum, boğazım ağrıyor, faranjitim var’ yalanı, komutanı ikna etmek yerine daha da kızdırmış olacak ki, ‘bende de var, ben takıyor muyum öyle şeyler’ diye paylanmasına engel olamadı.
Nihayet bu nöbet te bitti. Abdullah yine böbürlenip kendini övmeye başladı. ‘Nasıl oldu ama?’, ‘çok süper oldu komutanım, siz yaptırırsınız da kötü olur mu hiç’ diye ara gaz vermeye devam ettim. ‘bu hareketle yener astsubayı bile geride bıraktınız, kazım gelsin de görsün bu eserinizi’ der demez kazım göründü arkadan. Abdullah uzman hemen kazımı çağırdı. ‘Kazım, gel buraya, gel gel’. ‘Emredin komutanım’ diyerek alaylı bir tebessümle yanımıza geldi ve şaklabanlıklarına devam ederek tekmil verdi, ‘Kazım Temiz Gaziantep’, ‘bak lan nasıl olmuş?’, ‘vaaay be, helal olsun size komutanım ama yener astsubay iki katlı nizamiye yaptırdı’ diyerek son anda yine kızdırmayı başardı Abdullah’ı. Güldük eğlendik ve bugün de böyle geldi geçti.
Son dakika, Son dakika, Son dakika..!! Mal murat nöbet tutmamak için hastaneye gitmişti ya, hani bana nöbet takmıştı bu yüzden bakın başına ne geldi. Kendini hasta göstermek için gitmediği doktor kalmamış, her gittiği doktor da doktorluk mesleği gereği ilaç yazıp göndermiş. Bu da kendini cidden hasta sanıp her doktorun verdiği ilacı almış ve iki poşet içinde tam 11 adet farklı ilaçla geri dönmüş. Bi de kıytırık bir kağıdın üstüne imzalanıp kaşelenmiş 3 günlük rapor tutuşturmuşlar eline, iyice tiriplere girmiş. Bu durumunu yatağın uzanmış halde böbürlenerek anlatırken, karnını tutmaya, kıvranmaya başladı. Midesi bulandı, kustu geri geldi. ‘Ateşim çıktı, ne oluyor bana ya’ derken ağzından istemeden şu kelimeler döküldü; ‘ulan 11 tane ilaç içtim, acaba o mu dokundu bana, midem bulanıyor a.k!’ bir anda hepimiz şoke olup, ona bakarak donup kaldık. ‘şaka mı yapıyon lan? O kadar ilaç bi kerede içilir mi hiç?’, ‘ne bileyim doktor verdi hepsini’, ‘aynı doktor mu verdi?’, ‘ yoo, bi diş doktoru, bi bel ağrısı, bi boğaz ağrısı için, bi de öksürük için..’ , ‘yuh ya, olum mal mısın sen? hakikaten boşuna mal demiyorlar sana ha’ İbo elindeki bir buçuk litrelik suyu ona verdi, ‘bunu kafana dik içebildiğin kadar iç, sonra da parmağını sok ağzına kus’ dedi. Önce inanmadı, sonra benim mide yıkanma olayını anlatmamla beraber suyu kafasına dikti ve tuvalete koştu. ‘diri diri mi sokuyorlar hortumu mideye’, ‘yok, öldürüp sokuyorlar. Allah’ım ya’. Yüzünde oluşan korku dolu ifade aklıma geldikçe hala gülüyordum. Bir de aklıma;

Bir gün bir gün bir çocuk eve gelmiş kimse yok,
Açmış bakmış dolabı, şeker sanmış ilacı
Yemiş yemiş bitirmiş, akşama sancı başlamış
Kıvrım kıvrım kıvranmış, hastaneyi boylamış
çocuk şarkısı geliverdi. Ölüp gidecek başımıza iş açacak sonra. Şurda 14 günü kalmış, yaptığı işlere bak, nöbetten kaçmak için hayatıyla oynuyor haberi yok. İnsan intihar etse bile bu kadar ilaç içmez be. Neyse, gidip durumu nöbetçi komutana bildirdik ve hemen acile midesini yıkatmaya gönderdik salağı. Bile bile lades bunun yaptığı diyecem ama ladesten de bihaberdir bu, ne yaparsın, ne edersin, kime şikayete gidersin?


-97-
Atarsa Trabzon!
Uy da, şafağum kalmamuş! Haçen ben mi yapayum da? Sürmene yaylası, horon, kemençe, hamsi, temel-dursun-idris-fadime, hamsili pilav, Karadeniz, kara lahana, tulum, laz uşak, Sümela manastırı, Akçaabat köftesi, Vakfıkebir ekmeği, KTÜ, mısır unu, Oflu hoca, takalar, reisler, Maçka yollaru taşlu da geliyor sari saçlu, ha uşağum ha, bize her yer Trabzon!
Sabah içtimasında yine olanlar oldu, Hasan Bçvş. ile Veli Bçvş. araç yüzünden birbiriyle atarlı bi şekilde tartıştı, ortam gerildi. Karakol ve karargah arası zaten iyi değildi, iyice açıldı arası böylece. Bölük komutan vekili Duran Bçvş. ise tam bir arıza idi. ‘asker, künye çıkar. Sen söyle bakalım, ne işe yarar bu künye? Sen! Künyen nerde?’, ‘evde unutmuşum komtanım’, ‘senin nerde?’, ‘dolabımda kayboldu komtanım’, osman uzmana; ‘duyuyor musun bunları osman?’, ‘..’, bu kez bana; ’sen söyle’, güçlü bir tekmilin ardından, ‘kimliğimizi belirtir ve asker olduğumuzu gösterir komutanım!’, ‘sen?’, ‘kazım temiz Antep! Ölüm ve yaralanma durumunda kimliğimizi tespit etmek için kullanılır, birisi aileye gönderilir, diğeri üzerinde kalır.’ Evet kimlik çıkar! Senin nerde kimliğin?’, ‘kayboldu komutanım’, ‘osman bak kaybolmuş haber yok mu?’, ‘yok komutanım’, ‘bu nasıl iş ya! Adamın kimliği yok, rütbelisinin haberi yok, cık cık cık..’ Bu kez yine bana; ‘Evet asker, senin kimlik yıpranmış, niye kaplatmadın bunu?’, ‘dışarı çıkamıyoruz ki komutanım’, ‘çıkınca kaplat hemen’, ‘inşallah komutanım’ (şu çarşının anahtarını bulup kilidi bi açabilsek neler yapıcaz da) ‘Parkeyi aç! Nerede kütüklükler? Silah kemeri?’, rütbelinin biri; ‘takmamışlar komutanım, biz söylemeyi unutmuşuz’, ‘nasıl unutuyorsunuz yav! Cuma günü, bakım günü değil mi? her şey hazır olacak, her seferinde söylememiz mi gerekiyor? Bunu bileceksiniz artık!.. Asker! Gömleğin yakasından iki düğme aç! Nerde kışlık fanilalar? İçliğin nerede yavrum?, ‘evde unutmuşum komtanım!’, ‘eve niye götürüyorsun, niye aldın giyemeyeceksen ha! Olmayanlar bi şekilde tedarik etsinler, bi dahakine böyle olmasın, tamam mı?’, ‘emredersiniz komtanım!’. Hala resital vermeye devam ediyordu; ‘Sol ayaklarınızı uzatıp botların paçalarını sıvayın. Bunların içlikleri dağıtılmadı mı burada?’, ‘eğitim birliklerinde dağıtılmış komutanım’, ‘bot bağlamayı da bilmiyor bunlar, hiç bişey öğretmiyor musunuz siz bunlara? Demek ki herkes lay lay lom takılıyormuş burada, herkes istediği gibi at koşturuyormuş meğer.’
Sabah sabah fırçayı sağlam yedikten sonra silah bakımına geçtik, silah bakımından sonra da herkes dağıldı. Abdullah uzman, karargah askerlerini, yani içinde özdemir’le benim de bulunduğumuz askerleri toplu olarak odasına çağırdı yine. Her zamanki triplerinde, ne diyeceğini bilmeden saçmalamaya başladı. Gelişigüzel sözlere başladı ama devamını toparlayamadı, sustu. Bu sefer azar moduna geçti, ‘ne diyeyim ben size ha, ne diyeyim?’ deyip durdu. Bişey yapmalı, kendinin komutan olduğunu göstermeliydi bize ama elinde başka alternatifi yoktu, malum, çarşıyı kilitlemekte buldu çareyi yine. bu hafta da çarşı yok anasını satayım. Hastaneye gitme olayını da sınırlandırdı, dah ada yapacak bişey bulamayınca, baktı, baktı, boş boş baktı, iyice bomboş baktı, uzaklara doğru daldı gitti ve ‘hadi çıkın, böyle de devam siz’ diyerek gönderdi bizi. Amacı neydi, ne yapmaya çalıştı, ne demeye getirdi, hiç birimiz çözememiştik? Olsun bunu da böyle kabul etmek lazım, başa gelen çekilir misali.
Daha sonraki gün Duran Bçvş’a yapılan itiraz sonucunda çarşılarımızın açıldığını öğrendik, ‘ne diye çarşılarını kitlemiş Abdullah onların diye şaşırmış hatta kendisi de’. Bu haberden sonra neşemiz yerine geldi işte.





-98-
Atarsa Tokat!
Başka da yok!
“Hey onbeşli onbeşli, tokat yolları taşlı, onbeşliler gidiyor da kızların gözü yaşlı”, “Tokattan mı geleyon da kız sen almuslu musun? Ben seni alacağım da söyle namuslu musun? “ gibi şarkılarla hatırladığım güzide şehrimize gelmiş bulunuyoruz efendim. Başka da bişey bilmiyorum bu şehir hakkında maalesef. İnşallah bir gün gidip görme şansım olur.
Bugün çarşı günüydü, 04-06 nöbetiyle uyandırıldım. Malum şekilde, malum yerde nöbetimi ifa edip devrettikten sonra, hemen koğuşa koşup üzerimi çıkarmadan olduğu gibi attım kendimi yatağa. Hafta sonu olduğu için 8’e kadar yatma şansım vardı. Ancak 7.30’da milleti uyandırmaya başladıkları için yankılanan sesten uyanmak zorunda kaldım. İbo’da karakolda nöbet tutmuştu aynı saatte ve ikimizin de yataktan kalkmaya niyeti yoktu. Bu yüzden kaldırma operasyonunu tınlamadık hiç. Bikaç kere sözlü ve elli tacizde bulundularsa da kaldırma başarına nail olamadılar. 9’a kadar mışıl mışıl uyuduk. Nasıl olsa kahvaltıyı da dışarıda yapacaktık zaten. Artık bıktım, zeytinli tuzdan (çünkü içindeki tuz zeytininden daha fazlaydı), soğuk yumurta ve sinekli peynirden. Hemen çöpleri döküp mıntıka olayını hallettik ve sivil kıyafetleri giyip çarşıya çıktık, karakolun önünden yine otostop çekip durdurduğumuz beyaz bi şahinle.
Alışveriş listem biraz uzundu normale nazaran. Öncelikle üstüme kalın bişeyler almalıydım. Kış iyice kendini hissettirmeye başladı, artık kısa veya ince kıyafetlerde durmak imkansızdı. Kaşmir bir ceket aldım üçüncü kez çıkıp girdiğim mağazadan. İç çamaşırı, çorap, 2 kitap, bardak, neskafe, peçete, ıvır zıvır vs. aldım. Bizim çocukları bikaç internet kafeyi dolaştıktan sonra bi tanesinde buluverdim. Telefon olmadığından dolayı mecburen eski sistemi kullanıyordum arkadaşları bulmak için. Ben oturacak yer ararken bunlar kalktı, ben de birinin yerine oturdum, 10 dakika bakıp çıkayım derken bizim elemanlar gene kayboldu ortalıktan, neyse ki gidecekleri yeri zikretmişlerdi çıkmadan önce. 15 dakika sonra çıkıp dedikleri yere gittim ama yoklardı. Onları ararken, Burak’la karşılaştım. Bi baktım yanında da bizimkiler. Tesadüf bu ya, zaten küçük yer işte, iki tur atsan herkesle karşılaşıyorsun. Kaçacak, saklanacak, sote bi yere oturmak için pek alternatifin yoktu burada. Her neyse, bizimkileri bu kez ben sattım, Burak’la playstation oynamaya gittim. Oyunu yine ben kazanınca pek zevk vermedi, bıraktık. Alaydan bizim Muhammedi aradık, ays kafe diye güzel bi mekan vardı, pastanenin üstü, her yer karı-kız, bütün maslar hatundu. Tek tük eleman vardı ama onlar da sevgilileriyle gelmişlerdi, onun dışında 5 tane sap erkek biziz mekanda, maganda gibiyiz resmen, asker olduğumuz her halimizden belli, evet evet anlımızda yazıyordu, aynen öyle. Neyse ki, yarım saat kadar sonra gitme vaktimiz geldi ve kalktık geç kalmamak için. Yoksa hatunların içine düşecektik iyice. Kesiştiğim hatunları arkamda bırakarak, (onların da bu durumdan keyiflerinin kaçtığı yüzlerinden okunuyordu, belki de ‘ne güzel bakışıyorduk işte’ diyorlardı içlerinden) lakin onların bu memnuniyetsizlikleri benim keyfimi yerine getirdi, demek ki bu derbeder ve asker halimde bile gitmeme üzülecek hatunlar bırakabiliyordum arkamda. Her neyse, hepsi geride kaldı artık, bundan böyle çapkınlıkmış, hovardalıkmış, güzel kadınların peşinde koşmakmış yok! Tek bir kadın sevicem ve bütün hayatımı onunla paylaşıp küçük ama mutlu bir dünya kurucam kendime ömrümün sonuna kadar da orada yaşayıcam.


-99-
Atarsa Tekirdağ!
Tekirdağ denince akla hemen yaş üzüm rakısı gelir, sonra Trakya muhabbetleri, üj-bej, “nabıyon be ya, iyi be ya sen nabıyon, n’olsun be ya”, Şarköy..
Bir Pazar günü daha geride kaldı. Çarşıya çıkanları, daha bir saat bile olmadan devriye aracı çarşıdan toplayıp geldi. Cezaevinde çıkan olaylara gitmek için karakolda asker sayısı yetersizliğinden böyle bişey yaptı rütbeliler. İyi ki çarşıya dün çıkmışım, yoksa yalan olacaktı bu hafta da çarşım. Ama özdemir’i çarşıda bulamamışlar, nereye gittiyse artık, bilemem. Benim can dostum akil adam vesselam.
Dört saat nöbetimi tuttum ama rahatıma bakamadım. Çok fazla düşünüyordum yalnız kalınca nöbetlerde. Buna engel olmak için de tek çare, kaçak şekilde kitap okumaya devam etmekti. Kafam meşgul olsundu da başka ihsan istemezdim. Don Kişot’un uzun versiyonuna başladım. Tıpkı onun gibi şizofrene bağlayıcam böyle giderse. Neyse ki, Beşiktaş Antalya’yı 2-5 yendi deplasmanda da neşem yerine geldi.
Daha “askerin mektubu” isimli yazımı yazıcam ama uykum da var, gece nöbeti de var, en iyisi daha sonra yazayım ben bunu. Nöbetçi Veli Bçvş. koğuşları dolaşıyor, görmesin şimdi beni yazarken, yoksa kesin bi laf eder, laga luga yapar, ters ters konuşur, insanın moralini bozar durduk yere.. En iyisi bir an önce yatmak, yatıp dinlenmek gerek. Hadi cümleten iyi geceler..



-100-
Atarsa Sivas!
“Sivas’ın yollarına, çıkayım dağlarına, bırak beni bırak, ölüm gitmez zoruma, vay!” Sivas kangal köpeği ve sucuğu, Sivas Kongresi, hatırlamak istemediğimiz ama bir türlü aklımızdan çıkmayan Sivas 93 olayları, lanet olası gericiler, alperenler, Muhsin Yazıcıoğlu, Pir Sultan Abdal’ın şehri, dervişler diyarı, peki ya şimdi?
Son 59’a girmenin az da olsa bi sevinç kırıntısını yaşıyordum içimde ama sıkıntım bu azıcık sevinç keyfime bile engel oluyordu. Bir sigara yakıp savmaya çalıştım bu içime çöken kasvetli havayı. Bikaç sayfa Don Kişot okuyup kafamı dağıttıktan sonra yazmaya karar verdim.
Murat’la başlayayım bu sefer, şu bizim malum 3 harfli (mal). Hastaneden dönmüş bugün. Midesini yıkatmaya gönderdiğimiz günden beri hastane de yatıyordu. Raporlarına baktım, sinir ilaçları bile çıkmış midesinden. O kadar süre yoğun bakımda tutmakta haklılarmış meğer. Her gün serum iğne yemekten delik deşik olup kevgire dönmüş üç harfli. Şimdi de GATA’ya sevk etmişler, üç gün de orda yatacakmış söylediğine göre, çürük raporu verebilirlermiş bu hareketi yüzünden. Aslında çürük (askerliğe elverişsiz) olduğunu daha acemi birliğindeyken anlamışlar ama bu kabul etmemiş dediğine göre. Şurda 15 günü kalmış, sağlam görünerek gitsin bari dedik ama o da tutturdu 15 günlük rapor almaya çalışıcam diye. Gidip konuşucam doktorlarla deyip duruyordu. Cahile laf anlatamazsın ki, dediğim dedik, çaldığım düdük der de dolanıp durur ortalıkta. Aklımıza gelen başımıza gelmez umarım ama bu kafayla bariz çürük olduğu anlaşılırdı zaten. Kim bilir ne diyecek doktora, hele ki 11 tane ilaç içip 4 gün hastanede yattıktan sonra.
Her neyse, dünden beri karakol karışıktı. İl genelinde, ülke genelindeki cezaevi isyanları, açlık grevleri, bilindiği gibi burda da etkilerini gösteriyordu. Habire mahkumları hastaneye götürmek için asker isteyip duruyorlardı cezaevlerinden. Nitekim jandarma timleri yetersiz kalıyordu bu ihtiyacı karşılamakta. Normalde bir mahkuma iki er refakat etmesi gerekirken, elde olan yetersiz mevcut nedeniyle iki mahkuma ancak bir er (o da zar zor) bulunabiliyordu. Üstelik, arkadaşların anlattıklarına göre, adamlar (mahkumlar) avukatları sayesinde hastanede krallar gibi bakılıyorlarmış. Kelepçe takılmasına bile izin vermiyorlarmış, aksi halde tedavi olmayı reddediyorlarmış. Çok ta umurumuzda sanki sizin tedavi olmanız a.k! diyor insan ama devlet öyle diyemiyor maalesef. Ne acı verici değil mi? ve bununla birlikte o suçlular rahat rahat elini kolunu sallayarak tedavi olurken, benim zavallı mehmetçiğim de onların başını beklemek zorunda kalıyordu. Hem de komutanın emrinde ve düzgün durması için uyarılarak ve azar yiyerek. Yemekhaneden yemek yemeden apar topar götürüldükleri için aç kalarak. İstirahatte olmalarına rağmen yetersiz sayı yüzünden kaldırılarak, bununla da yetinilmeyip, hastanede gazeteciler, çok değerli basın mensupları vs. olabilir diye üstüne başına özen gösterilmesi istendiği için tekrar botunu boyayarak, saçını, ensesini, tıraşını kontrol ederek, giysilerinin temiz ve ütülü olmasına dikkat ederek. Yakası düğmeli, önü kapalı olarak, esas duruşta durarak, mahkumların götü.. pardon kolundan ayrılmayarak, o sırada mahkumların sözlü tacizlerine maruz kalarak, ağzını açıp karşılık vermeyerek, tam boş verecekken yasak olduğunu bir kez daha hatırlayarak, görevden vaz geçemeyerek, emre itaatsizlikten suç işlemeye çekinerek, izin istese de verilmeyerek.. Zaman uygun değil, koşullar zor, ee.
Hangisinin yerinde olmak istersiniz o anda? Askerin mi, mahkumun mu? ya da hangisi daha mahkum sizce? İsyan çıkmış mış, açlık greviymiş, peki askere ne, askerin suçu ne? Zaten orda süs niyetine beklemekte, suçlunun ters bi hareketinde hiç bi şekilde dokunma, karşılık verme yetkisi de yok. Dokunursa en ağır cezaya çarptırılacak olan yine asker olacak. Ben böyle sistemin, af edersiniz ama ta a.k! şşş.. sus yahu, yasak yasak! Suç, ceza, suç ve ceza..


-101-
Atarsa Sinop!
Karadeniz, inceburun, Boyabat, başka da yok!
Bugün yine her zamanki gibi klasik bir gündü. Hava kapalı ve soğuktu. İçtima klişesi ve mıntıka temizliğinin ardından nöbetin yolu göründü. Sanrılı iki saatin ardından ödül gibi bi kahve sigara ve sonra çavuş odasında muhabbet güzeldi. Özdemir, şopar çavuş, Kırıkkaleli eksik hizmet (üç gün daha burada takılacakmış) ve ben oturduk iki lafın omurgalarını tek tek satırla kırdık. Eskiler, yeniler, hava, su ne varsa aklımızda o an, anlattık işte.
Herkesin ilgin bi sigaraya başlama hikayesi vardır. Benimse bir türlü başlayamadığım bu meret hakkında anlatabileceğim o kadar da enteresan bi hikaye yoktu. Yine de bi eksiklik hissetmedim çünkü ben de cebimde paket taşıyordum artık, yo yo yo, telaş yapmaya gerek yok! Sırf arkadaşlardan otlanmayayım artık diye, yoksa tiryakisi olduğumdan falan değildi. Bu arada bizim üç harfli geldi, zaten ortalıkta belini tutarak dolanıp duruyordu, geldi oturdu yanımıza. İstirahatli olmasına rağmen gidip yatağında yatmıyor da gelip burada oturuyordu. Buna istinaden yaptığı açıklama ise daha derin bir felsefe içeriyordu, beli yatarken daha çok ağrıyormuş. Oysa ortalıkta dolaşırken daha az ağrıması da ilginç bir ayrıntıydı. Bence yılın en iyi drama oyuncusu ödülü ona verilmeliydi, benden bile daha iyi tiyatro oynuyordu lakin tarzı biraz farklıydı. Benim amatör zamanlarımdaki gibi göstermeci takılıyordu yani oyunculuğun da kolayına kaçıyordu. Bu absürt tiyatrocuya ödülünü vermek üzere il merkez jandarma komutanı sayın Umut Coşar’ı sahneye davet ediyoruz. Ödül töreninin ardından fuayede yapılan kokteylde yasak olduğu için alkol alamıyoruz ancak meyve suyuna çaktırmadan votka karıştırıp içmenin keyfini çıkarıyoruz. Bir süre sonra nasıl olsa kimse anlamıyor, herkes kendi aleminde diyerek önümden geçen kadehi tepsiden kaptığım gibi başıma dikiyorum, ardı ardına yudumluyorum ağız boşluğumu dolduran şarap hacmini. Kafamın güzel olmaya başladığını hissediyorum ve bu kadarın kafi olduğunun kanısına varıyorum. Bir ses duyuyorum hadi nöbete gibilerinden. Umursamazlıktan gelsem de bir el koluma yapışarak sürüklüyor beni dışarı doğru. Dışarı çıkıyorum, soğuğa dahi aldırmadan, hatta üzerime parke bile almadan yalpalayarak nöbet kulübesinin yolunu tutuyorum. Haliyle sızıp kalıyorum nöbette.


-102-
Atarsa Siirt!
Öncelikle babamın askerlik yaptığı yer, Siirt fıstığı var tombik tombik, sonra Jet Fadıl, başbakan karısının memleketi ayrıca başbakanın milletvekili seçildiği yer, adam hem avradı hem de devleti aldı Siirt’ten, hem ülkeyi hem de milleti zikti dötünden, vay anasını sayın seyirciler, vay!
Koğuş kalk! Hadi aşarı, kahvaltı, mıntıka, içtima, nöbet, sigara, kahve, çay, yine sigara, mide bulantısı, mide ilacı, akşam yemeği içtiması, Abdullah uzman, nöbet takan asker, nöbette ağaç olan nöbetçi, soğuyan yemekler, az istihkak, küfürler, tartışmalar, komutan fırçası, egosu, tatminsizlik, yağcılarda inecekler, herkes koğuşlara, amonyak kokusu, ayak kokusu, tuvalet ve banyo kullanım dışı, pislik, çöplük, öfler, pöfler, puflar, çufçuflar, lanet okumalar, sinir bozuklukları, sabır, ya sabır, gönül katlanması, göğüs kasılması, beter ol beter! Hey olrik neredesin? Bat dünya bat! Bit askerlik bit!
Aha o da ne? Rosinante de ortalıkta yok, herhalde Sanşo Panza bakımını yapmaya götürdü, o ilgileniyordur muhakkak. Ey gönlümün eşsiz prensesi, ay yüzlü Selene! (Dülsine ve ay tanrıçasından esinti) çok özledim seni ve burada senin için çile dolduruyorum. Bu yaşanılası en zor mağarada, ayı ininde ya da en uygun tabirle öküz ahırında çilemi çekiyorum. Duy beni duy! Sana elçi gönderiyorum esen rüzgarları, ulak ilan ettim uçan kuşları, uçun kuşlar uçun İzmir’e doğru. İmbatını özledim sevgilimin.
Uykum gelmişti ne güzel, tam uyuyacaktım oysa Abdullah hazretlerinin canı sıkılmış yine, tüm karargah askerlerini odasına çağırdı. Sıkıntılarını anlattı, hepimizi karşısına dikip küçücük odada, bi de 15 kişiyiz, aynı İstanbul metrobüsünün içi gibi oldu oda. O da yetmedi hepimize çay söyledi, belki kendini affettirmek içindi ama af edersiniz neremize koyup içicez biz bu çayı? Biz çayları ayakta hızlı hızlı yudumlayıp tepsiye geri koyarken, Abdullah paşa derdine ortak etmeye çalışıyordu bizi. Santralde memnun olmadığı için tartıştığı ve oradan alıp nöbet eri yaptığı bir askere tutanak tutmuş. İmzalayıp imzalamaması hakkında bizden tek tek görüş alıyordu. Çok sinirlenmiş belli ki, “onu burdan göndericem” deyip duruyordu biz ne söylesek te. Her neyse, onun yerine özdemir’e kitledi yine açıkta kalan gece santrali işini. Bizim gariban da hayır diyemedi bi türlü, ‘emredin komutanım’ onun duası olmuştu sanki. ‘Git hemen üstünü giy santrale geç özdemir’, ‘emredersiniz komutanım!’ Sözde Abdullah uzman özdemir’i seviyor sanıyoruz, bu kadar sevmese keşke ama ayı bile yavrusunu severek öldürürmüş maalesef.


-103-
Atarsa Samsun!
19 Mayıs 1919, Gençlik güneşinin doğduğu yer, Bandırma Vapuru, Atatürk Hatırası, Çarşamba Ovası, Bafra Pidesi, Karadeniz tütünü, Samsun 216 başka da yok!
Yüzbaşı geldi, vekili duran başçavuş gitti. Gitti de rahatladık yani. Özdemir istirahate gitti, İbo alaya, iboyla beraber kazım da kimseye söylemeden alaya gitmişti. Orda bi komutan, karakol komutanını arayıp, ‘bana bir asker yeterliydi, neden iki tane gönderdin?’ diye sorunca foyası meydana çıkmış olan kazım hasan başçavuştan fırçayı yemişti. Sonra da koğuşa gidip yatmıştı süt dökmüş kediler uysallığında. Ben de nizamiye çavuşu oldum tekrar, gittim nizamiyeye oturdum. Ancak 10 dakika sabredebildim, üşüdüm. Bu arada yüzbaşı etrafı geziyordu. Ben nizamiyede yeni gelen gazetelerden birinin bulmacasını çözerken içeri daldı hars diye. Kafamı bi çevirdim, bölük komutanı! Hemen ayağa kalkıp esas duruşa geçtim. Nizamiyenin içine laf olsun diye bir göz attı, ’yeri süpürün, duvarı temizleyin, masayı silin, kapıdaki izleri çıkartın, ha bi de şu yerdeki izmariti alın ordan’ dedi. Kazımın deyişiyle uzun kulaklı eşeğin biri ayağını dayamış henüz yeni boyanan bembeyaz duvara. Ben yerleri süpürdüm, sami beyaz bir boya bulup geldi, ayak izinin olduğu yeri söve söve boyadı. Masayı da sildikten sonra içeri gittim ısınmaya. Kısa bir zaman sonra düdük sesine koşarak nizamiyeye geldim, bi araç bekliyordu kapıda. LCD TV getirmiş, Berhudar Bçvş. alaydan bize hediye göndermiş dediler. Bizden önce burada görev yapıyormuş, çok seviyormuş askerleri. Neyse, aldım ben bu TV’yi nizamiyeye koydum. O ara (sözüm meclisten dışarı) hangi eşek oğlu eşek gelip girdiyse nizamiyeye artık, aynı yerde bir ayak izi daha oluşmuştu. Bu artık hayvanlıktan da öte bir şeydi, sinirim bozuldu ve çavuş odasına gittim.
Bu odanın kapısının da içerden kolu kırılmıştı, artık onu da hangi hergele kırdıysa artık. Her gelen unutup kapıyı kapatıyor, içerde kalıyor, mecbur çıkmak zorunda kalınca pencereden atlıyordu. Kırmızı koltuğu çektim peteğin önüne, sırtımı kalorifere dayayıp kitabımı okumaya başladım. Önce uğur geldi, aynen demin anlattığım gibi kapıyı kapattı, ardından Mehmet geldi, sonra ömer, murat ve yücel de, hep “hassiktir” diyerek kolun kırık olduğunu unutup kapıyı kapattılar. Oda kalabalıklaştı, haliyle muhabbet ediyoruz ve ses oluyordu. Yüzbaşı ya da veli başçavuş bi gelse ne derdik kim bilir. Pencere ters tarafa açılıyordu, karakola girmek için dolanmak gerekiyordu, bu yüzden herkes kapıyı birinin gelip açmasını beklemişti. Bizim ibo geldi açtı kapıyı, o da tam kapatıyordu ki, “kapatmaaa!” diye bağırdık hepimiz, o da bişey oldu sandı ve irkildi. Neyse ki irkilmesi, durumu anlamasına engel olmadı ve kapı kapanmadan tutabildi kapıyı. Böylece biz de çıkabildik dışarı, pencereden atlamadan.
Akşamdan beridir çağırıyorlardı, herkse saç tıraşı olsun diye. Yüzbaşı geldi ya ona şov yapıcaz yine. Sonbahar/Kış saç kreasyonunu içtimada sergileyicez. Haftaya 29’unda yine alay denetimi varmış, hay batsın şu denetiminiz, o yüzden saçlar daha uzamadan tekrar tıraş edilmek zorunda kaldılar. Normalde kimse tıraş olmak istemez, bu sefer nedense, herkes, ‘ben olucam, ben olucam’ diye birbiriyle sıra kavgasına tutuştu. İtişme-kakışma derken berber kimi tıraş edeceğini şaşırdı. Veli Bçvş. ‘kimse başını yıkmasın, tıraş olan yanıma gelsin, ben onay verdikten sonra yıkayabilirler’ demiş. Bu ne yahu, ben de bi isyan daha çekip sıfıra mı vurdursam kafayı acaba?


-104-
Atarsa Sakarya!
Adapazarı, Adabazar, Sakarya Meydan Muharebesi, Gazi Mustafa Kemal, vatan millet Sakarya, başka da yok!
Bakım günü. Araç çantaları çıkartıldı, silahlar söküldü, yağlandı, geri takıldı, serilen battaniyeler toplandı, silahlara geri konuldu. Alaydan haber geldi, alay komutanı gelecek diye. Herkes mıntıkalara dağıtıldı, rütbeliler de aynı seferberlik içinde sorumluluk bölgelerine geçtiler. Bense nizamiyede gayet yaymış bir şekilde kitap okumakla meşguldüm. Paketimdeki son iki sigaranın birini nöbetçiye verdim, diğerini yarısına kadar kendim içtim ve midem bulandı, kalanını attım. Uzun bir zaman içmemek için veda ettim sigaraya.
Bölük komutanı yine mıntıkaları dolaştı, son kontrollerini yaptı ve alaya gitti. Alay komutanıyla beraber geri geldiler. Bölük komutanı alay komutanını etraflıca gezdirdi, yapılan çalışmaları gösterdi. Alay komutanı da emir ve görüşlerini bildirdikten sonra sanırım bi çay içti yüzbaşının odasında ve karakoldan ayrıldı.
Dün yemekhaneye gelen TV yanlış marka geldiği için bugün yenisiyle değiştirildi. Kaliteli bir markanın yerine aynı kutudan dandik bir marka çıkınca, yüzbaşı kabul etmedi. Sanırım nasıl olsa askeriye diye kakalayacaktı firma dandik markalı TV’yi.
Bugünün özeti de böyle işte. Gelelim bendeki nimetlere, kafayı sıfır yerine 1 numaraya vurdurdum. Güzel oldu, sanırım tarzımı bulmuştum. Erkek adama kısa saç yakışır dediklerinde umursamazdım ama çok haklı olduklarını burda fark ettim. Kendime dikkat edebilecek çok zamanın vardı burda ama düne kadar hiç ilgilenmiyordum kendimle. Salmıştım, umursamıyordum, bu tür kişisel bakım olaylarıyla uzaktan yakından alakam yoktu. Sadece genel temizlik, o da mecburiyetten ha. Bunca erkeğin ve pis koşulların arasında, hiç içimden gelmiyordu saça başa üste dikkat etmek. Lakin şafak azaldıkça böyle bi heves doğdu içime. İlk defa üzerime sivil kıyafeti bile geçen hafta almıştım. O da gene hava koşulları mecburiyetindendi ama özene bezene almıştım yine de. Sivil hayatımda da böyleydim ben, bi işim olmadığı sürece pek dikkat etmezdim üstüme başıma ama bundan böyle dış görünüşe de çok önem vericem, ki insanlar dış görünüşünü beğenmediği kimselerin içini de merak edip bakmıyorlar, ne demiş hoca efendi ye kürküm ye!


-105-
Atarsa Rize!
Çaylar, Çay Bahçeleri, Çaykur, Çayeli, Pazar ve mesut yılmaz, başka yok.
Gece 00-02 nöbetiyle başladım bugüne, tabirde sıcağı sıcağına ama gerçekte soğuğu soğuğuna. İki gün gece nöbeti tutmadım diye baya bi zor geldi bu soğuk nöbet. Üstüne bir de çavuşun uyuması ile dolaylı olarak benden sonraki nöbetçinin takması ve nöbetçi astsubayın umarsızlığı. Bıktım artık, bıktım! Koskocam bir haykırışla BIKTIM! Her seferinde uyarılmasına rağmen, insan görünümündeki yaratıkların halen aynı davranışları sergilemesine (buna rütbeliler de dahil) artık katlanamıyordum. Göğsüm sıkışıyor, derdimi kimseye anlatamıyordum. Anlamıyorlardı ki, anlayacak kimse yoktu beni, kendi devrelerim bile anlamıyordu, hoş ben de onları anlayamıyordum ya.
Apo, çarşıyı kafasına göre yazmış yine, bana gene çarşı yoktu. Özdemir ve uğura yazmış nedense? Üstelik benden sonraki nöbetçi bile ismi yazılmamasına rağmen çıkmıştı. Apo ona izin vermişti. Hatta çarşıdan gelirken de 20 dakika nöbeti takmıştı, ona da yine bişey demedi. gece 15, akşam da 20 etti mi sana 35 dakika, fazladan dikilmiştim o lanet kulübede. Buna sebep olanlar Allahından bulsunlar. Sol yanım sıkışıyordu, hem de şafak sıkıştırıyordu, hem de sıkıntıdan cildim kızarıp kabarıyordu. Of!, pof! Bit askerlik bit!
Hava parçalı bulutların arasından azıcık ta olsa açtı. Kısa bir süre dolmakta olan Ay’ı görebildim. Dolunaya 6 gün kaldı, sondan bir önceki dolunay olacak bu. Sonra bir dolunay daha görüp bu lanet olası cehennemden gidecektim. Abime telefon ettim, öğretmenler gününü kutladım, bugün 24 Kasımdı. “Öğretmenim canım benim, canım benim, seni ben pek çok, pek çok severim, sen bir ana, sen bir baba, her şey oldun artık bana..” şarkısı geldi aklıma.
İşimiz gücümüz yokmuş gibi, ki yok zaten, ama işimizin olmaması kimseye başımıza saçma sapan işler musallat etme hakkı tanımamalıydı. Veli Bçvş. özdemir’le beni yanına çağırdı. İki bilgisayar çıktısı almış, üzerlerine kırmızı kalemle isimlerimizi yazmış. Oysa iki çıktı da aynıydı, karışsa bile ne fark ederdi ki? Neyse, bunları bize takdim ederken, üzerinde yazılı olan tüm bilgileri karargah askerlerinin tümüne ezberletmemizi söyledi. Ezberlemezlerse sorumlusu da bizmişiz, yarın herkesi çağırıp soracakmış. Al başına bela diye buna derler işte.
Adanalı uğur da valizini hazırlıyordu, adam “Doğan Güneş” diyordu bugün. Yarın gidiyordu resmen. İnsan kıskanıyordu vallahi. Böyle bir durum aklıma gelince içim daha bi sıkıldı, göğsüm daha bi sıkıştı, yazasım gitti. Yaşama dair hiçbir heves, hiçbir belirti yok, Tınne!





-106-
Atarsa Ordu! Tezkere beklemek çok zordu..
Ordunun dereleri, aksa yukarı aksa, vermem seni ellere, ordu üstüme kalksa. Orduspor bu sene süper lige değişik bir hava ve renk kattı. Mor formaları, ateşli taraftarı, dünyaca ünlü teknik direktörü ve iddialı yönetimi ile göze hoş gelen bi futbol sergiliyorlar. Bize de onlara başarılar dilemek düşer haliyle.
Havadaki kara bulutların dağıldığı bir gündü. Gerçek anlamda söylüyorum, uzunca bir zamandan sonra hava açtı ve güzel güneş sıcak yüzünü bize göstererek tatlı tatlı gülümsedi, içimizi ısıttı. Nöbetteydim, sabah 8-10. Kulübede titreyerek gizli gizli kitap okurken, kendimi iyice Don Kişot’un şövalyelik maceralarına kaptırmıştım. Kitabımın sayfasının üstünde bir ışık parladı, sanki bir sihirbaz büyü yapmış ta gökteki bütün karanlık dağılmıştı. Semada masmavi bir manzara oluşmuş, bu manzarayı görmeme hizmet eden güneşin parlaklığı, kırağı düşmüş göğsümde umut çiçekleri yeşertmeyi sağlamış ve içimdeki bu tatlı heyecanla beraber yanıma gelmekte olan askeri Sanşo Panza sanmıştım. Bana silah defterini imzalatıp gittiğinde, ona yaşama arzumu körükleyen ve uğruna ömrüm boyunca hizmet edeceğime ant içtiğim, dünyalar güzeli eşsiz yüce kraliçem Tobasa’lı Dülsine’ye tüm şehvetimle selamlarımı iletmesini söyledim. Ben bu kulübede çile doldururken, ancak Tanrıların kutsadığı yüce şahsiyetlerin nail olabileceği yüksek sabırla beni beklemesini rica ettim. Umuyorum ki, ben burdan çıkıp huzuruna vardığımda ve önünde eğilip diz çöktüğüm sırada, bana elini uzatıp ağzımdan çıkan sözler karşısında dayanamayıp, hüzünlü ve bir o kadar da etkilenmiş hayran gözlerle beni ayağa kaldırdı. Bir süre söyleyeceği cümleleri ağzında sessizce geveleyerek toparlamaya çalıştıktan sonra, “Hoş geldin, ey sevgili şövalyem. Gün bizim günümüzdür, aşkın ve cesaretinin ödülü olarak, Tanrı’nın bana bahşetmiş olduğu bu nadide kalbim artık senindir. Onun benden sonra ilk ve de bundan sonra tek sahibi sensin. Ülkemin yüce kralı, ey senyör! Artık bu krallığın dükü sensin.” dedikten sonra mutluluktan havaya uçuyordum adeta, şaşkınlıktan söyleyeceklerimi toparlayamadım. Hiçbir şey söylemeden sevgilime sarıldım ve onu kucaklayıp Rosinante’ye bindirdim. Atımı mahmuzlayıp önce şaha kaldırdım, jeneriklik bir poz verdikten sonra öyle bir sprint attı ki Rosinante, toz bulutları arasında uzaklaşıp gözden kaybolduk.
Bu olayın ardından gökten üç elma düşmüş, birincisi bu hikayeyi yazana, ikincisi okuyanlara, üçüncüsü de doymayanlara. Onlar ermiş muradına siz çıkın kerevetine. Hadi bakalım başka hikayelerde görüşmek üzere şimdilik elveda.


-107
Atarsa Niğde!
Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye. Niğde gazozu da pek meşhurdur, tanıklara göre elmaları da fena değilmiş. Son bikaç gündür yemeklerde hep elma çıkıyor, seviyorum elmayı. Özellikle de yedikten sonraki çöp hali, yerde estetik bir obje oluşturuyor.
Yemek dedim de, dün akşamki yemek yine skandaldı. Fırında tavuk adı altında, abartmadan söylüyorum, kömürleşmiş, ne idüğü belirsiz sulu bir yiyecek getirdiler. Her zamanki gibi yanına bulgur pilavı adı altında da haşlanmış buğday ve cacık niyetine de kırmızı acı yoğurda bulanmış, salatalık yerine doğranmış marul parçaları kullanılmış acayip bir enstantane. Haliyle midemiz bu görüntüyü daha fazla kaldıramadı ve devrelerimle yemeği protesto ettik. İbo ve kazım pideciyi arayıp özdemir’le bana birer, kendilerine birer buçuk kıymalı söylediler. Nizamiyede uzun ve gergin bir bekleyişin ardından yiyeceklerimize kavuşup karnımızı doyurmayı başardık. Haşmet başçavuşun bizi görmemesi, kendisine o anda ziyaretçi (ya da özel misafiri) gelmesinden dolayı güzel bir tesadüf olmuştu. Aksi halde sabahtan beri, nöbetine içkili geldiğinden dolayı askerler tarafından şikayet edildiğini ileri sürerek kızgınlığı üzerinde tütmekteyken, bizi bu halde görse asabiyetinden nasibimizi alabilirdik. Zaten o sinirle sabah gelir gelmez koğuşa çıkmış, yatakları ve dolapları teftiş etmiş, yine benim dolabımda gördüğü kitabı almış. Neyse ki kitabımı istemeye gittiğimde, nasihat etmeye kalkacakken, bu durumun Kazım’la ilgisi olduğunu, okuması için ona verdiğimi ama bitirince de dolabıma benden habersiz koymuş olduğunu söyledim. Neden böyle bir açıklama yapma gereği duyuyordum sanki. Çünkü dolapta kitap durması yasakmış.. Açıklamamın ardından kitabımı seve seve geri verdi ve aldım çıktım odasından.
Akşam 22-24 nöbetimde yine nöbeti 15 dakika takmayı ihmal etmedi o henüz insani vasıflardan nasibini alamamış olan yarım hücreli organizmalar. Öyle bir kuru soğuk vardı ki havada, kat kat giyinmeme rağmen soğuk iliklerimin içinde hissediliyordu. Allah’tan lojman 20 metre kadar ötemdeydi de ara ara gidip kaloriferde ısınabiliyordum.
Bu sabahtan beridir sinüzit belasını çekiyordum, şelale gibi akıyordu burnum. İki kolumun üzerinde de silecek yer kalmadı artık, ne de iğrencim değil mi? Ama emin olun bu ortam kadar değilimdir. Hem de devede pire kadar bile değilim. Bu da yetmiyormuş gibi sabah içtimasında Fırat Bçvş. daha hizaya gelmeyi bilmiyorsunuz diye sinirlenip, çök-kalk, yat-kalk, yaptırmasın mı? Perperişan oldu halimiz, üstümüz başımız tamamen rezalet durumdaydı. Botlarını henüz 2 dakika önce boyamış olan tüm askerlerin botları toz toprak içinde kaldı. Böyle bi durumla karşılaşacağımızı bilseydik, en azından poşet geçirirdik botlarımıza. Ne diyelim sağlık olsun.
İbo ile kazım gece hazır kıta oldukları için istirahate çekildiler. Özdemir’i de Abdullah uzman yanına aldı, bi yerlere gitti. Ben de o mendeburların içinde yalnız kaldım yine. Bi köşeye çekilip, cebimden dün haşmet başçavuşun gazetelerinden zula etmiş olduğum bulmacaları çıkardım, çözdüm nöbete kadar. 12-14 nöbeti geldiğinde öğle yemeği aynı zamanlamayı tutturmasaydı aç kalacaktım büyük ihtimalle. Çünkü yemek yemeden nöbete gidersem, beni bu mendeburların hiç birinin değiştirmeyi düşünmeyeceğini, düşünen biri çıksa dahi kendi aralarında, “sen git değiştir, ben mi değiştireyim sen git, yok şu gitsin, bu gitsin, o gitsin, bu şafaktan sonra o mu gitsin?” tartışmaları sürüp dururdu ve nihayetinde kimse gelip değiştirmezdi. Yemeği ayırsalar bile nöbet bitimine kadar buz gibi olurdu o yemek, ayrıca güzel meyve ya da meyve suyu varsa aşırılırdı kesin. Anasına bacısına da sövsen ortaya çıkmazdı, bu, görünürde muhafazakar ama bir o kadar da geniş yaratıklar. Neyse ki, yemeğimi hem içtimayı bile beklemeden almış olmanın, hem de açlığın verdiği büyük bir iştahla yedim. Mendeburların nasıl da kıskanç gözlerle baktığı, fırsatları olsa beni bir kaşık suda boğacakları nasıl da belli oluyordu. Oysa bu durum bana daha da keyif veriyordu. ‘sefam olsun oh!’
Yemekten sonra üzerimde oluşan rahatlıkla nöbete geçtim. Ceplerimi yokladım, cebimde kalan son zor su-do-ku ile nöbetimi bitirdim. Nöbetin ardından koğuşa gidip inzivaya çekildim ve şu satırlarımı yazabilme imkanı buldum. Ayrıca bir kitabımın daha sonuna gelip, yeni bir kitaba başlamış olmanın da heyecanı içerisindeydim.


-108-
Atarsa Nevşehir!
Ürgüp, peri bacaları, Kapadokya, uçan balonlar, Göreme, başka da yok!
02-04 nöbetinde başladım güne. Dolunay parçası göğün batı tarafına geçmiş ışıl ışıl parlıyordu ancak gecenin ayazı kemiklerimi sızlatıp iliklerimi uyuşturuyordu. Çok fazla dayanamadım bu soğuğa. Nöbet kulübesini terk edip lojmanın içine, kaloriferin yanına attım kendimi. Sıcacık peteklere bir sevgilinin şefkatli kolları gibi sarılınca nöbetin nasıl geçip bittiğini anlamadım. Gerisi yine bilindiği gibi, malum rutin olaylar birbirini takip etti.
Mıntıka, içtima, eğitim ve spor faaliyetleri kapsamında barfiks, şınav ve mekik testleri yapıldı. Hava hala buz gibi, botun içindeki ayağımı hissetmiyordum. Sıcak yerleri hayal ediyordum, soğuğu unutmak için, Miami, ibiza, Maldivler derken daha gerçekçi olsun diye Çeşme, Bodrum, Marmaris, Fethiye, Alanya hayallerine dalıyordum. Sonra bu hayal balonlarından çıkıp en gerçek yaşama dönünce kendimi yemekhanede, kaloriferin yanında birleştirilmiş sandalyelerin üstünde serilmiş uyurken buluyordum.
Öğle yemeği gelince kaldırılıp içtimaya geçtiysek te, karnımı doyurabilecek miktarda yemeği yeme fırsatını bulamadım. Artık sinirlenmiyordum, buna da şükür diyerek yemeği yedikten sonra çavuş odasına gittim. Eksik hizmetten dolayı başka bir asker gelmiş, geçmiş kaloriferin önüne uyumuştu. Diğer az yanan peteğin önüne de ben oturdum, biraz kitap okumaya çalıştım, derken uyku bastırdı, uyuklamaya başladım. Bir süre sonra özdemir geldi, ‘nöbetin var’ dedi. ‘ne nöbeti?’ dedim. yine birileri nöbetten çıkarılmış, başkası hastaneye gitmiş, nöbetler kaymış ta sıra bana gelivermiş. Gidip 14-16 nöbetini tuttum. Nöbet esnasında yine efsunlandım, acayip düşüncelere daldım. Çile doldurmaya başladım, esin perisinin gelmesini bekledim ama umudu kestim sonra. En iyisi Rus edebiyatına geri dönmek, arasına da biraz Fransız romantizmi serpiştirmekti, diye düşündüm. Dolunaya 2 gün kalmışken ve damarlarımdaki kan met haline geçmeye başlamışken, hiç te iyi hissetmiyordum kendimi, hiç iyi değildim hem de hiç!


-109-
Atarsa Muş!
Malazgirt, 1071, Büyük Alparslan, esir Romen Diojen, bizim eski mahallenin kekoları vs. başka da yok!
Burda da keko çoktu, sabah sabah başlıyorlardı vücutlarının müstehcen yerleriyle ilgili özlü sözler söylemeye ve bundan da büyük zevk alıyorlardı. Aşık ozanları gibi karşılıklı atışmalar yapıyorlardı ama bu kekoların ağızlarından çıkanları tam anlayamadığım için lebdeğmeze benzetiyordum yaptıkları muhabbeti.
Yemekhanede bile bu özlü sözlere devam ediliyordu, “hakkımı yiyen yarra..mı yesin” diye bir söz türedi. Arkadan gelen herkes bu sözle içeri dalıyordu. Sonra ona karşılık verenler, lafa girenler, araya kaynayanlar derken yemek yerken insanın midesi bulanıyordu. Ezana gösterdikleri saygının onda birini göstermiyorlardı nimete.
Her neyse, yine bir 04-06 nöbetindeyken kavaklardan yağmur gibi yağan yapraklar tüm mıntıka alanını dekoratif bi şekilde kapatmıştı. Ortalığı feci bir sis tabakası kapladı, sanki bulutlar yere çökmüştü, neredeyse burnumun ucunu bile göremiyordum. Üstelik nöbet kulübesinin üstünde sarkıtlar oluşmuştu, siz düşünün artık soğuğu. Geceye dair hatırladığım tek güzel şeyse, yaprakların üzerine düşmüş, kristalleşmiş şebnem tanelerinden yansıyan, kaybolmaya ramak kalmış ay ışığının o eşsiz parıltılarıydı. Sönmüş kaloriferin yanında zar zor tamamladım nöbetimi ve içtimasına katıldım.
İçtimada da veli başçavuşun gazabına uğradık. Sorular yetmedi, ki herkes çatır çatır ezberlemişti, o da bunu tatmin etmemiş olacak ki bizi yürüyüş çalıştırdı. Başladık rap rap rap yerleri dövmeye. Hay bu denetlemenin gözü kör olsun, soğuktan burnumdan akan sıvı donmuştu. Hala yaptığımız şeylere bak, oysa daha hastaneye gidicem sevkim var. Sanıyordum ki sevkimi kaybetmişler yine. bu olayın üstüne bi de sevkin peşine düştüm. Sevkini alan hastaneye gitti, bi ben kaldım karakolda. Komutana söyledim bi daha çıkarttırdı, bölük komutanına imzalattıktan sonra sevkimi ancak alabildim. Sevkler toplu bi şekilde bölük komutanına imzalatıldığı için benim sevkimi tek başına imzalatmak biraz riskliydi ancak tesadüfen o sırada başka imzalanacak belgeler de gelince, onlarla beraber imza dosyasının içine kaynatıp imzalattık çok şükür.
Sevkimi de almış olduktan sonra, koğuşa koşup sivil kıyafetlerimi giydim ve dışarı çıkıp tren yolunun karşısına geçtim. Gelen minibüse atlayıp yüksek ihtisas hastanesinin yolunu tuttum. Hastanede bizim çocuklara rastladım. Çoktan karı kız kesme peşine düşmüşler bile. Ellerindeki idrar tahlili kaplarıyla röntgen çektirmeye girmiş şapşallar. Daha neyi nerede yaptıracaklarını, nasıl yapıp nereye vereceklerini bilmiyorlar, karı kız peşine takılıyorlardı.
KBB polikliniğinin önünde uzun bir süre bekledikten ve bikaç kez aşağı yukarı volta attıktan sonra –hele ki devlet hastanesinin 3-4 katı kalabalığın içinde- sıram geldi ve muayenemi oldum. Teşhisi biliyordum, nazal septum deviasyon, yani halk dilinde kemik eğriliği. Bunula beraber alerjik rinit te mevcuttu. Yaşlı doktor, ameliyat isteğim üzerine karşıdaki KBB-‘ polikliniğine yönlendirdi beni. Orda da operasyon talebim sonrası, beni sinüs tomografisi çektirmeye gönderdi. Tomografi için de yarın öğlenden sonrası için gün verdiler. Burun açıcı sprey ve alerjik rinit için antibiyotik yazdı genç doktor bey. Onları almak için eczaneye gittim öğleden sonra da.
Bugünü de Allah’a çok şükür böyle geçirdik, günü akşam ettik. Gelir gelmez 16-18 nöbetini de tutuverdim, aradan çıkardım ve rahatladım. Abdullah uzaman özdemir’i alaya götürmüş yine, iyice yancısı yaptı kendine benim can dostumu, oysa ne güzel muhabbet ediyorduk nizamiyede özdemir’le. Arkadaşımı, badimi çaldı benden, dostluğumuzu kıskanıyor mu ne? Ne saçma..
Bu arada tezkereci şopar uğur, ne yapmış etmiş, kalan 5 günü için 5 günlük rapor almış. Şimdi de çekmiş eşofmanları yatağında, baba yatıyor.



-110-
Atarsa Muğla!
Fethiye Marmaris, Datça, Milas, Bodrum ve kalesi ve deniz müzesi, Halikarnas ve balıkçısı, ormancı türküsü, çökertme ve bitez yalısı, Turgut Reis, Türkbükü, torba kavşağı ve güvercinlik köyü, daha da çok var ama şimdilik başka yok!
Abdullah nöbet listesini yazmadan gitmiş, Yusuf (namı diğer amık) ta kafasına göre bişeyler yazmaya çalışmış ama genel olarak dünkünün aynısı olmuştu.
Hal böyle olunca 04-06 nöbeti yine bana denk gelmiş oldu, ıstırap anasını satayım. Sıcacık yatağından kalk, giyin ve don tutmuş havada nöbete çık, bekle, üstelik herkesten 2 saat az uyu. Kolay mı? Hiç değil! biraz sonra kaloriferin dibinde buluyordum kendimi, üşümüş ve titrek bi halde. Ellerim ısındıkça tatlı bi rahatlama yayılıyordu vücuduma, çıtır çıtır çözülüyordum buzlarımdan sanki. Yavaştan ayaklarımı hissetmeye başlıyordum, evet tam ısınıyorum derken kazan yine durdu. Amık göstermişti nasıl düzelteceğimi, aslında sözde kazancıydı, hatta o yüzden gece çavuşu yapmıştı onu Abdullah uzman ama yatmak dururken ne gereği vardı kazanı kontrol etmenin dimi? Söyle nöbetçiye, hem başında dursun hem de ısınsın. Böylece nöbetçi onun yattığına, o da nöbetçinin kulübeyi terk ettiğine göz yumsun. Tam bi danışıklı dövüş, ne güzel askerlik be. Böyle askerliğe can kurban! Neyse yatışmışım kalorifere, içimin geçtiği bir sırada üst kattaki trafikçi İbrahim uzman çıktı. Saat henüz sabahın körü, daha beşe çeyrek vardı. Ne işin var bu saatte amk! Merdivenlerden indikten sonra dış kapıdan çıkarken bana baktı, hiç bişey demedi. Ben de sözde çaktırmamak için hiç kımıldamadan durdum. Herhalde kaloriferci sandı bendi, çünkü üzerimde yelek ve miğfer yoktu. O arabasına gidince, ben de hemen koşarak nöbet kulübesine gittim, kapıyı açtım, çıkana kadar da bekledim. Arabası buz tutmuş, 5 dakika çalıştırmaya, motoru ısıtmaya çalıştı. Ben de mecbur kapıda beklemek zorunda kaldım, dondum, buz kestim, kemiklerim sızladı desem yeridir. Her neyse, sonunda çıktı, kapıyı kapadım, doğru kalorifere. Aradan 15-20 dakika geçmişti, ne çabuk geçtiyse anlamadım hiç, geri gelmiş korna çalıyordu. Koşarak çıktım lojmandan ve kulübeye gelip kapıyı açtım. Bu kez benim nöbetçi olduğumu anlamıştı ama yine bişey demedi, zaten dese de cevabım hazırdı, “bu havada kim durabilir dışarıda ölelim mi?” Yanında birisi daha vardı, herhalde bi misafirini almaya gitmişti. Belki de o yüzden benimle ilgilenmedi. Hem hastaydım da, bundan daha geçerli bir mazeretim olabilir miydi? Her şeyin başı sağlık değil mi?
Gözüm dolunaya takıldı, hala batmamış, kocaman bir portakal gibi duruyordu. Gökyüzünü aydınlatmakla kalmıyor, ruhumu da ısıtıyordu. Ey sevgili ay tanrıçası selene! Selam olsun sana. Bu nöbet te burada biter ve ben çekip giderim, yüreğimde bir çocuk, cebimde bir revolver..
Bundan sonraki rutini biliyorsunuz, dünkünün aynısı, ta ki öğleye kadar. Saat 13’te hastanede tomografi randevum vardı, baba kaçar. Yemekten önce sivil elbiseleri çektim üstüme, yemeği yedim ve iznimi alıp dışarı çıktım. Önce biraz yürüdüm, rahatladım sonra minibüse binip hastaneye gittim.
Yuvarlak bir aletin içine girip sinüs tomografisini çektirdim ve sonuçlarını tam bir hafta sonra almak üzere hastaneden ayrıldım. Ordan çarşıya gidip bir tur attım ve yürüyerek karakola döndüm.
“hoş geldin” diyerek 16-18 nöbetine geçiriverdiler hemen. Bu lojmandaki hemşirenin çocukları da hep kapıda kalıyorlardı. Dün ilkokul 5’e giden küçük oğlu okul servisiyle geldi annesinden önce, bugün de ortaokula giden kızı erken gelip kapıda kaldı. Lojmanın kapısında 15-20 dakika kadar bekledikten sonra anneleri geldi, kurtardı onları anaç tavırlarla bu soğukta dışarıda dikilmekten. Canım annem! O da beni kurtarırdı okuldan eve geldiğimde.
Yine okul servislerinde geçen çocuklarla selamlaşıyorduk, ‘iyi nöbetler asker abi’ diye bağırarak geçiyorlardı önümden. Kızı erkeği selam durmuşlar, arabanın penceresinden bana bakıyorlar, karşılık bekliyorlardı. Bi selam çaktım, yine birbirlerine girdi çocuklar, ‘oley be! Selam verdi bana’, ‘asıl bana selam verdi bana’, ‘hayır ya, önce ben selam verdirdim’.. hay allaam ya! Neyle seviniyordu çocuklar, ne güzel günlerdi o günler. Bi de değerini bilseler, bilmezler. Biz de bilmedik, kimse de bilmez, ne kadar söylense de. Belki de değeri bilinmediği için bu kadar eğleniyorlardı.
Bugünün son ve en flaş haberi, Abdullah uzmanın başka bir yere transfer oluşuydu. Alay misafirhanesinde görevlendirilmiş sanırım. Ben nöbetteyken toplamış herkesi odasına vedalaşmış. İsabet olmuş, zaten istemezdim onunla vedalaşmak falan. Onun yerine de başkası gelecekmiş yine alaydan. Gelen gideni aratır derler de, belki bu sefer bi istisna olur, kim bilir? Olabilir.. en son olarak ta yarın sabah robocop olacakmışız, alaya eğitime götürülecek 6-7 kişinin içinde ben de seçilmişim. Ne eğitimi bu şimdi amk! Bi robocop olmadığımız kalmıştı, onu da olmadık demeyiz artık.


-111-
Atarsa Mardin!

Mardin güvercini, Midyat, Kızıltepe, Süryani şarapları, dinler barışı turizmi, Real Mardin.. Başka da yok!
Sabah içtimasından yırttık emme robocop kıyafetleri içinde pek rahatsızdık. Yine de eğlenecek bişey bulmuştuk. Bu kıyafetleri giyince içimizdeki savaşçı ruh mu tetiklendi ne oldu, bi saldırma, dövüşme içgüdüsü ortaya çıktı. Birbirimizin üstündeki kask ve korumalara tekme ve coplarla vurmaya başladık. Şakalaşma ayağına savaşıyorduk resmen. Böyle bir bekleyişin ardından alaya gittik. Orda da hatırı sayılır bir bekleyişin ardından eğitime başladık. Her iki ayda bir rutin olarak yapılıyormuş bu eğitim. Laf olsun, evrak dolsun, adet yerini bulsun işte, bu sefer de beni buldu maalesef. Hiza duruşu, kama duruşu, çatı duruşu ve çember duruşu olmak üzere 4 çeşit duruş öğrendik. Bunların ne olduğunu polis çevik kuvvetinden anımsarsınız zaten, o yüzden ayrıntılı bi şekilde anlatmaya gerek görmüyorum.
Eğitimin ardından bölüğe döndük, döner dönmez de 15 dakika sonra tahmin ettiğiniz üzere 12-14 nöbetine kilitlendim hemen. Ne yapsam şu nöbetten kurtuluş yok arkadaş! Nöbetten sonra da Abdullah uzman buradaki son görevine, beni de yanına alarak çarşıya çıktı. Oraya buraya uğrayarak akşamı ettik. Mesaiyi bitirip tekrar karakola döndük. Giderayak yarın için özdemir’le bana çarşı yazarak jest yaptı. Geldiğimizden bu yana, ilk defa beraber çarşıya çıkacaktık özdemir’le.
Her neyse, bugün de böyle geldi, geçti. Fazla üstünde durmaya, ayrıntılara girip boğulmaya ve okurların canını sıkmaya hiç gerek olmadığını düşünüyorum. En iyisi aklımdaki bikaç anekdotu paylaşayım bugün sizlerle. Şimdi efendim, yeni gelen askerlere üst devreleri şöyle bişey yapıyorlarmış ki bizim üç harfliye de aynı oyunu yapmışlar. Bu arada o da dün gece kazım’la tartışmış, ağzından küfür çıkmış hem de komutan da duymuş söylediğini. Bu da artık kazım için bardağı taşıran son damla olduğundan, gidip bölük komutanına şikayet etmiş sabah. Bu konu hakkında tutanak tutulup alaya gönderildi. Üç harflinin tezkereye son 4 günü kala yediği naneye bak sen. Demem o ki, üst devreleri zamanında bu üç harfli gelince buna demişler ki, ‘murat camdan dışarı baksana, şu karşıda bi ışık yanıyor, tam ileride görüyor musun?’, ‘hani nerde ya?’, ‘görmüyor musun lan?’, ‘yoo, nerde ya, siz görüyonuz mu?’, ‘görüyoruz tabi olum bak tam şu tarafta’, ‘ben niye göremiyorum ya’, ‘sen göremezsin tabi’, ‘nedenmiş o?’, ‘çünkü senin şafak karanlık’.
Özdemir, Abdullah uzmanın evraklarını düzenlerken tutanak yiyen askerlerin savunmalarını okumuş. Mesela telefon yakalatan bir askerin savunmasında şunlar yazıyormuş; “komutanım telefon kardeşimindi, ziyarete gelince yanında parası yok diye bana verdi. Al sat bunu, parasını da harçlık yap dedi. Ben de çarşıya çıkınca satacaktım komutanım. Konuşmadım hiç, konuşmuyordum zaten, konuşmanın yasak olduğunu biliyorum komutanım.”
Bu savunma biraz Cem Yılmaz’ın skeçlerini andırdı bana, hani şu “satmak yok biz yiyiciyiz amirim” vardı ya, onun gibi, “konuşmak yok biz satıcıyız komutanım” diyordu bunlarda.


-112-
Atarsa Maraş!
Dondurma diyarı, kahraman Sütçü İmam, kamaşullah (bilenler bilmeyenlere anlatsın), Elbistan, başka da yok!
Bugün çarşıya çıktık, ilk defa özdemir’le beraber dışarıda takıldık. Yanımızda kazım da vardı ama sanki bi sıkıntısı, bi problemi var gibiydi. Bizden ayrı takılmak istedi üstü kapalı bi şekilde. “siz gidin, ben sizi bulurum” dedi ama bulmadı bizi. Biz de playstation oynamaya gittik. Irmak karakolundan devremiz burak ta geldi yanımıza ama kazım gelmedi. Bi internet kafede rastladık kazıma, oyun oynuyordu. “niye gelmedin?” dediğimizde kem küm etti, “buraya geldim işte, bulamayınca oturdum” ayağı yaptı, eveledi geveledi, işin içinden çıkamayınca biz de fazla üstüne gitmedik. Onu orda bırakıp başka bi kafeye gittik. Yahşihan’dan kuşçu devre sercan da gelmişti. Oturduk, çay kahve salep ve muhabbet derken vaktimizi doldurduk. Kısa özgürlüğün bu hafta da sonuna geldik. İstemeye istemeye de olsa seve seve bölüğe döndük. Kısmet, başka özgür çarşı günlerinde inşallah tekrar buluşmak üzere, hoşça kalın, esen kalın, dostça kalın sevgili dostlar.




-113-
Atarsa Manisa!
Spil dağı, tarzan, mesir macunu ve şenlikleri, magnezia (Manisa’nın eski adı), şehzadeler şehri, Akhisar köfte, soma kömürü, Kırkağaç kavunu ve komando birliği, tütün tarlaları, üzüm bağları, Celal Bayar üniversitesi ve otostopçu öğrenciler, sabuncu beli yokuşu ve İzmir’e tepeden bakış. Başka yok!
Bir Pazar günü, en sakin olduğum ve de karakolun en sessiz olduğu günlerden bir gündü. Çarşıya çıkanlar ve izin alanlar ve devriyeye gidenler dışında üç beş kişi kalmıştık karakolda. Alternatifimiz olmadığından ya TV izliyorduk ya da yatıyorduk. Ben yatmayı tercih ediyordum hazır koğuşumda kimse yokken. Ne güzeldi sessizlik, özlemişim bu yalnızlığı, tek başınalığın huzurunu. Öğle yemeğine kadar bi güzel uyudum. Yemekten sonra da bikaç kirli çamaşırımı elde yıkayıp duş aldım. O sıhhatte, yatağıma uzanıp kitabımı okudum. İçimdeki rahatlık, hayallerime de yansıyordu, o ne güzel, ne tatlı hayallerdi öyle, beni benden aldığı yetmiyormuş gibi kitaptan da alıkoyuyordu. Kitabı bıraktım ve hazır şafak ta sıkıştırmıyorken bişeyler karalayayım dedim defterime. “şafak olmuş coni moni, ben mi düşüneyim oni buni”.
İbo çarşıya çıkmıştı, özdemir’in de ailesi gelmişti ve onlarla çıkmıştı o da. Kazım da sabahtan beridir yatağında yatıyor, kalkmadı henüz, yemeğe bile inmedi. Bu düpedüz depresyon belirtisiydi. Zaten dünden beri anormal davranışlar sergilediğini anlatmıştım. Tek başına kalmaya çalışıyor, pek fazla konuşmuyordu son zamanlarda da. Yakınımda birinin bu durumlara düşmesi beni huzursuz ederdi her zaman, bu sefer de kazım’a üzülüyordum gerçekten. Bikaç kez konuşmaya çalıştım ama konuşmak istemez tavırlar sergileyince daha fazla üstüne gitmedim.
Her neyse, biraz da güzel olgulardan bahsedelim değil mi? gün sayısı azaldıkça buradan çıkmak için tatlı bir heyecan doluyordu askerin içine. Umutları her geçen gün daha da yeşeriyor, günden güne boy atan bi fidan gibi büyüyor, her doğan güneşle beraber meyve öncesi çiçekleri açtırıyordu tutunacak dallarında. Benim de sivil hayatımda yapacaklarım yavaş yavaş netleşiyordu kafamda. Planlarımı şekillendirmeye başlamıştım artık. Bir an önce o çok arzuladığım mutluluğuma ulaşmak için çok az zamanım kalmıştı. Evet, düzenli bir iş, hayırlı bir eş ve güzel bir yuva kurmama hiçbir engel kalmayacaktı artık. Ey Tanrım! Bugünkü ve bundan sonraki verdiğin ve vereceğin huzur için sana sonsuz teşekkürlerimi sunarım, şükürler olsun sana! Sana olan inancım ve tutunduğum dalların en büyük ve sağlamı olan varlığın, beni buralara kadar getirdi. Bundan sonra da en iyi yerlerde başarıya ulaşacağıma, adım gibi eminim. Bana vermiş olduğun bu umut, hırs, azim, inat, beceri, güç, cesaret, basiret, zeka, irade ve en önemlisi SABIR ile arzu ettiğim yere geleceğim inşallah!
Bir Pazar günü yatağıma oturmuş bunları düşünürken, sevgi ve şefkat eksikliği içimi burkuyordu birden. Kalbimin bir köşesindeki sevgi manzaralı küçük odasında, dolmayı bekleyen tek kişilik bir oda var, hem de dayalı döşeli. Birçok kiracı gelip gitti ama artık satıyorum, verdim ilanı gitti. Gerçek sahibini bulsun da elime saadet geçsin azıcık diye. Hem ona kendi malı gibi baksın, hem de orayı bir aşk bahçesi, sevgi yuvası yapsın diye. Penceresinin önüne mini mini bir kuş konsun, cik cik cik ötsün diye.


-114-
Atarsa Malatya!
Kayısı, Malatya, Malatya bulunmaz eşin. Başka da yok!
Fırtınalı bir güne başladık. Kavaklardaki son yapraklar da mıntıka alanlarına dökülüyordu. Bu fırtına, çok ta uzun olmayan bir süre içinde yağmur getireceğinin sinyallerini veriyordu. İçtimada, Abdullah uzmanın yerine gelen Mahmut uzman ile kısaca tanıştık. İlk intiba olarak, bir birlik içinde sevgi, saygı ve hoşgörü sahibi, dayanışma ruhunun ifadesini andıran biri gibi görünüyordu. En azından iki lafı bir araya getirebilme yetisine sahip ve söylemek istediklerini ifade edebilme becerisi olan, gayet soğukkanlı ama karşısındakine kolayca geçen bi sıcaklığı vardı. En çok vurgu yaptığı konu “saygı” oldu, kesinlikle katılıyordum kendisine bu konuda. Küfüre ve hakarete karşı olduğunu belirtti üstüne basa basa. Keşke bu konuda yaptırımlarda bulunsa da, burda beni en çok rahatsız eden olguya son verse, “saygısızlığa”. Cidden, küfürden ve bel altı muhabbetlerinden bıktım usandım, mide bulantısına sebep oluyordu artık.
Sonbahar da bitmiş, kışın ilk ayına girmiştik. Günler iyice kısalmaya yüz tutmuş, 2012 yılının da bitmesine ramak kalmıştı. Umarım biz terhis olmadan terso bir durum olmaz dünyaya. Aksi halde kurduğum onca hayal yalan olacak, planlarım suya düşecek, umutlarıma yazık olacak, Tanrı’nın bir lütfu olan geleceğim meçhul bir sır olarak kalacaktı. En azından kaderimdeki sevgilimle, o çok değerli, kutsal ve eşsiz eşimle tanışmış ve bir kerecik olsun sevişmiş olarak batsaydı dünya. Öbür tarafta uğruna hesap verebileceğim bir meleğim olsaydı fena mı olurdu? Ah şu yüreğimdeki derin boşluk, iyice huzursuz etmeye başladı beni. Özellikle nöbetlerimde aklımdan çıkmıyor ay yüzlü Dülsine! Kitabımı bile okuyamaz oldum, hiçbir şeye dikkatimi veremiyordum. Planlarımın detaylarına ulaşamıyordum bu derin düşünceler yüzünden. Her an vurgun yeme tehlikesiyle karşı karşıyaydım. Kalbimin beynime hegemonyasını yaşıyordum bu aralar. At şafak at! Bit askerlik bit!
-Sence hemen karşılaşabilir miyim onunla olrik? – O tamamen size bağlı efendimiz. –Nasıl yani olrik? –Aramayı bırakıp görmeyi denerseniz, kesinlikle karşılaşırsınız efendimiz. –Çok doğru söylüyorsun olrik, aramayı bırakmalıyım. Bu arayış beni çok yoruyor. Üstelik yine 04-06 nöbeti geçirilmişken bir an önce yatıp uyumalıyım, daha fazla düşünüp kendimi yormadan uyumalıyım hemen.


-115-
Atarsa Kütahya!
Kütahya’nın pınarları akışır, devriyeler kol kol olmuş bakışır, asalıya çuha şalvar yakışır.. Vazolu meydan, porselen, seramik diyarı, Simav, Dumlupınar, başka yok!
Bir gün daha geçti, özgürlüğe bir adım daha yaklaştık. İçimden bir sıkıntıyı daha söküp attım. Hava yağmurluydu, arkası karmış bu yağmurun, çok yakında kar geleceği yazıyor gazetede. Yağsın da biraz da kar kürüyelim, yaprak süpürmekten sıkıldık. Hem kar oynayarak şafak kastırmış oluruz ayrıca.
Sabah, nizamiyenin kapısının karşısında şüpheli bir hatun bekliyordu. Kahverengi deri montu, koyu mavi kot pantolonu, beyaz puanlı siyah çantası ve paçası kürklü çizmesi vardı üzerinde. Boyalı sarı saçları omuzlarında, düz ve salıktı. Biraz toplu olan yüzü etine dolgun hissi uyandırıyordu, göz rengi ise o mesafeden seçilemiyordu. Kapı önündeki yaprakları süpürürken, çaktırmadan onu izliyordum. Sanırım fark etti onu izlediğimi, biraz sonra da o beni kesmeye başladı. Nöbetçi ibo’ydu, ona da hatunun uzun süredir orada beklediğini söyledim. Bu sefer ibo da kesmeye başladı hatunu ama bekleyiş sebebinden çok hatun oluşuyla ilgileniyordu. Daha doğrusu başka türlü bakıyordu hatuna. Bizi gören yanımıza geldi, gelen hatunu gördü, gören bakmaya başladı. Hatun da bunu fark etti tabi, iyice havalara girdi, işveli cilveli klasik hatun edaları sergilemeye başladı. Saçlarını savurmalar, kaçamak bakışlar, kendi kendine tebessüm etmeler, çantasını karıştırmalar, telefonun camından kendine bakıp güzelliğinde rötuş yapmalar ve daha neler neler..
Bir anda beş altı tane abaza asker hatuna kilitlenmiş, dikizlemeye dalmışlardı. İçtima için silah dağıtımı da eş zamanlı olarak başlamıştı. “Silahını almayan kalmasın, silahlık kapatılıyor hadi!” Herkes silahlığa dağıldı. Ben de silahlığa çıkıp silahımı aldım ve nizamiyeye geri döndüğümde hatun hala beklemekteydi, bu da durumu oldukça işkillendiriyordu. Yarım saatten fazladır neyi bekliyordu bu hatun? Otobanda müşteri bekleyen vesikalıları anımsatıyordu bu bekleyişi. Arada bir bize bakması da sanki ticari bir teklif bekler mesajı uyandırıyordu bende. Olayın perde arkasını bilmiyordum ama içtima saati geldiği için daha fazlasını araştıramadım. Biz içtimadayken bi servise binip gittiğini daha sonra İbo’dan öğrendim. Kimdi, nereye gitti acaba, ne yaptı? Hiçbir bilgiye ulaşamadan sırra kadem bastı üzerimde bıraktığı tüm acayipliğiyle.
Her neyse, yağmur çisesi altında içtima alındı. “Sıra açıl!” Tıraş-künye-kimlik-içlik kontrollerinin ardından, “Sıra yanaş!” komutu verildi. Tesadüf bu ya, künye boynumda keçi çanı gibi beni rahatsız ettiğinden, çıkarıp cebime koymuştum, orada da unutmuşum. İçliği de bacaklarımın kıllarına takıldığı ve kaşındırdığı için giymemiştim. Haliyle bu iki saçma prosedür yüzünden uyarıldım. “ bi daha böyle çıkma içtimaya!”, ‘emredin komutanım!’. ‘evet, yüksek tutuş! Şarjör çıkar! Kurma kolu çek-bırak! Emniyeti aç-tetik düşür-emniyete al! Silah bırak!’
Her gün her gün şu içtimadan bıktım artık. ‘Bi bitseydi askerlik te gitseydik burdan, dimi özdemir?’, ‘he ya, bi biteydi iyi olurdu’, ‘ne yapıcan la bitince?’, ‘şöyle, odun sobasının üstünde kestane pişiricem, onları yerken sobanın dibinde sıcaktan sızıp uyuyucam, kimse rahatsız etmeyecek. Kalkınca anamın yemeklerini yiyicem, çok özledim lan, valla başka bişey istemiyorum. Anama, babama, evime kavuşayım yeter.’ daha nasıl anlatılırdı ki? İşte bir insanın en değerli hazinesi ve bunun farkına başka nasıl varılabilirdi?
Askerlik sabrı öğretmekle kalmıyor, sahip olduğu öz değerleri de hatırlatıyordu insana. Özünden fazla değer verdiği boş konuların, aslında ne de gereksiz lakırdılar olduğunu anımsatıyordu. Gerçek hayatın koyu kahverengimsi, toz grisi kirli tonunu nasıl da gözler önüne seriyordu üstelik.




-116-
Atarsa Konya!
Ali Veli Konya! Mevlana, etli etmek, Alaattin tepesi, Nalçacılar, Mevlana şekeri, meram, Selçuk üniversitesi, Anadolu Selçukluları, altı erenler üstü ne verenler?, yürü yavrum yürü fistanını sürü, şimdi de burdan geçti Konyalının biri..
Sabah 91/3’lerin son kalanlarını da tezkereye gönderdik, artık bizim üstümüzde gidecek kalmadı. “Hadi Aşarı!” diyen şopar uğur da gitti. Sabah 06-08 nöbetine giderken vedalaştım uğur, sedat ve malum üç harfli ya da en son namı diğer “gerizekalı” ile. Adet gereği valizleri nizamiyeden yola fırlattılar, yere yatırıp şınav çektirdiler, sarılıp kucaklaşıp, öpüştüler, ayların ördüğü dostluklarına veda ettiler ve gittiler nihayetinde. Bizim de bişey kalmadı, ne kaldı şunun şurasında? Atarsa 42, başka da yok! Olsa da vaktim yok.
Bugün namına da yaptığımız bişey yoktu, paso uyudum çavuş odasında. Dışarıda ayaklarım üşüyordu. Yemekhanede kral tv ya da imparator fm açmışlardı. O yüzden ya nizamiyede ya da çavuş odasında durmayı tercih ediyordum, zaten başka da seçeneğim yoktu. E daha nizamiyeye soba getirmediklerine göre tek şık çavuş odası kalıyordu.
Özdemir’le beraber tek eğlencemiz bulmaca çözmekti. Ne zamandır birlikte bulmaca çözemediğimizi fark ettim. Bırak bulmaca çözmeyi, denk gelemiyorduk ki hiç. Ben nizamiyedeyken o istirahatte, o nizamiyedeyken ben nöbette ya da istirahatte oluyordum. Bu kez de öyle olmuştu ve ben nöbete gidiyordum 14-16 seansı için. Nöbete giderken yanıma su-do-ku aldım. Dün iki tane su-do-ku çözerek yemiştim nöbeti ama bugün bir tanesini bitiremeden nöbet bitti, gerçekten çok zormuş bugünkü. Böyle olması benim daha da işime gelmişti, nöbet nasıl geçmişti anlamadım hiç. Saate bakmadan, kafayı başka bir şeyle meşgul ettiğin zaman, “zaman” çabuk geçiyordu demek ki. Bu da izafiyet teorisinin bir başka ifadesi oldu bence. Beklediğin zaman gelmeyen otobüsler, beklemediğin zaman nasıl da vızır vızır geçerdi hatırladın mı? şu an o otobüsler; dakikalar, saatler ve günler oldu işte ve beklediğimiz için vızır vızır geçmiyor, kağnı gibiler resmen cephaneye mermi taşıyan.
Kazım durdu durdu, yine bir anısını anlattı bugün. Kıbrıs’ta öğrencilik zamanlarında ev arkadaşlarıyla içtiği bir gündü. Yemek muhabbeti üstüne pilav muhabbeti yaparken kazım, ‘ben size domatesli pilav olayımı anlattım mı?’ dedi, ‘yoo’ deyince başladı anlatmaya. Bunlar bi gün okuldan eve gelmişler, kazım bulaşıkları görünce arkadaşlarına, ‘sen bulaşıkları yıka ben de domatesli pilav yapayım’ demiş. Her zamanki uyanıklığı ile bulaşıktan yırtmış böylece. Arkadaşı da ‘madem bi yemek yapıyorsun o zaman tam yap ta domatesin kabuklarını da soyuver bi zahmet ‘ demiş. Kazım ’tamam’ demiş ama dolabı açmış bakmış, sadece iki tane domates kalmış evde. Domates oranı az olmasın diye, (bence yine üşendiğinden ama hadi öyle olsun) soymadan doğramış domatesleri ve pilavı pişirmiş. Yemeğe oturmuşlar, arkadaşı küfrede kıza saldırmış, çalakaşık girmiş pilava, yemiş bitirmiş. İyice doyduktan sonra da, ‘la kazım, içelim mi amk?’ diye sormuş, ‘tamam içelim amk!’ demiş. Bakkala gidip votka almışlar, yanına da vişne suyu. Votka vişne yapıp bi güzel içmişler, 100lük şişeyi devirmişler söylediğine göre. Hatta yetmemiş (ne zaman 100lük bi içki içilse zaten hep yetmez) bi tane daha almak için kalkmaya yeltenmiş arkadaşı ama kalkar kalkmaz yere düşmüş. Midesi bulanmış ve ardından da kusmaya başlamış. Lavaboya koşana kadar yerler, duvarlar, masalar, koltuklar nereye denk geldiyse istifra etmiş. Her tarafa domates kabukları yapışmış ve arkadaşı o an hem kusuyor hem de kazım’a sitem ediyormuş, ‘ulan ben sana demedim mi domatesin kabuklarını soy diye, bak senin yüzünden midem bulandı amk!’
Uzun zaman sonra bi hikaye ile geri dönen kazım, yine bizi güldürmeyi başarmıştı. Sanırım girdiği bunalımın tesirinden kurtulmaya başladı. Depresyon hiç yakışmıyordu bu adama zaten. Öğle yemeğini beğenmedi, kantinden aldığı çay, bisküvi ve kek ile karnının doyurmaya çalıştı. Bi de tatlı sevdalısı ki sormayın gitsin. Tatlı almaya gitmek için komutandan izin almaya gitti ama komutan haliyle izin vermeyince tatlı yerine babayı aldı. yine de neşesi yerindeydi bugün, aman Allah bozmasın. Ondan sonra kitabıma döndüm, başladığımdan beri yalnızca bikaç sayfasını çevirebildiğim kitabı, hızlı okuma tekniği kullanarak 30 sayfa kadar ilerlettim. Böylece şafak kastırmaya devam ediyordum.


-117-
Atarsa Kocaeli!
İzmit, pişmaniye, Gölcük, Karamürsel, Gebze, Darıca, başka yok.
00-02 nöbetini tutup hemen yattım. Sabah gözlerimi açtığımda gökten pamuk saçılıyordu sanki etrafa. Tanrılar yastık savaşı mı yapıyorlardı acaba, bu da neydi böyle? Gözlerimi biraz daha ovuşturup cama yaklaştığımda, bunların gerçekten kar olduğunu gördüm. O kadar güzel yağıyordu ki, rüzgarsız ve lapa lapa, seyri muazzam bir manzara oluşturuyordu. Hazırlanıp kahvaltıyı yapana kadar, kar baya bi tutmuştu. Çocukluğa ve kara olan hasretin depreştirmiş olduğu duygu ile kartopu oynamaya başladık. Hem de hiç bi komutana ve içtimaya aldırmadan. Dışardaki masanın üstüne küçük bi kardan adam yapmıştım ama pek fazla yaşamadı. Onu bozan güneş değildi, buradaki üç harflilerden biriydi. Her yerde olduğu gibi burada da oyunbozan çoktu. Üstelik hayvanca şakalaşan, it gibi boğuşan bu yaratıkları görünce, bütün coşkum ve neşem kayboldu gitti. yine de bir anlık duygu değişimi iyi gelmedi diyemem.
İçtimadan sonra hastaneye gitmek için izin istedim bizim Mahmut uzmandan. Tesadüf bu ya, aynı şekilde 2 asker daha MR sonucu almaya gitmek için izin istemiş. Hepimizi aynı anda göndermek istemedi. ‘onlar gitsin, sen de öğleden sonra gidersin’, ‘ama komutanım öğleden sonra nöbetim var’, ‘o zaman yarın gidersin’, ‘komutanım randevum bugüne ama!’ Biraz sessiz kalıp kendisiyle iç hesaplaşmasını yaptıktan sonra ‘tamam hadi sen de git ama öğlene burda ol, sakın geç kalma, bitir işini hemen’, ‘emredersiniz komutanım!’. İzini kopardıktan sonra fişek gibi koğuşa gittim, aynı hızda giyindim ve çıktım.
Hastanede, tomografi sonucunu alıp doktora gösterdim. Rapora baktı, tekrar ışıklı sandalyede burnuma baktı, ‘evet, nazal septum deviasyon, şikayetin neydi?’, ‘burnumun sağ tarafından nefes alamıyorum’, ‘peki, sabah bişeyler yedin mi?’, ‘evet biraz, ama çok az’, ‘hadi ya, kan tahliline gönderecektim ama az da olsa etkiler, sen en iyisi Pazartesi gel aç olarak, kan tahlili yapalım. Ameliyat gününü de belirleriz o zaman.’, ‘tamam hocam, sağ olun, kolay gelsin, iyi günler. Ha bu arada, ne kadar istirahat verilir bu ameliyata?’, ’10 gün’, ‘hmm, daha fazla olmaz mı?’, ‘bir doktorun ancak 10 gün rapor verme hakkı var yasal olarak, fazlası heyet raporuna girer’, ‘hadi ya, neyse hocam sağ olun’.
Yeni ek binası ve bahçe düzenlemesi yapılan hastanenin çamurlu yollarından bacaklarımı açarak ve ayakuçlarıma basarak, keklik gibi sekerek minibüs durağına ulaşmayı başardım. Bulutların arasından süzülüp ortaya çıkan güneşle yalancı baharı andıran bir havanın verdiği kısa süreli endorfin salgısıyla çarşıya indim. Biraz turladım, bişeyler yedim ve daha fazla oyalanmadan karakola döndüm. Döner dönmez de kara bahtımın gereği şak diye 12-14 nöbetine geçirildim. Nöbet bitti, rahatladım derken Mahmut uzmanla alaya gitmek durumunda bırakıldım, etrafta başka asker bulunmaması sebebiyle. Sonradan öğrendiğime göre alaya sebebi ziyaretimiz, arıza yapan telsizi onarıma vermekmiş. Bu sebepten kutuyu alay binasının muhaberesine çıkardık. Bi tane başçavuş varmış bu işlerle ilgilenen, muhabere başçavuşu. Yaşı da pek genç görünüyordu, nasıl da bu kadar çabuk yükselmişti acaba? Başarılarından dolayı terfi mi almıştı ne? Her neyse, biraz uğraştı kutuyla, program falan yükledi. ‘gidin deneyin bakalım’ diyerek bizi gönderdi.
Hava kararmış ve yemek saati gelmişti. Ben de bizim çocukların yanına kaçmıştım. Muhabbet ediyorduk ki, mahmut uzman bi daha çağırmış beni. Telsiz kutusunu denemiş, yine çalışmamıştı, bu yüzden tekrar alaya geri gittik. Aynı başçavuş, tek çizgili kıdemsiz Bçvş. başka bi kutu ile değiştirdi, bu kez de onu getirdik karakola denemek için. Yemek çoktan gelmişti, hemen yemeğimi yedim ve kutunun olup olmamasını hiç umursamadan doğru koğuşa çıktım, üzerimi değiştirip yatağa attım kendimi. Çünkü çok uyku bastırmıştı, uyumak istiyordum hemen.


-118-
Atarsa Kırşehir!
Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş, bozkırın tezenesi, bozlak türkülerinin anayurdu ve ahiler, başka yok!
Gece nöbetim yoktu uzun bir aradan sonra, uykuma tecavüz edilmeden uyuyabildim nihayet. Sabah uyandığımda güzel uykunun neşesi vardı yüzümde, şarkı söylemek geliyordu içimden, ferahtım bu sabah. Hiç sızlanmadım, nazlanmadan içtimaya geçtim. İçtimada atışa götürülecekler arasına seçildiğimi öğrendim. Karargahtan seçilen dört askerden biri de benmişim. Kendimi şanslı sayıyordum, hem şafak kastırmış olacak hem de stres atmış olacaktım. Dolu şarjörle nöbet tutarken, uzun zamandır içimde atış yapma isteği birikmiş, kocaman olmuştu. Hatta geçenlerde nöbet kulübesindeyken, “keşke atış olsa da yine gidip atış yapsak” diye geçirmiştim içimden. Başka bişey istesem olacakmış demek ki.
Her neyse, silahları aldık, araca bindik, Yahşihan’daki Kızılırmak kışlasına doğru yol aldık. Tam 74 gün sonra aynı poligonda olmak ve atış yapmak hoş olmuştu. Bi de şarjördeki mermileri eksik koymasalardı daha hoş olacaktı. Dediklerine göre rütbeliler araklıyorlarmış, daha sonra da dağa bayıra gezmeye gittiklerinde sıkıyorlarmış. Normalde dokuzar mermi atacaktık ancak benim silahımdan sadece beş mermi çıktı. Demek ki dört tane mermiyi ya eksik bastılar ya da dedikleri gibi arakladılar. Seri atışta dokuz mermi için iki kez tetik düşürmek olasıksızdı. Bu yüzden üçüncü tetik düşürmede önce silah tutukluk yaptı sandım ama kurma kolunu çekip bıraktığımda şarjörün boş olduğu ve mermilerin araklanmış olma olasılığının da çok yüksek olduğu kanısına vardım. Silahları bırakıp hedefe gittiğimde üç isabetli atış yaptığımı gördüm. Komutan, isabetli atışlarımın kağıtta açtığı delikleri kalemle çember içine alıp işaretledi. Hepsini kafasına nişan almıştım. Biri çenesine, biri boynuna, diğeri de omzuna denk gelmişti hedefin. Günün en güzel yanı ise devrelerimi görmem oldu. İlk badim Nevşet’i, orhan’ı, hasanali’yi, fatih’i ve diğerlerini. Neşo’yla muhabbet ettik, biraz da orhan’la görüştüm, havadan sudan konuştuk ayaküstü. En son 74 gün önceki atışta görüşebilmiştik, çünkü farklı ilçe karakollarından geliyorlardı. Çarşıda görüşme imkanımız da yoktu bu yüzden. En azından devrelerin buluşması gibi bişey olmuştu bu aktivite, o da güzeldi bizim için.
Atış biter bitmez hemen geri döndük. Sanki tabakhaneye af edersiniz gübre yetiştiriyorduk. Arabayı osman uzman kullanıyordu, yanına da haşmet başçavuş binmişti. Haşmet Bçvş. yine formundaydı, rütbeliler de atış yaptılar bizden sonra. Bu 3’te 3 yapmış, “bunun sırrı nedir haşmet komutanım?” diye soruyorlar, “iki bira çekeceksin atıştan önce” diyor. Adam hep geyik muhabbeti içinde, hep bi askeriyeyi umursamaz tavırlarda, hatta dünya yansa üreme organında bile olmayacak yani o kadar, her şeyle dalga dümen geçiyordu. Bi kulağında sürekli kulaklık, şarkı mı dinliyor, telefonda birileriyle mi konuşuyor belli değil ama ikisi arasında gelip gidiyor işte. Böyle bir acayip adamdı bu haşmet başçavuş.
Neyse, geldik karakola. Hava bir saat sonra bozdu. O yalancı bahar havası, kapkara bulutların kapattığı sevimsiz gökyüzü manzarasına dönüştü. Üstüne bi de dolu bastırdı, tam bi sağanak şeklinde. Dışarda dursan kafanı deler yani o derece. Bu yağışın ardından bana yol göründü ve nizamiyeden özdemir’in yanından çıktım. Bulmaca sayfalarından su-do-ku kısımlarını kesip cebime zulaladıktan sonra nöbet kulübesinin yolunu tuttum.
16-18 nöbetini de su-do-ku çözerek geçiriyordum ki, yaklaşık bir saat sonra kapıyı aydınlatan projektör birden söndü. Baktım ki caddedeki tüm sokak lambaları sönmüş, demek ki genel bir arıza söz konusuydu. Bende kulübede göz görmeyen, zifiri bir karanlık içerisinde şarkı söylemeye başladım. İyice coşmuşum, lambaların yandığını ve komutanların mesaisinin bittiğini bile fark etmemişim. Veli Bçvş. lojmana girerken bana bağırdı, ‘nöbetçi gel buraya!’, ‘emredin komutanım!’, ‘niye bağırarak şarkı söylüyorsun?’, ‘özür dilerim komutanım, dalmışım’, ‘git dışarda bekle, kulübeye girme!’, ‘emredersiniz ..’ amk! Neden böyle illa ki bi uyarma, bi laf söyleme gereği duyuyorlar ki, anasını satayım çocuk muyuz lan amk!? Yeter be, ben hiç biyerde böyle aşağılık durumu düşmedim, nedir bu ya! Of ulan, sıktınız artık, bitse de gitsem, kurtulsam ağız kokunuzu çekmekten.
Nöbetin en komik olayı da, haşmet başçavuşun lojmanın önünden geçerken elimdeki sudoku’yu cep telefonu sanarak, ‘getir o telefonu’ diye beni yanına çağırmasıydı. Yanına gidip elimdeki kağıdı uzatınca, şaşkınlıkla kağıdı eline aldı, evirdi çevirdi ve aval aval yüzüme baktı. Diyecek bişey bulamadı, yüzü düştü, fena bozulduğunu anlamıştım, hiç sesimi çıkarmadım ama içimden acayip derecede gülmek, alay etmek geçiyordu. Tuttum kendimi, gülmemek için yanağımı ısırdım. Adeta kibarca “kalça” olmuştu. Artistlik yapamayacağı için nasıl da hevesi kaçmıştı. Kağıdı geri verdi ve arkasını dönüp arabasına gitti. “oh amk!” dedim, “nasıl da morartım seni patlıcan gibi ama”..


-119-
Atarsa Kırklareli!
Başka da yok!
Gece 02-04 nöbetinin ardından, nöbeti emrullah’a verdim ama iki saat sonra geri aldım. Nasıl nöbet yazıyorsa bu yeni komutan, vallahi hiç anlamadım amk! Nöbetçi astsubay da Haşmet Bçvş. umurunda olur mu? Fosura fosura yatıyordu içerde. Bende kaloriferin dibinde vururum kafayı yatarım amk!
Sabah çarşı heyecanı vardı, bizimkiler çıkamıyordu. İbo ve kazım karakola çarşı yasaklandığı için çıkamıyordu. Akşama kadar devriye atacaklardı. Özdemir de nizamiyede diye yarın çıkacaktı. Üstelik 2 saat te nöbet kilitlemiş Mehmet uzman, o yüzden keyfi hiç yoktu. Her neyse, çarşı defterimi imzalattım ve kapının önünden yine bi araç çevirip çarşıya gittim. Artık çok sıkılıyordum buranın çarşısından. Küçücük yer, daracık bir cadde ve kaldırımlar insan kalabalığından geçilmiyordu. Gidecek bir yer, yapılacak hiç bir şey yoktu burada. Biraz internette takılayım dedim, sosyal medyada hala yaşıyor görünüyordum. Bu sanal yaşamın gerçekle uzaktan yakından alakası olmadığına kesinlikle katılıyorum. Bir bilgisayar oyunundan ibaret, her şey günlük güneşlik görünüyordu ordan. Hava açık olmasına rağmen soğuk olduğu için dışarda fazla durulamıyordu. Bu yüzden internette takılmaya devam ettim, internet kafe sıcaktı en azından. Karnımın gurultusundan yiyecek bişeyler aranmaya başladım ve boş sayfaların arasındaki aciz çırpınışlarıma veda ederek kafeden çıktım. Dar sokakların birinde abdulkadir’le karşılaştım. Onu da peşime takıp bişeyler yemek için bi yere oturdum. İnsan yalnızken yemekten bile zevk almıyordu. Tavuk şiş dürümlerimizi ayranla bi güzel mideye indirdikten sonra yürüyerek karakola döndük. Bugün namına aklımda kalan tek güzel olay, internette tanıştığım ve tatlı sohbetleriyle yüzüme neşe getiren, 30lu yaşlarında olmasına rağmen bir genç kız enerjisine sahip hatun oldu. Umarım kendisiyle sanal ortamdan çıkıp, gerçek hayatta da tanışma fırsatım olurdu. Bu aralar bir kadının şefkatli sıcak kollarının arasında sevişmeye çok ihtiyacım vardı.
Akşamüzeri, özdemir kendine tekrar nöbet yazıldığını öğrenince iyice agresifleşti. ‘Ben komutanla konuşmaya gidiyorum’ dedi, sinirli bi şekilde. ‘Bırakıcam nizamiyeyi, nöbet yazsın sadece’. Bir süre sonra, arkasından gittiğimde Mehmet uzmanla hararetli bi tartışmanın içine girmiş olduğunu gördüm. İbo, kazım ve iki üç asker daha bu açık oturumun etrafında seyirci konumunu almışlardı. Mahmut uzman yine yaşadıklarından örnekler vererek, kendince durumun izahatını yapmaya çalışıyordu. Sert tonu oldukça sertti, belli ki çok kızmıştı bu itiraza. Özdemir ise kendisine haksızlık yapıldığı konusundaki ısrarını sürdürüyordu. Ne alakaysa komutan işin içinden çıkamayınca, konu dışına kaçmaya başladı. Kaçak dövüş her zaman yenilmemek için son hamledir. ‘Ben Hakkari Çukurca’dayken üst teğmen 200 kişiye “hepiniz orospu çocuğusunuz” dedi. Ben de buna karşı çıktım, siz bu insanlara küfür edemezsiniz sizi şikayet edicem dedim ve ettim de. İstihbarat geldiğinde askerlere “bu adam size küfretti mi?” diye sorduğunda, “hayır, o bizim babamız” dediler ağız birliği etmiş şekilde. Oysa adam benim gözümün önünde küfretti, kendi kulaklarımla duydum. Üst teğmen şikayeti duyunca askerleri toplayıp “size 1 ay nöbet yazmayacam, sizden özür dilerim, ağzımdan sinirle istemeyerek çıktı o söz, zaten ben sizi çok seviyorum” diyerek askerleri ikna etmiş. 200 tane asker 1 ay nöbet tutmamak için analarını sattılar. Demek istediğimi anlıyor musunuz?’ diye sordu. Bu soruya yanıt vermek yerine, bundan sonra anlasak ta anlamasak ta, haklı olsak ta olmasak ta, “emredersiniz komutanım!” demeyi aklına getirmiş olsa gerek özdemir, arka arkaya ‘emredersiniz komutanım!’ çekti iki üç defa ve konuyu kapatmaya, tartışmayı sonlandırmaya çalıştı. Fakat sinirini tam anlamıyla bastıramayan komutan, (bu tavırlara da çok gıcık olmuştu) biraz daha nutuk atarak içini boşalttı ve ‘daha da ikna olmadıysan, üst komutana dilekçeni yazıp verirsin, hatta dilekçe yazmayı bilmiyorsan ben sana yardımcı olurum, ben de yazarım istersen” diye karşı bir artistik poz ile bitiriş yapmayı da ihmal etmedi. Bu olayın ardından, ‘yazıcam olum, valla billa yazıcam dilekçeyi’ diyerek bir hışımda dışarı çıktı özdemir, ben de nöbete gittim.
Önümdeki bu iki saati nasıl geçireceğimi düşünüyordum. Cebimden sudoku’yu çıkardım, uzunca bir bakış ve isteksiz bir uğraşın ardından tek bir rakam bile yerleştiremedim, tekrar cebime koydum o gazete parçasını. Hava daha da soğumuştu artık, ayaklarım kısa sürede donmuştu. Daha nöbetin bitmesine bir buçuk saat vardı ve ayaklarım soğuktan acımaya başlamıştı. Tüm fiziksel hissiyatı kayboluyor, betonlaşıyordu ayaklarım. Burnumdan tuzlu sıvılar süzülüyorken, öksürmeye başlamıştım. Yine hasta oluyordum işte buyrun, burdan yakın, o da olmazsa bi tarafınıza kına yakın amk!
Aradan yarım saat geçti, çavuş geldi. ‘sen gündüz nizamiyesine geçiyormuşsun, özdemir de gececi olacakmış’ dedi. ‘Kim dedi?’, ‘komutan söyledi, nöbetten sonra yanına uğra istersen’, ‘tamam bakarız’. Ah ulan özdemir, yine bize girdi bu tartışmanın sonucu.
İyice canım sıkıldı, cebimde dolu şarjör vardı. Silaha takıp tarasam mı ki şimdi önüme geleni? Kim çıkarsa karşıma delik deşik etsem mi? içimdeki nefreti kussam, sıkıntımı dağıtsam mı acaba? Tam zamanı değil mi? şarjördeki mermi bitene kadar seri atış yapsam, darbesiz, kim engel olabilirdi bana? Namlunun içinde bir tane mermi bıraksam, o sonuncuyu da kendi kafama sıksam sonra? Çünkü başka bi kaçış ve kurtuluşu yoktu bu hareketin. On numara plan, harekete geçmeye hazırım ancak tam o sırada gözümün önüne ailem geliyordu. Anam, babam, abim falan, ya akrabalar, arkamdan feryat figan olmazlar mıydı? Özellikle de anam, göğsünü çürütmez miydi vura vura? İşte en çok ona dayanamam ben gökten izlerken. Bi de arkadaş ve dostlar vardı değil mi? gerçekten varlar mıydı acaba? Benim dostum var mı ki? Sevgilim, hayat arkadaşım? Arkamdan üzülüp, iki damla bile olsa göz yaşı dökecek kimse olmasa yani kimseyi durduk yere üzmeyeceğimi bilsem, yaptığım bu planın sonunu getirirdim kesinlikle.
Tanrım! Sana şükürler olsun, dedim sonra. Bana içimdeki şeytana bir kez daha “dur!” diyebilme iradesi verdiğin için. Sabır, ya sabır, hep sabır! sabrın sonu selamettir! Nice dervişler, ermişler, peygamberler yüceliklerini hep sabırlarına borçlular değil mi? sanırım burada bulunma amacım gerçekten sabrı iliklerime kadar hissetmek ve buna katlanmayı öğrenmek olacaktı. Bütün bu bunalımın üstüne, benden sonraki nöbetçi de bu dondurucu soğukta 10 dakika nöbeti taktı, hadi geçmiş olsun, yüce sabırlara vesile olsun inşallah..


-120-
Atarsa Kayseri!
Pastırma, mantı, iş adamları, cimrileri, cumhurbaşkanı, Erciyes, başka da yok! Ha bi de fıkraları var, “Kayserilinin birine sormuşlar 2 kere 2 kaç eder? Cevap vermiş, alırken mi satarken mi?”
Sabahtan beridir bi sıkıntı vardı içimde, atamıyordum bi türlü. Şafak sıkıştırmaya başladı sanırım. Kalan günler gözümde büyüyordu. Bir acayip Pazar günüydü bugün. Özdemir dün atar yaptığı için ikimizin mıntıkası olan çöpleri ellemedi, dolayısıyla ben de tek başıma dökemem deyip elimi sürmedim. Koğuşa çıkıp hem kirli çamaşırlarımı yıkadım hem de banyo yaptım. Banyodan sonra çamaşırlarımı kurutma makinasına atmak için aşağı indim, şansıma boş buldum makinayı. Zavallı çamaşır makinası da kapağı kırık olmasına rağmen hala çalışıyordu. Şöyle ki, kırık kapağı makinanın ağzına koyuyorlar, arkasına da bir fırçanın sapını dayayıp ona da bir çek-pas ile takviye yapıp çek-pasın sapını duvara dayıyorlardı. Bir ”V” şekli canlandıysa kafanızda evet işte tam da öyle tutturuyorlardı kapağı, su sızdıra sızdıra dönüyordu makine. Vaziyet böyle iken, ne bir sorumlu rütbeli ne de bölük komutanı ilgileniyordu bu durumla. Geldiğimiz günden beri programı bozulan diğer makinede sadece bir kez yıkayabilmiştim çamaşırlarımı, o da tesadüf eseri olmuştu yine kimse yokken. Sonra da elle yıkamaya başlamıştım. Diğerleri ise ısrarla kırık kapaklı makinanın başında bekleyip, onun için bile sıra kavgası yapıyorlardı. Öyle bir rezillik anlayacağınız. Her neyse, kurutmaya çamaşırlarımı attım, 5 dakika geçti geçmedi, çamaşır makinasında işi biten elemanın teki, kurutmayı durdurup benim çamaşırlarımı çıkarmış, kendi çamaşırlarını atmış içine. Ne yaparsın şimdi? Bıktım dedim ya artık, bu tek hücre değerinde bile olmayan yaratıkımsı laf anlamayan organizmalardan. Şu an hiç çekemem bir ağız dalaşını, bıraktım öylece çamaşırları, tv izlemeye gittim. O ve onun ardından gelenler işlerini bitirene kadar bekledim, zaten bi acelem de yoktu, ne diye muhatap olayım ki, değer mi hiç ağzını yormaya? Bence de değmezdi zaten. Hepsinden sonra “başka var mı çamaşır kurutacak?” diye bi yoklama çektim, ses gelmeyince de kendi çamaşırlarımı attım kurutma makinasına. Doğrusu hiç bişey kaybetmedim, aksine biraz daha sabır kazanmış oldum.
Çamaşır işini hallettikten sonra gidip yattım ama bir süre sonra mıntıka muhabbeti döndü dolaştı koğuşta beni buldu yine. Bir sürü terliksi hayvan ile tartışmak zorunda kaldım istemeyerek, bıktım yahu bıktım amk! En sonunda “tamam” dedim, “ben dökeyim bu şafaktan sonra çöpleri de”, gittim ama çöp kovaları çoktan boşalmıştı. Madem döktünüz, ne diye polemiğe giriyorsunuz ey öglenalar, ey amipimsiler..
Hey Allah’ım deyip, bi “ya sabır!” daha çektikten sonra yatağıma çıkıp uzandım. Bir saat sonra tekrar içtimaya çağırdılar. Bugün yine nöbetçi Veli Bçvş. ne kadar çok seviyor içtima almayı amk! Yemek gelmiş, aşağı iniyorum derken, çavuş; ‘senin nöbetin yok mu? üstünü niye değiştirmedin demez mi?’ al bi de burdan yak! Geri dönüp kamuflajı giydim ve yemeği hızlı hızlı yedim. Lokmalar boğazıma dizilme esnasındayken silahlığa çıkıp silahımı ve şarjörümü aldım, nöbet kulübesinin yolunu tuttum. Yol güzergahında yol kesen eşkıya gibi karşıma dikilen veli başçavuş, hemen yanındaki doldur boşalt varillerine gitmemi söyledi. Bir klasik haline gelen varildeki deliğe namluyu sokup, “ şarjör tak! Kurma kolu çek-bırak! Emniyeti aç-tetik düşür-emniyete al!” dedikten sonra nöbet kulübesinin yolunu tuttum. Derin düşüncelerle dolu bir nöbet daha beni bekliyordu. Yazmayı tasarladığım “Nöbet” isimli oyunun provasını yaptım bir süre. Bu proje taslağı üzerinde düşünürken nöbetimi bitirdim.
Nöbet sonrası birbirini izleyen klişeleri bildiğiniz üzere, koğuşa çıktım, üstümü değiştirdim ve yattım. Yalnız bu kez de alışılmışın dışında bir şeyler vardı. Uyuyamıyordum bir türlü, dönüp duruyordum yatağın üstünde. Ranza gıcırtısından iyice rahatsız olduktan sonra kalkıp kitap okuyayım dedim, kitabı elime aldım fakat bu kez de kitaba yoğunlaşamadım, ikinci sayfayı tamamlayamadan kapadım kapağını.
Bitmiyor bir tülü bitmiyor şu askerlik, geçmiyor zaman, beni içine hapsediyor, bit askerlik bit! Dayanamıyorum artık, deliricem ya! Çok bunaldım tanrım, yardım et ne olur!
İbo’nun yatağına kazım geldi, biraz muhabbet ortamı oldu. İtiraf etmek gerekirse artık onların bu devriye muhabbeti de çekilmez oluyordu benim için. Yine devriyeye çıkacaklarmış, kendi sohbetlerinin dışında kaldığım için hiç keyif almadım bu muhabbetten. Zaten hangi ortamda olursa olsun, ortamın muhabbeti dışında kaldığım anda sıkılmaya başlıyordum ve eğer ki şu an dışarda olsaydık, kesinlikle çeker giderdim, oysa burada çekip gidilebilecek tek yer vardı o da rüya alemi, bu yüzden tekrar yatmayı deniyordum ama yarım saat kadar sonra Veli Bçvş. yine içtimaya çağırdı herkesi. Apar topar aşağı indirildik. Mesel şu ki, berber gelecekmiş te herkes tıraşını olup kendisine “bizzat” gösterecekmiş. Kimin saçının kısa ya da uzun olduğuna “o” kanaat getirecekmiş. Bay paşa hazretleri, yüce şahsiyet! Bu andropozlu erkeklerin uğraşları da böyle şeyler oluyor işte, ne diye sudoku’ya yönelmiyorlarsa işte anlamadım gitti. Halbuki kendilerine iyilik etmiş olurlar ama gel gelelim bunu idrak edecek zeka nerede mevcut? O sırada yemek geldi. Karakolun önünden yemekhanenin önüne geçip tekrar içtima düzeninde toplandık. Biraz da orda nutuk yedik aç karnına. O andan sonra ye bakalım buz gibi yemeği yiyebilirsen.
Bu arada söylemeyi unutmuşum. Nöbetten çıktığım sırada beni yanına çağırmıştı veli başçavuş. Gittim yanına, ‘sakallarını niye kesmedin?’ dedi, ‘unutmuşum komutanım’, ‘kes hemen yanıma gel!’, ‘emredersiniz..’, ben de bişeyler söyleyecek diye pürtelaş tıraşımı olup geldim odasının kapısına, tekmil verip içeri girdim, ‘geldim komutanım’, ‘içeri gir’, dedi kafasını bile kaldırmadan. Girdim, sessizce bekliyorum, masasında bişeylerle uğraşıyor, biliyorum mahsustan yapıyor ama yine de bozmuyorum. Şöyle bi göz ucuyla baktı, başka bi şeyle ilgilenir görünerek, ‘tamam, git!’ dedi. Şaşırdım. Sırf bunun için miydi beni bu kadar telaşlandıran emir? ‘Allah belanı versin’ deyip çıktım gittim.
Of ulan of be! Bitmiyor günler bitmiyor! Şafak ta atmıyor bugün, canım çok sıkkın. Bi yandan şafak sıkıştırıyor, bir yandan nöbet. Daha 20-22 nöbetim vardı, onu nasıl geçireceğimi henüz bilmiyordum ve şimdiden kaygılı bir şekilde düşünmeye başladım onu da.


-121-

Atarsa Kastamonu, başka da yok!
Saat 5.20 gibi uyandım kendi kendime. İçimde birikmiş bir sıkıntı, kalbimde çarpıntı, göğsümün tam ortasında bi sıkışma vardı. Nefes almakta zorlanıyordum, tipik panik atak belirtisi ama başka türlüsü, bu sefer korku yoktu, yoğun miktarda sıkıntı ve baskı vardı. Daha fazla yatakta duramadım, üstüme bişey alıp herkes uyurken dışarı çıktım. Dışarının ayazında bir süre volta atıp yemekhaneye girdim. Havanın soğuğuna daha fazla dayanamadım, aldığım her nefes, burnumun içindeki hava moleküllerini donduruyordu, nefes almamı iyice güçleştiriyordu. Neyse ki yemekhane sıcaktı, doğru bir karar vermişim buraya gelmekle. İçerisi karanlıktı, bikaç adım ilerleyince arka masanın yanında bir insan silueti gördüm, irkildim. Fosforlu parlayan gözlerini bana dikmiş bakıyordu, hiç ses çıkarmadı ama kıpırdıyordu. Ona doğru bikaç adım daha ilerleyince bizim karargahın nöbetçisi olduğunu gördüm. O da benim kim olduğumu seçemediği için komutan olma ihtimaline karşı sus pus olmuştu. Ben olduğumu anlayınca içi rahatladı. Çünkü nöbet kulübesini terk etmiş, yemekhanede oturuyordu kaloriferin dibinde. O da haklıydı, bu soğukta nasıl dursundu nöbet kulübesinde. Oturdum yanına, iki muhabbet yaptık. ‘Nabıyon la burda?’, ‘napayım abi çok üşüdüm, dayanamadım amk!’, ‘haklısın durulmuyor valla’., ‘hayırdır sen ne geziyon bu saatte?’, ‘uykum kaçtı benim de, uyuyamadım aşağı ineyim dedim’, ‘..’, ‘TV’yi niye açmıyorsun, burda karanlıkta duruyosun?’, ‘bozulmuş galiba açılıp kapanıyor sürekli’. Biraz kurcaladıktan sonra açabildim ama bir süre sonra hakikaten kapandı kendiliğinden. Bu TV alındığında ben ne demiştim hatırlıyor musunuz? En fazla bir hafta on gün gider demedim mi? Alın işte size kanıtı. Hiç bişey dayanmaz burda, demirden “başka şeyler” de yapıp getirilse ömrü çok kısa sürer maalesef.
Her neyse, hastaneye kan tahlili yaptırmaya gidicem diye kahvaltı yapmadım. İçtimada haşmet başçavuş ve veli başçavuş beni göreve yazdıklarını ve 8.30 da hazır olmam gerektiğini söylediler. ‘ama hastaneye gidecektim komutanım, randevum vardı’, ‘neyin var, ne randevusu?’, ‘burun ameliyatı öncesi tahliller komutanım, gün verecekti doktor’, ‘tamam biz de hastaneye gidiyoruz zaten, senin hangi hastaneydi?’, ‘yüksek ihtisas komutanım’, ‘tamam biz de oraya gidiyoruz, mahkum götürücez, orda uğrarsın doktoruna’, ‘emredin komutanım’ deyip cezaevi aracını beklemeye başladık.
Bu arada “bi yerden jandarma yeleği bulun giyin” diye tutturdu haşmet başçavuş, hani şu kırmızı olup üstünde jandarma yazan yeleklerden. Ulan oraya soruyorum yok, buraya soruyorum yok, ona buna şuna derken bizim İbo’dan bulabildim en sonunda. Dolabına saklamış, “git dolaptaki temiz torbasının altından al” dedi. Gidip aldım yeleği ve üstüme geçirdim, şimdi tam bir devriye askeri olmuştum işte.
Derken cezaevi aracı geldi iki tane, ‘hangisine binicez komtanım?’ diyene kadar haşmet başçavuş “ikincisine”, Duran başçavuş “öndekine” diye polemik yaşarken, öndeki ilk araçta bulduk kendimizi. Haşmet Bçvş. ise kendi dediğine binip hastaneye gitmiş, peki biz nereye gidiyorduk? Kapı açıldı, adliyede olduğumuzu gördüm. Hadi bi de burdan buyur! 8 tane DHKP-C üyesi mahkumun duruşması için adliyede bekledik. Neyse ki 1 saatte bitti işleri ve karakola döndük. Döner dönmez hastane sevkimi çıkartıp, randevuma yetişmek için komutana çıktım ama kendisi alaya gittiğinden nöbetçi komutan osman uzmana söyledim durumu. O da öyle şöyle böyle ben bilmem falan filan diye geveledikten sonra mahmut uzmanı arayıp durumu bildirdi ve gereken izni aldı. şimdi sıra sevkin bölük komutanına imzalatılmasına gelmişti. Sevklerle beraber başka evrakları da imza dosyasına yerleştirip komutanın kapısının önüne geldi osman uzman. Kapıyı çaldı ses çıkmadı, ‘sanırım telefonla konuşuyor’ dedi. Biraz bekledikten sonra tekrar çaldı yine ses yoktu, o da ‘biraz sonra gelirim yine’ dedi ve odasına gitti. ben hala bölük komutanının kapısında osman uzmanı bekliyordum. Bekle bekle gelmeyince, koğuşa gidip üzerimi değiştirdim, sivil kıyafetlerimi çektim üzerime, daha fazla zaman kaybetmemek için. Geri döndüğümde sevkin hala imzalanmamış olduğunu görünce sinirlendim haliyle. Osman uzmana sitem ettim, o sırada bölük komutanı bunu çağırdı, o sıra benim de gazıma gelmiş olacak ki, direk söyledi yüzbaşına sevk olayını ve imzalattı sevkleri, bana verdi. Nihayet yol göründü bana, koşarak dışarı attım kendimi, ey özgürlük! Sen nelere kadirsin.
Hastaneye girdim, hemen doktoruma göründüm. Kan tahlilleri, göğüs röntgeni ve kalp grafisi çektirip hepsini beraber getirmemi söyledi. Böylece bu iş te öğleden sonraya kalmış oldu. Öğle arasında bir çarşı turu yapma fırsatım oldu. Çarşı turunun ardından sonuçları topladım ve doktoruma teslim ettim. Sonuçları üstün körü inceledi, bu sefer de anestezi polikliniğine gönderdi. Ordan da anormal bir sonuç çıkmayınca ameliyat için “ne zaman uygunsun?” diye sordu. “Hemen yani her an uyar bana hocam”. Programına baktı, ajandasını inceledi, takvimi gözden geçirdi, “Çarşamba yapalım o zaman” dedi. “Tamamdır hocam, bana uyar” dedim. “Yarın üç gibi gel hastaneye yatışını yapalım, sabah ta ameliyatı yaparız”, “olur hocam” deyip çıktım. Ameliyat sonrası kullanılmak için yazdığı ilaçları almaya gittim eczaneye. İlaçlarımı aldım, karakola döndüm.
Mahmut uzmana çıkıp durumu anlatınca, o da durumu bölük komutanına söyledi. Bölük komutanı, ‘ne kadar günün kaldı senin?’ diye sordu., ’37 komutanım’, ‘bence sen son 10 gün kala ol, gönderelim seni, burda rezillik çekme’, ‘olabilir komutanım ama gün almıştım doktordan’, ‘git konuş doktorunla, değiştirebiliyorsa değiştir, göndeririz seni, 10 güne kadar gönderiliyor zaten, evde yatmış olursun’, ‘doğru söylüyorsunuz komutanım, ben gönderilmiyor diye böyle yapmıştım, madem göndereceksiniz dediğiniz gibi yapayım’, dedim ve bu konuşmanın ardından ertesi gün ameliyat gününü değiştirmek için doktorumla görüşmeye gidecektim. Hem böylesi daha güzel olacaktı sanırım. Hesaplar tutarsa eğer, biranda atarsa 27 deyiverecektim.


-122-
Atarsa Kars!
Kete, Sarıkamış, Kağızman, Kağızman’a ısmarladım nargile nargile, gümüş kemer ince bele dar gele oy dar gele, başka da yok!
Sabah yine çöp dökme muhabbetine dalaştılar benle, kendi üst devre tribine sokan terliksiler. O kadar konuşup ta hiç bişey yapmayan mikro organizmalar, çürükçül bakteriler, evet evet bu son benzetmem cuk oturdu. Aradığım kelime tam da buydu, tanımlamaya en çok bu uydu tabiri caizse. İnatla tartışıp bir sonuca ulaşamadıklarına kanaat getirince komutana şikayet ettiler. Komutan da çöpü onlara döktürdü, işte buna “bingo” derim ben. Komutan ilk defa benim gözümde mantıklı bir karar vermiş oldu, ne de güzel oldu, oh olsun amk!
Akabinde ve de detayında içtimaya katılmadım. Bugünden itibaren tekrar nizamiye çavuşluğu görevine başlamış bulunuyordum. İlk görevime geri dönmüştüm sonunda. Mahmut uzman nizamiyenin önünden geçerken, hastaneye gidip ameliyat günümü erteletmek için istedim. Net bi tavırla, ‘öğleden sonra gidersin’ dedi. ‘Emredin komtanım!’ dedim ve öğleye kadar nizamiyecilik oynadım. Birkaç ziyaretçi kaydettim zaman geçirmek için, bu arada yunus uzman kimlik sorgusu kotasını doldurmak için yine kimlik getirmem konusunda şakalı imalı uyarılar yapıyordu. Ben de dalgasına hem zaman geçsin hem de muhabbet olsun diye bikaç kişinin kimliğini götürüyordum ona. Yine böyle üst üste kimlik istediği günlerden biriydi. Topladığın 4-5 kimliği beraber götürdüm sorguya ama sistem bozuk diye sorgu yaptıramadı, içi gitti adamın. ‘neyse, aferin, böyle getirmeye devam et ama şimdi sistem bozuk sen kaydet hepsini deftere iyice, sakın atlama bak, denetim de hepsine bakıyorlar’. Oysa denetimde kimsenin aklına defter bile gelmiyordu, o kendi kendine gelin güvey oluyordu işte. Herkesin bir tutkusu var, onun da buydu her halde. Öyle böyle, boş muhabbetlerle öğleyi ettim, yemeği yedim ve nöbetçi komutandan izin alıp çıktım hastaneye.
Hastaneye geldim ama doktorum ameliyatta imiş. Bu aralıkta bi çarşı yaptım geldim tekrar, biraz daha bekledim. Üçü çeyrek geçe civarı ancak gelebildi muayenehanesine. Bu arada bizim acemilikte takım başımız olan, en uzunumuz, başarı belgelimiz Serkan’la karşılaştım. O da çıkmış hastaneye, biraz muhabbet ettik havadan sudan. Doktorum gelince de vedalaştık, ben doktorun odasına daldım hemen, zira kapısında bekleyen birkaç kişi daha vardı. Hemen konuya girip durumdan bahsettim. “Hocam ne kadar istirahat verecekseniz, terhisimden o kadar gün önce ameliyat olup, erken terhis alabileceğimi söyledi komutanlarım’, ‘en fazla 10 gün istirahat olur’, ‘daha fazla veremez misiniz hocam? Mesel a15-20 gün?’, ‘devletin tek doktora verdiği kanuni hak en fazla 10 gün, benim yapabileceğim bişey yok bu konuda’, ‘neyse hocam o zaman bizim ameliyat tarihini değiştirelim bari’ dedikten sonra yine ajandasını karıştırdı. ‘daha ocak programım belli değil, sen bu ay sonu tekrar gel, aynı tetkikleri bi daha yapıcaz zaten, o zaman kararlaştırırız günü’, ‘tamam hocam, oldu o zaman kolay gelsin, iyi günler’ deyip çıktım odasından ve de hastaneden. Karakola döndüm, alelacele gidiyordum geç kaldığımı sanarak. Geciktiğim için telaşlıyım, nasıl hesap vericem diye düşünüp duruyorum ama geldiğimde ortalıkta kimse yoktu. Ne nöbetçi komutan ne de bizden sorumlu mahmut uzman, çıkıp gitmişler bi yerlere. Rahatladım ben de, üstümü değiştirip nizamiyeye geçtim. Ben yokken kimse de geçmemiş yerime, boş duruyordu nizamiye. Kimse durmasa da orda, bişey olmuyordu. Yani o kadar gereksiz bir iş yapıyordum anlayacağınız.
Akşam yemeğine kadar kimse gelmedi, kitabımı okudum. Yemek gelince de yemeğe gittim, mesaim bitmiş oldu nizamiyede. Yemekten sonra 18-20 nöbetini tuttum. Bir buçuk saat sudoku ile oyalandım. Bu arada sürgülü kapı açıldı, içeri 3 tane fıstık gibi çıtır hatun girdi. Bir anlık şaşkınlık yaşadım, “halüsinasyon mu görüyorum acaba?” dedim, çölde bi vaha gibiydiler, önümden geçip gittiler. Onlar geçerken birinin, lojmandaki trafikçinin baldızı olduğunu fark ettim, diğerleri de onun dershaneden arkadaşı olmalıydılar. Çünkü ellerinde test kitabına benzer materyaller vardı. Hatunların güzelliğine dalmışken pek fazla dikkat edemedim ellerindekilere. Soğuk akşamımı saman alevi gibi ısıtıvermişlerdi, arkalarından bakakaldım içeri girene kadar. O güzel saçlar, bebek gibi tenler, göğüsler, kalçalar, bacaklar, aman Tanrım! Kendimden geçmiştim resmen.
Biraz sonra durgunlaşıp, sudoku’ya devam ediyordum ki iki hatun sesi duydum, kafamı kaldırdım. Diğer iki hatunun lojmandan çıkıp kapıya doğru yaklaştıklarını gördüm, heyecanlandım. Yüzümde engel olamadığım yavşak bir gülümseme ve mağrur bir seremoni ile kapıyı açtım onlara, ‘teşekkürler’, ‘iyi akşamlar gü..’ derken bir hışımla sıçrayıp gittiler gözümün önünden. Oysa ‘güzeller’ diyecektim ki, cd çalarda takılan şarkı gibi dudaklarımda takılı kaldı sözcükler. İçime oturdu resmen, arkalarından bakmadım bu sefer, belki bi gören olur diye. Ondan sonra ayaklarımın buz kestiğini hissettim. Bütün ateşimi söndürmüştü hatunların gidişi, buzlaşıyordum resmen, daha da yarım saat vardı nöbetin bitmesine. Kaçak olarak lojmana girdim, hava hafiften kararmıştı. Kaloriferde ayaklarımı ısıttım ve nöbet bitene kadar da orda kaldım. Nöbeti sattıktan sonra, doğru koğuşa çıktım. Yattım ve şafak kastırmaya başladım. İstirahati düşersek eğer atarsa 26!


-123-
Atarsa İzmir!
Buca, Konak, Alsancak, kordon boyu, çimler, Gündoğdu meydanı! Basmane, Bornova, Karşıyaka-Göztepe! Göztepe köprüsü, Güzelyalı sahili! Balçova, inciraltı, Narlıdere, Güzelbahçe, urla, çeşme! Alsancak gar, tarihi hava gazı fabrikası, meşhur saat kulesi, kemeraltı çarşısı, taze gevrek, sıcak boyoz, çıtır çiğdem! Kıbrıs şehitleri caddesi, gazi kadınlar sokağı, barlar, kafeler, kilise sokağı, Bornova sokağı ve travestiler! Küçükpark piyasası, öğrenciler, rock barlar! Mithat paşa caddesi, Küçükyalı, tarihi asansör, Dario Moreno! ESHOT otobüsleri, Halkapınar istasyonu, Şirinyer metrosu, Gaziemir-Aliağa banliyösü, bitmek bilmeyen Fahrettin Altay hattı, İnönü caddesi polemiği, Yeşilyurt, Eski İzmir, Karabağlar, limontepe, olimpiyat köyü! Eşrefpaşa, kadifekale, Gültepe, şahin tepesi! Varyant, ikiçeşmelik, üç kuyular, Çankaya civarları. Bostanlı iskele vapuru, üçkuylar arabalı vapuru, mavişehir, çiğli, örnekköy manzarası! Havası deniz kokar sokakları kız güzel İzmir’in. Türkiye’nin en güzel kızları buradadır. Saymakla bitmez anıları, her kaldırım taşında ayrı bir hatıram vardır. Daha neler neler anlatırdım eğer İzmir’i yazsaydım. Tam 35! Başka da şafak yok!
Bu sabah ta dünkü şansım devam ediyordu. Dün akşam koğuşlara su basıldığında nöbetteydim 18-20’de. Sabah ta 06-08 nöbetimde bölge komutanı seferberliği vardı. İçtima bile iptal edildi, herkes mıntıka temizliğine dağıldı, aynı geyikler dönüyordu yine. Nöbetten sonra da direk nizamiyeye gittim. Bölük komutanı mıntıkaları geziyordu tek tek. Koğuşlarda dolapların yerleştirme düzenlerini değiştirmişler, onun için yukarı çıktım. Dolabımı düzenleyip tekrar nizamiyeye geri döndüm ama durulmuyor ki orda da buz gibi anasını satayım. Santraldekiler, nizamiyenin ısıtıcısını yürütmüşler, onu almaya gittim. Santralci ve yandaşları ısıtıcıyı vermemekte ısrar edince ben de komutana söyledim. Veli Bçvş. ve yanında sedat uzman varken ben de yanlarına gidip, ‘komutanım nizamiyenin sobasını santral almış, vermiyorlar, nizamiye de buz gibi durulmuyor, ne yapayım?’ Veli Bçvş. hemen yanındaki sedat uzmana döndü, ‘o soba nizamiyenin değil mi?’, ‘orayı ısıtmıyor diye santrale verdik, nizamiyeye başka alıcaz komutanım’, ‘ne zaman alacaksınız, soğukta mı dursunlar nizamiyede?’, ‘bi sorayım komutanım’ dedi ve bu muhabbetten yaklaşık 1-2 saat sonra yeni soba geldi nizamiyeye, hem de kalorifer petekli ısıtıcı. Oysa bir aydır boşu boşuna bu kavgayı yapıyorduk santralle kendi aramızda. Gerçi ben nizamiyeye daha yeni geçtiğim için, meseleyi hemen hallettim, özdemir çok üstüne düşmüyordu bu işlerin.
Neyse, nizamiyede sıcacık oturuyordum, mahmut uzman habire gelip, “buraya paspas at” deyip duruyordu. Her seferinde atmama rağmen, o da her gelişinde, “niye paspas atmadın buraya?” diye soruyordu. “attım komutanım ama girip çıktıkça kirleniyor haliyle” diyordum, “tamam bi daha at o zaman” deyip gidiyordu. “hasbinallah” çektim, “ya sabır” çektim, sabretmeye devam ettim. Neyse ki böyle şeylere sabredebiliyordum artık. O yüce mertebeye eriştim sanıyorum ya da az bişey kaldı. Bunu üstüne kapının önünde duran üç parça kırık tahtaya gözleri takıldı, ‘bunlar niye burda duruyor?’, ‘bilmiyorum komutanım’, ‘at bunları, burda ne işi var bunların’, ‘emredin komutanım’. Paspas attıktan sonra o ne idüğü belli olmayan tahta parçalarını götürüp çöpe attım. Bir süre sonra kimlik sorgusu için uyarı yapmaya gelen yunus uzman, tahtaların olduğu yere baktı. ‘Ne oldu buradaki tahtalar?’, ‘çöpe attım komutanım, bölük komutanı at dedi’, ‘onlar at der tabi, nasıl olsa onlara giren çıkan yok, bana zimmetli o tahtalar, çabuk attığın yerden al getir odama onları, çabuk, çabuk!’ ne tahta parçasıymış amk! Günlerce nizamiyenin bi köşesinde durdular kimse yüzüne bakmadı, bi çöpe attık değere bindiler amk! Hem hangi akla hizmet tahta parçası zimmetli mal olabilirdi? Çöp konteynırından tahtaları çıkarıp inceleyince onların kırılmış bir sehpanın parçaları olduğunu anladım. Ulan bir sehpa en fazla kaç para eder ki? Hele ki eskimiş ve kırılmış, tahta parçası haline gelmiş olanı? Bunu için bu kadar sıkıntı yapmaya, stres yaşatmaya değer mi? bunların hepsinin kafasına.. Ondan sonra da daha ilginçlikler bitmiyordu. Mahmut uzman, arabaların altına tutulan aynayı sordu, kırık ve yıllardır kullanılmayan aynayı. Bölge komutanının gelme ihtimalinin ihtimali var ya, o da değere bindi amk! Hemen yener astsubaya bildirdiler durumu, sorumlusu o olduğu için. O da çarşıya gidip yaptırdı ve getirdi nizamiyeye koydu. Sedat uzman da teslim ederken yanındaydı, “bunu içeri koy ama sakın kullanmayın ha, süs olarak dursun burda, ‘es kaza’ komutan filan gelirse tutarsınız, onun dışında kimseye tutmayın, dikkat edin sakın kırılmasın tamam mı?”, ‘emredin komutanım’. O gitti, mahmut uzman nizamiyenin önüne bölük komutanının aracını çekti. “iki dakika yıkayıverin şunu hadi, suyu da ben tutarım, fırçalayıverin gitsin işte” dedi. Keşke tutmaz olaydı, fırçaladığım bütün sabunlu suyu üzerime sıçrattı amk! Araba da yıkamadık demeyiz artık şu askerlikte. Sözde nizamiye çavuşuyum daha bi çavuşluk yapamadım, herhangi bir erden farkım yoktu hala. Üstüne daha da çok iş yapıyordum. Bu nasıl bir şeydi böyle anlamadım gitti.
Onu bunu boş verince, yeni sobamın ısısında parkemi çıkarıp kitabımı okumak, ne kadar da keyifli olmuştu. Umarım bu sessizlik ve huzur ben gidene kadar devam eder diyecekken, sabahtan beri hastane sevki bekleyen cezaevi askerleri bu hengamede bir türlü hastaneye gönderilemediler. Bu yüzden nizamiyeye gelip, benim yanımda beklemeye başladılar.
Artık hastaneye gitmek te zulüm olmuştu. Önce buradan mühimmat komutanlığının (sözde 30 yataklı) revirine gönderiliyordu. Orda bakılıp uygun görülürse normal hastaneye sevki veriliyordu. Yani çarşıya kaçmak gibi bir durumun önüne geçilmiş oldu böylece. Ne kadar başarılı oldukları tartışılır tabi, özellikle de bizim karakolun askerleri üzerinde.


-124-
Atarsa İstanbul!
Yeditepe, Beyoğlu, taksim, istiklal caddesi, cihangir! Nişantaşı, Mecidiyeköy, Ortaköy, Beşiktaş, Dolmabahçe, Boğaziçi! Köprüler, kız kulesi, galata kulesi, galata köprüsü, haliç, sultan Ahmet, Topkapı Sarayı, Ayasofya! Eminönü, balık ekmek! Bakırköy, cevizlibağ, merter! Beylikdüzü’nden taa Kadıköy’e metrobüs! Altunizade, Üsküdar, harem! Boğa heykeli, boklu dere, moda sahili, adalar, bostancı, Suadiye! Anlatmakla biter mi İstanbul be! İstanbul deyince apayrı bir kitap, hatta binlerce roman yazılır, yüzlerce film çekilir, nitekim örnekleri mevcuttur. Bense sadece imgelerle bir siluet oluşturuyorum adet yerini bulsun diye. Her neyse, burda İstanbul’a bir nokta koyup, asıl meselemize, poşetlik dönemimizin bu son demlerine geri dönelim.
Efendim, dünkü seferberlik bugün de devam etti. Ayrıntılara girmiyicem, keza artık biliyorsunuz seferberlik durumunun ne olduğunu. Bizim için gerçekleşen ilk önemli gelişme kazım’a gelen kargo oldu. Kolinin içinden paketler, paketlerin içinden dolmalar ve sarmalar ve lahmacunlar ve kuru pastalar ve tatlılar çıktı. Hepsinin tadına baktık. Özellikle cevizli kırmızıbiber dolmasının ve Antep fıstıklı kadayıf tatlısının tadı damağımda kaldı. Ellerine sağlık olsun, yapanların ve gönderenlerin.
İkinci durumsa şuydu, öğle yemeği geldi. Yemekhaneden sorumlu olan rütbeli, ne bizi ne de yemekleri yemekhaneye sokmuyordu. Neymiş efendim, bölge komutanı gelirse yemekhaneyi kirli görmeyecekmiş. Böyle görmesi daha mı iyi amk! En sonunda olanlar oldu, tabldotları dışarı çıkardılar, yemeklerin kapakları açıldı, herkes saldırdı yemeklere harp çıkmış gibi. tabldotlar gelişigüzel dolduruldu, orda burda kıyıda köşede neresi uygunsa yemek yenmeye başlandı. Biz de poşetler olarak tabldotlarımızı alıp nizamiyeye gittik ve benim mekanımda yedik yemeklerimizi. Bu da ayrı bir anekdottu. Eğer o ara es kaza alay komutanı bile gelse, bu rezilliğimizi görse, kim bilir nasıl fırça kayardı, hem bölük komutanına, hem de sorumlu rütbeliye. Sonra o gittikten sonra bölük komutanı o rütbeliye, en son herkes o rütbeliye. (günün benim açımdan belki de en güzel ve de son olayı postacının benim adıma getirmiş olduğu mektup oldu.)
Bu seferberlik anında koğuşlardan sorumlu rütbeliler, dolapları kontrol etme ayağına ellerine ne geçerse fırlatıp çöpe atmışlar. Sularımız, şampuanlarımız, havlularımız, hatta temiz torbamız ve içinden saçılan çamaşırlarımız. Ne bulurlarsa atmışlar amk! Benim de bunun gibi eşyalarım atılmıştı, gerekçe olarak ta düzgün durmaması öne sürüldü. Ulan! Af edersiniz, göt adar yere zaten ne kadar şey sığabilir ki, sığınca da düzgün dursun! Ta AMK! Bu şekli disiplinin şimdi! Özellikle beni en çok sinirlendiren olay, temiz çamaşırlarımın arasında sakladığım ajandamın atılmış olmasıydı. Bu, alaydaki olaydan sonra defterimin başına gelen ikinci hadiseydi. Her şeyin telafisi vardı, bi değeri vardı ama bu defterin ne bir telafisi vardı, ne de biçilebilecek, ölçülebilecek bi değeri. Bütün jandarma genel komutanlığı, hatta genel kurmayı toplasalar, bütün paşalar önümde diz çöküp özür dileseler, ayağıma kapansalar bile yine de defterimin bir yaprağı kadar değerli olamazlar gözümde. Tek bir kelimesini bile telafi edemez hiç biri.
Neyse ki tesadüf eseri bizim kazım orda bulunmuş ta alıp yatağına, battaniyesinin arasına saklamış defterimi. Bu hareketiyle defterime yardım ve yataklık yapmış olduğu için kendisine minnettar olduğumu belirtmek istedim ve kitabımı başta okuduğunuz üzere kendisine ithaf ettim.
Uzun zaman sonra, hatta askerlikte aldığım ilk mektubu getirmişti postacı. Ebru Müjde’den geliyordu bu müjdeli haber. Yeni tanıştığım bu esrarengiz kadın hakkında belki daha sonra bahsederim, ama şu anda ona bir cevap borçluydum. Önce ona bir cevap yazmalıydım, çünkü gerçekten beklentimi karşılayan bir mektup yazmıştı bana. Çok sevindim, çok mutlu oldum, meğer buna çok ihtiyacım varmış. O kadar da söyledim arkadaşlara, arkadaşım sandığım zatlara; bugüne kadar kaç kişi adresimi istedi, hatta mektup gönderdiğini bile söyleyenler oldu, mektup yazmak zor olur diye kart ta kabul, kart atın bari dememe rağmen ve hatta onu da gönderdiğini söyleyenler olmasına rağmen hiçbiri ama hiçbiri şimdiye kadar bana ulaşmadı. Elime geçen tek mektup ve belki de sırf bu yüzden değerli gördüğüm (okumadan önce) ama daha sonra içerik bakımından da çok değerli bulduğum bu mektup oldu. Bana bu güzelim duyguları yeni baştan hatırlattığı ve içimi pozitif enerjiyle coşturduğu için kendisine burdan da ayrıca kucak dolusu teşekkürlerimi ve sevgilerimi gönderiyorum. İyi ki var oldun!
Bu coşkun duygularla 18-20 nöbetimin nasıl geçtiğini anlamadım bile. Bir aşk kıpırtısı, hafif duygusal bir çalkantı ne de güzel yapıyordu kafamı. Gerçekten çok özlemişim bu ambiyansı, bana yeniden taze hülyalar erdiren Tanrıma şükürler olsun!


-125-
Atarsa İçel, namı diğer Mersin!
Tantuni, Tarsus, Anamur muzu, Silifke yoğurdu, mersin idman yurdu, taş ucu limanı, Kıbrıs feribotu, başka da yok!
Ne çabuk Cuma oldu, bu hafta iyi şafak attırdım, hiç anlamadan geçti gerçekten. Özellikle hastane muhabbeti Pazartesi ve salıyı, bölge komutanı muhabbeti de Çarşamba ve perşembeyi attırdı. Bugünü ise dünkü mektubuma cevap yazmaya çalışarak attırmaya başlamıştım ki, ikinci bomba kapıya geldi. İzmir’den arkadaşım Aslı’nın mektubu. Mavi, şirin bir zarfın içinde elime ulaştı. Ne büyük bir sevinç yaşıyordum anlatamam. Daha bir tanesine cevap yazamamışken ikinci mektubum gelmişti. Heyecanla hemen açıp okudum. Kısa yazmış ama çok tatlı yazmış, hiç yoktan iyidir, hele ki ümidimi kesmişken. Geç kaldığı için özür diliyordu ama mektubun üzerindeki gönderim tarihi 12.12.12 idi. Bence özellikle bu tarihi beklemiş olmalıydı. Saati de enteresandı, o da tesadüf eseri 16.16 idi. Ebru’nun mektubuna yazdığım cevabı yarım bırakarak Aslı’ya cevap yazmaya başladım sıcağı sıcağına. Çünkü Ebru’nun mektubu daha uzun cümleler gerektiriyordu ve bi kalemde bitirmem mümkün değildi. O yüzden Aslı’nın mektubunu aradan çıkarıverdim, hem kısa yazdığı için alacağı kısa cevap onu memnuniyetsiz bırakmayacaktı. En azından ondan daha uzun yazmış olmam bile tatmin edecekti onu. Bu iki mektubun yanı sıra, genel anlamda, tüm dostlarıma hitaben yazdığım, yani hemen hemen bitirmeye ramak kalan bir asker mektubum daha vardı. Onu da internette blog sitemde yayınlayacaktım. Belki gereken yerlere gerekli mesajları iletebilmiş olabilirim böylece. Hiç olmazsa bir hatıra olarak kalırdı, geçmişe dair bir belge niteliği taşırdı. İleride dönüp baktıkça, okudukça, “vay be, meğer ne günler geçirmişim” diyebilirim, kimilerine ibret olsun diye de gösterebilirim belki. Şu anda beklediğim 2-3 tane daha mektubum vardı. Eğer onlar da gelirse çok çok mutlu olucaktım ama gelmezse de sağlık olsun, yazana da yazmayana da, yazmak isteyip te yazamayana da, fırsat bulamayana da, yazıp ta gönderemeyene de, gönderip te postacının azizliğine uğrayana da, elime ulaşmayanlara yapılacak bişey yoktu maalesef. Düşünmeniz yeterdi dostlarım, sağ olun, var olun ve hep gerçek, hep baki kalın hayatımın bir köşesinde.


-126-
Atarsa Isparta!
Güller ve dudaklar şimdi, gül bahçeleri, gül mamulleri dükkanları, gül yağı, gül suyu, gül sabunu, gül şampuanı, gül kolonyası, gül lokumu, gül reçeli, kısacası gül gibi bir şehirde gül gibi geçinip gidenler ve bu diyarın babası Süleyman Demirel namı diğer çoban sülo, Başka da yok!
Ne deyim, bugüne dair anlatabileceğim pek bişey yoktu. Devrelerim özdemir, ibo ve kazım çarşıya çıktı. Ben de nizamiyeye kapadım kendimi ve inzivaya çekildim. Zaman zaman bulmaca çözdüm, kah kitap okudum kah bişeyler karaladım, gelen mektuplarımı bi daha okudum, Ebru’ya cevap yazdım, arkama yaslanıp yazdığım cevapları bir kez daha okudum, cevabımı aldıklarındaki durumların hayallerini kurdum, derin düşüncelere daldım. Bir kez daha eski defterleri kurcaladım istemeden, zihnimin tozlu raflarından çıkarıp, üstünde biriken tozlarını üfledim geçmişimin. Bir kez daha temize çektim gelecek planlarımı, yeni hamleler kurguladım satranç masamda. Flasback! Flashforward! derken spirallerden, düşünce baloncuklarından ‘at the moment’a geri döndüm. Bugün de akşamı ettim nihayet. Güzel bir şafak attırdım söz gelimi.
Elektrikli kalorifer peteği görünümündeki ısıtıcının dibinden ayrılamıyordum. Dışarısı buz gibiydi, yerdeki su birikintileri bile donmuştu. Su boruları da donmuş, su akmıyordu. Su olmayınca nasıl yıkansın araçlar? Bana ne gereği var değil mi? ne saçma sapan şeyler düşünmeye başladım yine, en iyisi bulmaca çözmeye devam edeyim. İki dakika boş bırakmaya gelmiyor beynimi, hemen düşünce mekanizması devreye giriyor. Gazetenin bulmaca ekindeki sudoku kısımlarını kesip cebime koydum, gece 22-24 nöbetinde çözer, nöbet kastırırım diye. geri kalan gazetenin kenarına köşesine, boş kalan her yerine imza atmaktan kalemim bitti. Neyse ki özdemir’e çarşıya giderken kalem ısmarlamıştım “bişey istiyor musun?” diye sorduğunda. Yeni kalemimle artık hem yeni şafakçıklarımı atabilecek hem de doya doya yeni imzamı atabilecektim. Bu arada imzamı değiştirdim, eskisini biraz geliştirdim. Biraz estetik kattım yani.


-127-
Atarsa Hatay, namı diğer Antakya!
Halkının oylarıyla Türkiye’ye sonradan katılan şehir ama ne yazık ki Atatürk bu güzide şehrin Türk sınırları içine girişine şahit olamadı. Buradan tüm Hataylılara selam olsun, başka da yok!
Yeni bir Pazar günü hava açıktı ancak her yer don tutmuştu. Dünden pek farkı olmayan bir şekilde başladık güne, aynı şekil yaşanıyordu, aynı döngünün içinde aynı sürüncemede devam ediyordu hayat. Önce nizamiyenin içini ve kapısının önünü süpürdüm sonra bi oturdum koltuğuma oturuş o oturuş. Öğleye doğru ilk devriye aracı çıkana kadar kaldırmadım kıçımı koyduğum yerden. Devriye aracından sonra bir de trafik aracını gönderdim sonra yemek arabası geldi. Yemek yiyip tekrar nizamiyeye kapandım, dünden kalan yarım bulmacalara baktım. Bikaç sudoku çözdüm, bi devriye aracı daha gönderdim, yazdığım mektuplara bi daha göz attım, ufak tefek eklemeler yaptım. Paltomun cebinden kitabımı çıkardım, biraz okudum, biraz daha okudum, sonra biraz daha derken baktım gelen giden yok iyice daldım gittim kitabın içine. O kadar gömülmüşüm ki sayfaların içine akşam olduğunu gözlerimin yazıları seçemeyişinden anladım.
Nizamiye görevim bitmiş, yerimi özdemir’e devretmiştim. Canım çok sıkılmadan, şafak sıkıştırmadan bir günü daha akşam etmenin huzurunda yemeğe gittim. Yemekler az gelmekle kalmıyordu, üstüne güzelliğini ve kalitesini de yitirmişti. Gün geçtikçe daha da yenmez oluyordu yemekler. Sırf aç kalmamak için iğrene iğrene yiyordum, yaşam mücadelesi bir nevi. O da çürükçül bakterilerden geriye bişey kalırsa. Birbirlerini ite kaka, etrafa döke saça, saldırırcasına, tam anlamıyla yangından mal kaçırırcasına alıyorlardı yemekleri. O manzaraya şahit olduktan sonra zaten iştahı kaçmaması mümkün değildi normal bir insanın. O kadar iğreniyorsun ki, kaçmak istiyorsun bu ortamdan ama kaçamıyorsun, nereye kaçacaksın? Kaç ulan kaç! Bit askerlik bit artık!
Hişt, pişt, hey orda mısın? Son zamanlarda karşılaşmıyoruz hiç, sesini duyamıyorum bu aralar. Nereye saklandın ey iç sesim, sağ duyum, hayali arkadaşım, hayattaki en kadim dostum, can yoldaşım ne-re-de-sin? Seni çok özledim, çık ortaya da biraz sohbet edelim, bana biraz güzel şeyler söyle de şu kalan günlerimde daha sabırlı olabileyim değil mi? – şafak mı sıkıştırıyor efendimiz? – geldin demek, sen misin gerçekten? – hiç gitmedim ki, ben hep burdaydım, sadece beni çağırmanızı bekledim. – sakın bi daha böyle davranma! Davet mi göndermek gerekiyor seninle konuşmak için? – haşa efendimiz, öyle demek istemedim. Sadece kafanızı karıştırmayayım dedim, çünkü başka şeylerle ilgileniyordunuz son zamanlarda. – olsun, sen yine de konuş benimle, beni bana bırakma, hiç değilse düşündüklerimi ve yaptıklarımı onayla olur mu? – emredersiniz efendim! – benimle öyle resmi jargonla da konuşma, hele ki askerde, sivil muhabbete hasretken, hem seninle aramızda resmi bir ilişki yok ki, gayet samimiyiz seninle, gayri resmiyiz değil mi? – öyle mi gerçekten? – ne sanmıştın ya? Sakın bi daha amirinmişim gibi konuşma benle lütfen. – pekala efendimiz, siz nasıl isterseniz. – buna çok sevindim. – sizi sevindirmek beni onura eder efendimiz. – seni çok seviyorum bunu unutma tamam mı? Seni özellikle çağırmasam da sen her zaman karış kafama, iç sesim olmaya devam et yoksa kendimi çok yalnız hissediyorum, ne olur beni yalnız bırakma. – aman efendimiz, tabi ki de her zaman sizinleyim. İhtiyacınız olduğu her an içinizi dinleyip beni duyabilirsiniz, ben hep orda olucam. Ama sakın bana ukala muamelesi yapmayın, güceniyorum sonra. – ne münasebet canım, emin ol öyle bişey yapmam. Sen de küsme, alınma hemen. Dalgınlıkla istenmeyen bi hareket yapsam bile kırılma bana, affet beni olur mu? – oldu bile efendimiz. – iyi o zaman, hadi azat ettim seni şimdilik, iyi geceler. – iyi geceler efendimiz.


-128-
Atarsa Hakkari!

Yüksekova, Şemdinli, dağlıca, çukurca, iç savaş, pkk, kürt sorunu, şehit haberleri, “şehitler ölmez, vatan bölünmez!” naraları, başka yok!
Pazar’ın ertesi, yine Pazartesi, yine sabah sabah zangırdayan dolaplar, sallanan yataklar. Yine bağırış, çığırışlar, kalkmayanlar, kaldırılmayanlar, kaldırılamayanlar, kaldırılıp ta yeniden yatanlar, uyanıp ta birazcık daha uyumanın hesabını yapan uyanıklar. Tekrar bağırış çığırışlar, yine yatak düzenleme sanatı (pikebana), yine kamuflajlar, botlar, boyalar, sabahın körü kral tv, imparator fm, yine arabesk. Yine çaysız bir kahvaltı, yine hasan amca ve sırtında artan ekmekleri yüklendiği çuvalı, yine mıntıka, yine nizamiye, yine kayıt defteri, yine devriyeler, yine gelen giden, ziyaretçiler, şikayetçiler, ifade verenler, mal getirenler, izin isteyenler, selam söyleyenler, canı sıkılanlar, bi tarafı kaşınanlar. Saygısız rütbeliler, kapıyı açıp kapatmayanlar, kapatıp açamayanlar, yine adamı hasta eden nöbetçi askerler, saati soranlar, ateş isteyenler. Yasak olmasına rağmen kulübeden inip nizamiyeye giren nöbetçiler, nizamiyenin içinde ısrarla gizli gizli sigara içenler, içip te izmaritini yere atan ve ‘nasıl olsa biz temizlemiyoruz mu amk!’ diyen beyinsizler. Ben paspas attıkça ayağının çamuruyla yerleri bi daha kirleten öküzler. Kitap okumaya çalışırken laf anlatmaya çalışan mendeburlar, bilmedikleri halde bulmacama karışan cühelalar. Kapının dibinde oldukları halde kapıyı açmayan asalaklar, kulübeye çıktıklarında gelen gideni haber vermek için ayağını güp güp yere vuran mahluklar. Saati sorduklarında ‘saat yok’ dediğim zaman, nizamiyenin telefonu ile santrali arayıp kendi deyimleriyle “yanki”lerinden saati öğrenen ahmaklar, daha nöbetin bitmesine 10 dakikadan fazla kalmasına rağmen düdüğü çalmaya başlayıp, nöbetini değiştirmesi için çavuşu uyarmaya çalışan çapulcular. Yine çarşı iznini hiç eden karargah komutanı, yine yaşam mücadelesi için yemeye mecbur olduğumuz yemek istihkakımız. Yine Tanrımıza Hamt Olsun, Milletimiz Var Olsun! Yine komutana dikkat! Afiyet olsun! Yine harala gürele, döke saça. Yine bir gün sonu ve 22-24 nöbeti ve yine yeni bir şafak için büyük umutlar. Yine dua, yine sabır ve yine hayırlısı olsun inşallah ve yine yarın görüşmek üzere iyi geceler.






-129-
Atarsa Gümüşhane!
Başka da yok!
Vatani cezamı çekmeye devam ediyordum, bi türlü gördüğüm kabus bitmiyordu. Her sabah gözümü açtığımda yeni güne, bu korkulu rüyanın devam ettiğini görünce, göğsümde kısa süreli bi sıkışma hissediyordum. Nefes teknikleri kullanarak kendimi, ‘az kaldı, sabret’ diye iç sesimle telkin ediyordum.
Bir türlü anlamıyordum, zorla getirildiğimiz bi yerde, sanki keyfimizden gelmişiz gibi muamele görüyoruz. Hem bizi kanun zoruyla burada tutuyorlardı hem de özgürlüğümüzün kısıtlandığı bu yarı açık cezaevinde normal davranmamızı bekliyorlardı. Buna tam anlamıyla bir tezatlık denilebilirdi. Neresinden bakarsan bak, hep bi anormallik söz konusuydu.
Sıradaki şarkıyı, şu anda Kırıkkale’de vatani cezasını çekmekte olan tüm askerlere armağan ediyoruz! Kendilerine acil terhis ve Allah’tan sabır diliyoruz. Umarım bizi dinleyenler vardır, sizi çok seviyoruz, yalnız değilsiniz, “asla yalnız yürümüyorsunuz”. Sakın canınızı sıkmayın, hem ne kalmış ki şunun şurasında canım.
Radyodan gelen ses haklıydı, ne kaldı şunun şurasında? Şafağım mı kalmıştı amk! Halbuki yine de şafak sıkıştırıp duruyordu. Zaten bu şafak sıkıştırma olayı, az zaman kalan dönemlerde olmuyor muydu? Zaman azaldıkça daha da sıkıştırıyordu kerata. Of! of! of!. Biter mi be, biter mi? – biter efendimiz, biter. Neler bitmedi ki? – Aa, burda mıydın sen? Ne hoş sürpriz böyle, seni duyduğuma sevindim. – Her zaman yanınızdayım ekselansları. Lafınızı bölüyorum ama kusuruma bakmayın. Yanlış hatırlamıyorsam siz böyle davranmamı istemiştiniz değil mi? – Ne kusuru olsun, elbette ki ben istedim. Seninle konuşmaktan dolayı çok mutluyum. Beni yalnız bırakmadığını görmek ve seni hep yanımda bilmek bana huzur veriyor. – Teveccühünüz ekselansları, ben de sizinle konuşabilmekten dolayı çok memnunum. Hem sıkmayın canınızı, şurda şafağınız mı kalmış a.! pardon efendimiz, ağzımdan kaçtı. Alışkanlık işte, kusuruma bakmayın. – Ha ha ha..! Sen de mi alıştın? – Ne yapalım efendimiz, kötü bi alışkanlık işte. Siz de salık verirsiniz ki, her gün aynı etkiye maruz kalmak beni de etkiliyor ve ister istemez bazı tabirleri farkında olmadan aynen iletiyoruz. – Çok haklısın, tam da söyleyeceklerimi ağzımdan aldın. Şu an içimdeki bütün duygulara tercüman oldun, iyi ki varsın. Tam kafama göre bir arkadaşsın sen. – Teşekkür ederim ekselansları. – Kendimi, senin gibi bir dosta sahip olduğum için çok şanslı sayıyorum biliyor musun? Yine de, keşke diyorum, senle şöyle karşılıklı oturup kadehlerimizi tokuşturabilseydik. Gerçekten ne kadar içebildiğini öğrenmek ve sarhoş halini görmek isterdim. Bence dostun hası içerken belli olur. İlk kural, arkadaşından önce sarhoş olmayacaksın. İkinci kural, sarhoş olsan dahi olgunluğunu koruyabileceksin, kaliteli muhabbetini sürdürebileceksin. Yani karşısındakini yüzde yüz anlayabilmelidir gerçek dost, her ne koşulda olursa olsun, anlıyorsun beni değil mi? – Kesinlikle, sizi yüzde yüz anlıyorum efendimiz. Ben de muhakkak sizinle bi gün karşılıklı içmeyi umut ediyorum, elbet o günler de gelecektir ancak ben sizin o çok arzuladığınız hanımefendi ile beraber bu anı yaşamak istediğinizi biliyorum ve o anda, o manzarayı sessizce, bir köşeden keyifle izlemeyi daha çok merak ediyorum. Ondan sonra bunun uzun uzun kutlamasını ve o gecenin kritiğini yaparız efendimiz, değil mi? – Ne güzel konuşuyorsun sen yahu! Bak konuyu nerden nereye getirdin sen şimdi. En iyisi bu konuyu burada kapatalım yoksa bambaşka hayallere yolculuk etmeye başlayıcam. – Siz nasıl isterseniz ekselansları, bana müsaade öyleyse. Sizi, istirahatiniz için bi süre yalnız bırakıyorum. Nöbetinizde canınız sıkılırsa çağırırsınız, o zaman kaldığımız yerden devam ederiz belki. – Doğru diyorsun, daha nöbet vardı değil mi? iyi hatırlattın valla, ben biraz uzanıp istirahat edeyim iki saat. Hadi görüşmek üzere bakalım.


-130-
Atarsa Giresun!
Fındık, findık, finduk, başka da yok!
Bugün ne söylesem size, ey sevgili dostlar! Artık yeni bişey ve sizi şaşırtabilecek enteresan bir olay yaşamıyorum yahut ben dikkat etmiyordum eskisi kadar etrafımda dönen olaylara. Mesela bugün yine o malum alay komutanı seferberliği vardı. “hadi, hadi, hadi”, “mıntıkaya, mıntıkaya, mıntıkaya”, “çabuk, çabuk, çabuk”. “koğuşu terk et, yemekhaneyi terk et, karakolu terk et”. Havada yağmurlu, nereye gidecek bunca asker, nerde bekleyecek? Neyse ki benim nizamiyem vardı, ya diğerleri? Aman ya, ben mi düşüneyim bu şafaktan sonra. Şafak olmuş coni moni.
İyi ki, dün akşam yatmadan önce tuvalete girmişim yoksa yine tutmak zorunda kalacaktım akşama kadar. Alay komutanı hazretleri karakolumuza teşrif edip, gezip, muhabbet edip, çayını çorbasını içip, kendi askeri hazzına ulaşıp, bu arada da mesaisini doldurup gidene kadar birileri tarafından kapısı tutulacaktı tüm tuvaletlerin. Kimse giremeyecekti, temiz görünsün alay komutanına diye.
Ne de olsa bu konuda tecrübe kazanmıştım ve önceden tedbirimi almıştım. Rütbeliler dahil herkes, kendi mıntıkalarında dört dönüyor, kontrol üstüne kontrollerde bulunuyorlardı. Aman bi eksik, bi yanlış olmasın diye. Olur da laf yemeyelim durduk yere diye. Bölük komutanı etraflıca gezdi yine her yeri; koğuşu, valizliği, yemekhaneyi, nizamiyeyi, karakolu ve bahçeyi.
Bense, her zamanki gibi ‘gelmeyecek nasılsa’ rahatlığındaki tavırlarımı sürdürüyordum. Öyle ki, çayımı almış, nizamiyedeki koltuğuma sırtımı yaslanmış, şekersiz çayımı sıcak sıcak yudumluyordum. Halbuki ne tatlı geliyordu bana o şekersiz çay. O zaman fark ettim çaya tat verenin şeker değil keyif olduğunu. Keyifliydim nedense, sıcacık odamda beni rahatsız eden herhangi bir şey yoktu şimdilik. Ancak zaman geçtikçe sıkılmaya başladım ve her sıkıldığımda yaptığım gibi kitap okumayı denedim. Bir süre sonra ondan da sıkıldım. Masanın çekmecesinde kalan çözülmemiş son sudoku’yu buldum ve onu çözmeye yöneldim.
Öğle yemeği geldi ve nizamiyedeki inziva nöbetim sona erdi. Haber uçtu karakola, alay komutanı öğleden sonra teşrif edecekmiş. Gelse de kurtulsak bir an önce bu sürüncemeden. Zehir oldu anasını satayım, öğleden sonra yüzbaşı denetiminde bi mıntıka daha yaptık. Beni nizamiyeye sokmadı, nöbetçi gibi kapının önüne dikti, tabiri caizse erkete yaptı, ‘gelince haber ver bana’ dedi, ‘emredin komutanım!’ demekten başka seçeneğim yoktu ve alay komutanı hazretlerinin yolunu gözetlemeye başladım.
Bu arada nizamiyenin rütbeli sorumlusu yener astsubay da, nizamiyenin üstündeki nöbet kulübesine çıkan merdivenin en üst basamağının arkasında kalan duvarın üstündeki bot izlerine takmıştı. Oranın silinmesi için bana emir veriyordu habire. Birden daha önceki emrini yerine getirmediğimi fark etti, ‘sana sil demiştim, silmeyeceksen adam gibi yapmıyorum amk! De ben sileyim, bölük komutanı bana laf söylüyor sonra niye sildirtmiyorsun diye’, ‘bana da kapıda durmamı emretti komutanım nasıl sileyim?’, ‘ben sana daha önce söylemiştim ama’, ‘o zaman da bez bulamadım komutanım, yoksa niye silmeyim, elime mi yapışacak!’, ‘sen iste ben sana bir torba bez getireyim’, ‘getirin komutanım!’ diyerek aslında ne kadar koftiden konuştuğunu ispatlama çabasına girişmiştim. Haklı da çıktım, o lafımdan sonra bir şey diyemedi. Gerçekten ortalıkta bulabileceği bir bez parçası dahi yoktu.
Yemekhane kapalı, tuvaletler kapalı, banyo kapalı, e ne yapak yani? Benle muhabbetinden sonra iki asker bulmuş, ellerinde de bulaşık süngeri vardı. Hem de o bildiğiniz ön tarafı yeşil ovma yeri olan markalı süngerlerden, onunla sildirmeye çalışıyordu duvarı. Ne tuhaf, çok abes!
Bu arada yüzbaşına istihbarat geldi telefondan, bana bağırdı, ‘alay komutanı geliyormuş, yola çıkmış, kapıyı aç öyle bekle! Araç görününce bana haber ver!’ Heyecanlı olduğu 100 metreden belli olan haliyle volta atmaya başladı. Postasının elindeki beresini de kafasına geçirdi. Benden gelecek haberi bekliyordu, gözü ve kulağı tamamen bana odaklanmıştı.
Bikaç dakika sonra alay komutanının yanar döner makam aracı asfaltın ufuk çizgisinde belirdi. ‘Geliyor komutanım!’ diye bağırarak haber verdim. ‘selam ver’ dedi el işaretiyle kendi göstererek, ‘selam vermeyi unutma sakın!’. ‘Tamam’ dedim başımla işaret ederek. Bu işaretleşmenin ardından alay komutanı birliğimize giriş yaptı. Önünde selam durduğum makam aracının aynalı siyah camında kendimi gördüm. Sanki alay komutanı bendim de kendime selam veriyordum gibi geldi, ne komik.
Alay komutanı az daha ileride duran aracından çıkıp, kendisini uşak siluetinde bekleyen yüzbaşıyla selamlaştı. Daha sonra aşçı ve hizmetçi siluetindeki diğer başçavuşlarla selamlaştı. Yaverini ve yüzbaşıyı peşine takıp etrafı teftiş etmeye başladı. Ben de nizamiyenin içine girmiştim. İçeride de ceza evinde asker olan kısa dönem devrelerimden biri vardı. Hala hastaneye gitmek için sabahtan beri bekliyordu. Şu yeni sistem yüzünden çektiği çile bitmiyordu bi türlü.
Kısa süre öncesine kadar, karakoldan direk normal hastanelere sevk ediliyorduk ancak artık önce mühimmat komutanlığındaki revire sevk ediliyorduk, daha önce de söylediğim gibi. Kaldı ki oraya gitmek için de alaydan çıkacak olan araç, tek tek karakollara uğrayıp, hasta askerleri toplayacak, hepsini toplu bi şekilde götürecekti revire. Tıpkı Ankara’daki sistem gibi bişey uygulamaya çalışıyorlardı.
Bu servis te üç buçuktan önce gelmezdi. Her ne kadar osman uzman ‘3’te gelecek’ dese de her seferinde gecikirdi. Bugün de öyle oldu ve ufacık bir diş ağrısı için sabahtan beri gözümün önünde kıvranarak bekledi asker. Nihayetinde 3.45 gibi servis geldi de, aldı götürdü adamı.
Alay komutanı da gittikten sonra, hava kararmış, günün sonu gelmişti neredeyse. Akşam yemeğinin gelişiyle benim nizamiye mesaim son buluyordu. Yemek içtimasında yine Veli Bçvş. u bekliyorduk. Eyvah eyvah! Yine veli başçavuş nöbetçiydi bu gece. Büyük sıkıntı, tam bi problem!
Hava soğuk ve inceden yağmurluydu. Rahat yemek yiyebileyim diye paltomu da çıkarıp nizamiyede bırakmıştım. İçtimaya geçtik, yemekhanenin önünde bekliyorduk. Sonunda geldi bu Veli Bçvş. tam konuşmaya başlayacak ezan başladı. Hoca da öyle bi uzata uzata okuyor ki, ezan bitmek bilmiyordu. Uzun hava okusa bi türkücü, bundan uzun okuyamaz sanırım. Üstüne üstlük, “hayyalelsale” kısmında megafonda bi problem oldu, hoca bi süre sessiz kaldı. Mikrofondan ince tıkırtılar gelmeye başladı. Bu boşluktan istifade konuşmaya yeltenen komutan, hocanın megafonu tamir etmesiyle hevesi ve nefesi kursağında kaldı. Ezan kaldığı yerden ve daha bi uzun hava makamında devam etti. Bi süre daha öylece bekledik saf düzeninde. “la ilahe illallah” kısmında askerlerin bi çoğu sanki camide namaz kılmaya hazırlanıyormuşuz gibi kısık sesle, “la ilahe illallah, muhammeden resullullah”. Kendimi bi an birazdan namaza başlayacakmışız gibi hissettim. Neyse ki biraz sonra ezan bitti nihayet ve veli başçavuşun klasik nutkunun ardından yemek duasını yapabildik. İyi ki hocaya özenip vaaz vermeye kalkışmamıştı, yoksa nice olurdu halimiz.
O değil de, askerler yine “Tanrımıza hamd olsun” kısmını “Allah’ımıza hamd olsun” diye değiştirdiler. Her nedense onların bu davranışına bir türlü alışamamıştım. Neymiş efendim, şairin biri, “Allah tanrının belasını versin” demiş. Allah asıl o şairin belasını versin. Öyle şairlik mi olurmuş, edebiyatın yüz karası seni. Üstelik bunu söyleyen şairin kim olduğunu, nasıl bir geçmişe sahip olduğunu bile bilmiyorlardı. Oysa ben biliyordum, bahsi geçen adam Necip Fazıl’dan başkası değildi.
Askerlerin ilham aldıkları bu söz, aslında gericiliği de körüklüyordu. Buram buram cahillik kokuyordu bu söylemlerinde. Halbuki “Tanrı” kelimesi öz Türkçe olup, “yaratan, yaratıcı” anlamına geliyordu. Onlar ise inatla Arapça ismini kullanmayı tercih ediyorlardı. Bununla da yetinmeyip tamamen zıt bir söz söylüyormuş triplerine giriyorlardı. Bu da ne kadar boş ve bağnaz bir inanca sahip olduklarını alenen gösteriyordu. Tıpkı kutsal kitabı arapça okumanın sevabının daha fazla olacağına inandıkları gibi. Bu insanların, İngilizce konuşarak kendilerini daha etkileyici kılmaya çalışan inanlardan ne farkı var Allah aşkına! Biri açıklayabilir mi bu durumu bana?
Bu gece de nöbete gidicem 22-24! Ben yatayım en iyisi, burada haddimi aşan konulara girdim sanırım. Ayrıca bu nöbet konusunu da mahmut uzmana gidip şikayetimi dile getirdim. ‘komutanım bi durum arz edebilir miyim?’, ‘söyle’, ‘nöbet saatimi değiştirebilir misiniz komutanım? altıda nizamiye görevim bitiyor, ona kadar 4 saat boşuna bekliyorum nöbet tutmak için. Nizamiyeden sonra hemen 18-20 nöbetini tutup yatsam daha iyi olmaz mı komutanım?’, ‘doğru, bunun farkındayım aslında, önümüzdeki Pazartesi hatırlat değiştirelim onu’, ‘emredin komutanım! Sağ olun’. Arkamı dönüp odadan çıktıktan sonra kafama dank etti, daha bugün Çarşamba değil mi? pazartesiye daha 5 gün var amk! Koskoca 5 gün! Vay be, adam ayaküstü yedi yine beni.


-131-
Atarsa Gaziantep!
Antep fıstığı, antebin hamamları, baklavalar, antep sarması, ezmesi, içli köftesi, ciğer kebabı, tarihi elmalı çarşısı, Şire hanı, Naib hamamı, küp peyniri, Şehit Kâmil’i, Şahin Bey’i.. başka da yok! Olsa da vaktim yok!
O kadar Antep’ten bahsettik ama bugün yemeklerimiz sanki Çin lokantasından gelmiş gibiydi; pirinç çorbası, pirinçli köfte, pirinç pilavı ve sütlaç. Bir pirinç rakısı eksikti mönüde. O da yasak olmasa muhakkak olurdu hani.
Rakı yerine meyve suyu içtik ama birileri kendi hakkından fazla meyve suyu alıyor diye arkadaki askerlere kalmıyordu. Önden harala gürele yemeklerini alanlar ikişer üçer alıyorlardı meyve sularını, ceplerine zula ediyorlardı. Nöbetçilere ayrılan istihkaktan bile aşırıyorlardı. Sonra gelen nöbetçiler basıyordu narayı, “ulan benim hakkımı kim aldı? kim aldıysa versin!” diyordu. Herkes önündeki tabldota gömülmüş, bu serzenişe kulak asılmıyordu. Sesini bir ton yükselterek ve bir oktav daha tizleştirerek bağırdı bu kez ama yine karşılık bulamadı. Kimse kaale almıyordu onu, sanki başçavuşun eşeği osuruyordu. Bu durumdan iyice rahatsız olduğu yüzünün pembeleşmeye başlamasından ve kaşlarının çatılmasında kolayca anlaşılıyordu. Dolayısıyla kızmaya ve kabalaşmaya başladı, “kim aldıysa versin lan!” hala ses çıkmayınca, “hakkımı alan yarra..mı alsın!” Bu lafa herkes katıla katıla gülüyordu, bu kez iyice alay konusu olduğunu anladı ve kim aldıysa ona ana-avrat-bacı dümdüz sövmeye başladı.
Bu arada ben de gözlerimi kapatıp, kendimi Çin restoranında olduğuma inandırmaya çalışıyordum. Bütün oyunculuk ve psişik yeteneklerimi kullanarak söylenenlerin anlamlarını bilmediğim Çince kelimeler olduğuna ikna ediyordum kendimi. Herhalde garson, servisi geciktirdiği için komiyi azarlayarak uyarıyordur diyordum. Diğer masalar da ne kadar şen şakrak yemek yiyorlardı bugün, sanırım kalabalık bir toplantı sonrası yemekte stres atıyorlardı onlar da.
Kahkahalar dindi, ben de gözümü açtım kalan yemeğime devam etmek için. Nöbetten gelen asker yemeğini almış, masasına oturmuş, bi yandan yemeğini yemeye çalışıyor, bi yandan da meyve suyunu alana küfretmeye devam ediyordu. Hıncını henüz alamadığını, sinirinin geçmediğini bizlere göstermek istiyordu. Böylece yemekhanede bir sinerji yaratmayı başarmış olacak ki, biraz sonra herkes tek tek meçhul hırsıza küfretmeye başladı. Bu da ‘ben almadım bak, ki nasıl ana avrat küfrediyorum çalana’ demek oluyordu. İnsan hiç kendi anasına küfreder miydi? Böyle bir olasılığı hiç kimse kabul etmiyordu. Demek ki küfreden meyve suyunu çalmamıştı. Oysa herkes küfrettiğine göre, nereye gitmişti bu meyve suyu? Ortada bi gerçek vardı ki, birileri kendi anasına küfrediyordu, böyle de kansızlar, soysuzlar barınıyordu burada. İşte beni en çok tedirgin eden durum da bu oluyordu.
Meyve suyunu kimin aldığı konusunda şüphe götürmez kimseler bile o kadar almadıklarına inanmışçasına küfrediyorlardı ki alana, oysa kendi analarına sövdüklerinin farkında değillerdi ya da gerçekten “orospu çocuğu” idi bunlar.
Bu küfürleri kabullenip sineye çekmelerine mi şaşarsın, üstüne bir de kendilerinin küfretmesine mi şaşarsın. Gerçekten çok büyük şaşkınlıklar içerisindeydim. Adeta şok yaşıyordum, bugüne kadar ki en büyük küfür salvolarını duymuştum, en adice, en şerefsizce, hem de bir meyve suyu için, düşünebiliyor musunuz vaziyeti? “Yahu ben neyin içine düştüm böyle?” diyordum kendi kendime. Kamera nerde, bi şaka olmalı bütün bunlar, yoksa gerçek olması ihtimali bile benim kitabımda çok abes duracak. Haa, Truman Show’daki ya da The Game’deki gibi bir durumsa şayet, belki kotarılabilirdi. Halbuki burda böyle bi şovun olma ihtimali imkansızdan bile daha azdı.
Haydaa! Hani ben Çin lokantasındaydım, nasıl anladım o kadar konuşmayı? Yoksa ben Çince mi biliyordum? Yoo. Bunlar bildiğin Türkçe konuşuyordu, hatta ağıza alınmayacak kelimelerle konuşuyorlardı, üstelik yemek başında hem de. Merakla gözlerimi açıyorum, belki kamyoncular dinlenme tesisine girmişimdir yanlışlıkla diye, etrafıma bakınıyorum, kimseyi göremiyorum. Nasıl olur? nereye gitti ki burada fırtına kopartan insan müsveddeleri? Nereye gitmişlerse çok iyi etmişler. Oh be! Sonunda huzur budur. Kalan yemeğimi rahatça yiyip, artıkları dökmek için ta dışarıdaki çöp kovasına kadar bile gittim. Normalde oraya gitmeye üşenir, artan ya da boşalan yemek kazanlarına geri dökenler gibi ben de dökerdim. Bu kez çöp kovasına gittim, ne gördüm dersiniz? Kovanın içinde çırpınıp, debelenip duran tek hücreli çürükçül bakteriler orda bile birbirlerini yiyorlardı. O artıklara bile layık olmayan ancak doğal döngünün sağlanması, besin zincirinin sekteye uğramaması için zincirin bir halkasında bulunmak zorunda olan bu yaratıklara Tanrı hatırına katlanmak zorundaydım maalesef. “Tanrı” kelimesini bile söylemekten aciz, cahil cühela yaratıklar! Hepsi, adına utanıyorum ve senden milyarlarca kez özür diliyorum Tanrım!


-132-
Atarsa Eskişehir!
Es-es-es, ki-ki-ki, eski-eski-es! Es-Es bandosu, büyük başkan Büyükerşen, Anadolu Üniversitesi, öğrenci şehri, porsuk çayı hatta plajı!!! Daha ne olsun! Başka yok!
Artık şafağım gibi ben de tükenmeye başladım. Her geçen gün biraz daha yok oluyor, biraz daha hiçliğe yaklaşıyordum. En sonunda hiç olmak ne güzel değil mi? bir hiç olmak, hiç bulunmamak, bulunmamış olmak, yani var olmamak! Bütün bu saçmalıkları bilmemek, yaşamamış olmak ne güzel olurdu değil mi? ah, keşke öyle bi şansım olmuş olsaydı, hiç kaçırmazdım. Maalesef hala varım, bak işte burdayım, tam burda! Hatta yazıyorum bak, hem de burayı, hem de tam buraya bak! Görmedin mi hala?
En iyisi görme boş ver. Böylesi, yalnızlık daha iyiydi. Tek başınalık, nispet yaparcasına, bir köşeye çekilip bu kendi başınalığın keyfini çıkarmak ve inziva hayatında rahatça erdemli hayallerin tadına varmak, huzura ermek! Dostoyevski’nin dediği gibi, “yalnızlık köşemde kendi kudretimi bilmek ve bunu iliklerime kadar duyabilmek” İşte bütün dünyanın elde etmeye çalıştığı özgürlüğün tam doğru bir tarifi. Devam ediyor, “mademki elimde kuvvet var içim rahattır o zaman, tıpkı Jüpiter’in elinin altında şimşeklerin durması gibi. nasıl olsa istediği zaman onları çaktırabileceğini biliyor ya, o yüzden çok rahat.” Eğer benim de elimin altında böyle güçlerim bulunsaydı, asla onları kullanmazdım. Onların bana sağladığı imkanlar beni doyurur, onlarla yapabileceklerimi düşleyip tatmin olurdum. Soyluların yanına sokulmazdım, onlar gelip sokulurlardı bana. Kadınların peşinden gitmezdim, onlar bi sel gibi bana akıp gelir, bi kadının isteyebileceği her şeyi isterlerdi. Aşağılık olanları para koparmak için koşar gelirlerdi. Bu gururlu, güçlü, her şeye ilgisiz ve soğuk duran adamın yanında olmak için can atarlardı. Ben hepsine olmak için can atarlardı. Ben hepsine ii davranırdım, belki onlara para da verirdim ama karşılığında hiç bir şey almazdım. Merak insanlarda duyguları uyandırır, belki ben de karşımdakine tutku ve canlılık aşılardım. Onlar için ölümüne merak edilecek bir fenomen ve idol olurdum.
Şimdi bu erdemli hayalleri bırakıp gerçeğe, gerçeğin ta kendisine dönelim. Artık burada her şeyden nefret etmekte zirve noktasına ulaşmıştım. Özellikle insan bedeni kamuflajı arkasına gizlenmiş insan dışı yaratıklardan nefret ediyordum. Düşmandan, teröristlerden daha çok yıpratıyorlardı düzeni, buna emin olabilirsiniz. Kaleyi içerden çökertiyorlardı adeta. Yine de hala sabır diyebiliyordum, ya sabır Tanrım!
Tam bu sırada, okumaya devam ettiğim kitabımda Dostoyevski şöyle diyordu, belki de ilahi bir tesadüftü bu; “Dostum dedi, insanları oldukları gibi sevmeye imkan yoktur. Bununla birlikte sevmek te gereklidir. Bunun için dişlerini sıkarak, burnunu tıkayarak, gözlerini yumarak ta olsa onlara iyilik et. Elden geldiği kadar kızmamaya çalışarak onların kötülüklerine katlan. Aynı zamanda unutma ki sen de bir insansın. Sana orta tabakadan biraz daha akıllı olmak fırsatı verilmişse, onlara karşı elbette ser davranman gerekir. İnsanlar yaratılıştan alçaktır, korku yüzünden sevmek onlara zevk verir. Böyle bir sevgiye kendini kaptırma, onlardan tiksinmekten de vazgeçme. Kuran’ın bir yerinde Tanrı peygambere, inatçı insanlara farelere bakar gibi bakmasını, iyilik etmesini, onların yanından biraz gururlu ama metin adımlarla geçmesini emreder. Onlardan iyi oldukları zaman bile tiksinmesini bil, çünkü en çok böyle zamanlarda kötü olurlar.” Tam da böyle yapmaya karar vermiştim ben de, zaten hali hazırda tiksiniyordum hepsinden.
Yaratıklar uzuneşek oynuyorlardı yemekhanede. Bağırış, çağırış, çığlık çığlığa kıyameti koparıyorlardı. Bi türlü uyutmadılar, uyuyamadım seslerinden. Tanrı belalarını versin! Hani kıyamet kopucaktı bugün? Hani maya takvimi sona eriyordu? Hani kahinlerin kehanetine ne oldu? Demek ki onlar da faso fiso, hepsi kuru gürültü, hepsi de cıvık hikayelerden ibaretmiş meğer.


-133-
Atarsa Erzurum!
Dadaşlar yurdu, palandöken, kayak merkezi, başka da yok!
Tam 11 gündür içerideydim, esaret içindeyim. Geçen hafta çarşıya çıkmadığımdan dolayı dışarıdaki olayları takip edemiyordum. Sivil yaşantım, sosyal hayatım ciddi bir kesintiye uğramıştı. Hem de önemli gelişmeler ve hareketlenmeler yaşanmaktayken. Neyse ki yarın çıkacaktım, bunun bilincinde olmak bile rahatlatıyordu az buçuk.
Bir Pazar günü dışarıda olmak!
Hiç olmazsa, şöyle özgürce turlayıp nefes almak! Hep bunları düşünerek geçirdim bugünü. Devrelerim ibo, özdemir ve kazım üçlüsü çarşıya çıkmıştı. Artık onlar benden ayrı takılan bi üçlüydü. Hem kafa yapıları, hem hayat tarzları bakımından benden çok farklıydılar. Zaten bir sanatçı ya da ruhuna ve ya kafasına sahip birisi asla normal insanlar arasında yaşayıp ta onlara uyum sağlayamaz.
Ya onlar benim kafama uyacaklar ya da beni bırakıp kendi dünyalarında yaşayacaklardı. Bu saatten sonra, kimse benim belli tabular altında yaşayabileceğimi düşünmesin. Beni bu kalıplar altına sokmayı denemesinler bile. Çünkü, enginlere sığmayan geniş ve uçsuz bucaksız ruhum, normal insanların içinde yaşadıkları standart çevreye de sığmıyordu haliyle. Böyle biyerde yaşamak, ayağına 5 numara küçük bi ayakkabıyla dolaşmak kadar acı veriyordu insana. Esir kampında yaşadığın için ne o ayakkabıyı ayağından çıkarabiliyordun ne de ayakkabıyı patlatma hakkın vardı. Tek yapabileceğin eylem daha önce de söylediğim gibi, katlanmak ve yine katlanmaktı!
Her güçlü iradeye sahip erdemli insanların yaptığı gibi, sonuna kadar, ısrarla ve inatçı bir kararlılıkla sabretmek gerekti. Zira düşmanını bezdirmenin ve zalimin zulmüne son verdirmenin en yolu böyle davranmaktır. Acı çektiğini, korktuğunu ve yıldığını asla göstermeyeceksin kimseye ki, sana eziyet edenler, yaptıkları çabanın boşuna olduğunun farkına varsınlar ve vazgeçsinler boşa kürek çekme hareketlerinden.
Üstüne bir de, bundan keyif alıyormuş gibi davranın ki, iyice sinir olsunlar. Sonra daha da ileri gidip onlara iyilik yap ki, en büyük darbeyi indirmiş ol! Utansınlar, mahcup olsunlar, yüzüne bakacak halleri kalmasın. En son da ölüm vuruşunu gerçekleştir; hiç birini umursama, yoklarmış gibi davran, var olduklarından şüphe duysunlar! Bu şüphe yiyip bitirsin onları! Beyinlerini çürütsün bu bilinmezlik!


-134-
Atarsa Erzincan!
Başka da yok!
Bir Pazar günü daha işte, inceden yağmurlu, hatta tam bi sulu sepken havası vardı. Çarşıya çıkıyordum, 12 gün sonra gelen hürriyetti bu. Ne güzelsin özgürlük, dışarısı ne güzel, sivil olmak, halkın arasına karışmak ne güzel.
Bu pislikten, bu çöplükten, bu adeta hayvan barınağından farksız yerden bikaç saat te olsa ayrılmak ne güzel rahatlatıyordu.
Şöyle etraflıca bir turlayacaktım önce, sonra da bi internet kafeye gidip sosyal medyadaki gelişmelerden haberdar olacaktım. Sivilden bikaç kişi ile iletişim kurup hala hayatta olduğumun farkına varacak ve her şeye rağmen mutlu olmak için nedenlerin yakınımda mevcut olduğunu kendime kanıtlayacaktım.
Her zaman olduğu gibi çarşı defterimi nöbetçi astsubaya imzalattıktan sonra koşar adım sürgülü kapıdan dışarı attım kendimi. Ahmakıslatana aldırmadan, yoldan geçecek bir arabayı durdurmak için elimle otostop işareti yaparak beklemeye başladım.
Anlaşmışlar gibi sanki o anda çarşı istikametine doğru hiçbir araç geçmiyordu. Bekleyen diğer askerler de diğer alternatifleri denemek için yanımdan ayrıldılar. Kimisi yürümeye, kimisi de tren yolunun karşına geçip ana caddeden minibüse binmeye karar verdi. İyi de oldu, tek başıma kalmak, çünkü o kadar kişiye durmazdı araçlar. Dursalar da sığmazdık zaten.
O sırada beyaz bi otomobil göründü uzaktan, hemen elimi kaldırdım. Bi 10 saniye elim havada otostop hareketinde kalınca araç yanıma doğru yavaşlayıp durdu. Yürümeye henüz karar vermiş olan askerlerden üç tanesi aracın durduğunu görünce koşarak arabaya geldiler. Onlar geldiğinde ben çoktan ön kapıyı açıp binmiştim bile.
Tesadüf bir türlü yakamızı bırakmıyor ki amk! Meğer aracına bindiğimiz zat ta, Bahşılı’da başçavuşmuş. Torpido gözünün üstündeki yeşil bereyi görünce kıllanmıştım zaten bu işte bir bit yeniği var diye. o da dershaneye gidiyormuş, hukuk sınavlarına hazırlanıyormuş. Kazanırsa şayet, askerlik mesleğini bırakacakmış. Kendini bişey sanan subaylara da günlerini göstermiş olacakmış böylece. Bi nevi iç hesaplaşma, aşağılanmanın bir başka dışavurumu. Kendini kanıtlama içgüdüsü ile hırs yapıp gaza gelmişliğin fotoğrafını gördüm bu adamda.
Her neyse, yine de sağ olsun. Bizi çarşıya kadar bıraktı o kadar, arkasından ileri geri konuşmak yakışmazdı.
Nitekim yapmak istediğim şeylerin çoğunu yapabilmiş olmanın rahatlığı ile yürüyerek geri döndüm akşam. Geldiğimde ve dolabımı açtığımda, yine kısa süreli beynime kan sıçratacak bi manzarayla karşılaştım. Artık tasvir etmekten yorulduğum malum varlıklardan birisi kafasına göre dolabımı açmış, spor ayakkabılarımı alıp maça gitmiş. Bağcıklarını da ölümüne sıkmış, her tarafını çamur etmiş ve temizlemeye bile gerek duymadan öylece getirip atmış dolabın içine. Hani küfretse bu kadar kızmazsınız durumu vardır ya, aynen öyle bir öfke kaplamıştı her yerimi. O kadar bağırıp çağırmama hatta en sonunda kendimi tutamayıp onlar gibi sövmeme rağmen bunu yapan ortaya çıkmadı, her zamanki gibi sineye çekti yine.
Son zamanlarda türeyen hırsızlık vakalarından sonra böyle bir olayın olmuş olması ve kimsenin buna ses çıkarmaması, o varlıkların yüzüne bile tükürülmeyecek derece değersiz olduklarını gösteriyordu. Bu yüzden onları organize bir suç çetesi olarak değerlendiriyordum. Şükürler olsun ki, çok az zamanım kaldı burda. Biraz daha dayanıcam ve kurtulucam bu lanet olası yerden.
Sinirlerimi yatıştırmak için soyundum ve soyunmuşken de duşa gittim. O da nesi! Sıcak su yok! Dişlerimi sıktım, derin derin nefes aldım, musluğu yavaşça tekrar açtım ve soğuk suyun altında zıplaya hoplaya duş aldım. Bu soğuk duş etkisi, beni bi süre içinde bulunduğum ortamın usandırıcı etkisinden uzaklaştırmış olacaktı.


-135-
Atarsa Elazığ!
Gakkoşlar diyarı, şimdi subay olan liseden arkadaşım kadir, maden ilçesi, murat turizm bütün bildiklerim, başka da yok!
Bütün gün nizamiyedeydim, ısıtıcının dibinde biraz bulmaca, biraz kitap, biraz Konyalı ömer’le muhabbet, öyle bitti geçti bugün de. Başım da çok ağrıyordu nedense, daha fazla söyleyebileceğim anlatılmaya değer bi hadise olmadı başka. – Öyle mi diyorsunuz ekselansları? – Hay canını yediğim, sen mi geldin? Hoş geldin, ne iyi ettin. Ben de burada can sıkıntısından ve baş ağrısından yazmaktan vaz geçip yatmak üzereydim. – Hayırdır efendimiz, başınızı ağrıtan, canınızı sıkan nedir böyle? – Ne olsun işte, her gün aynı şeyleri yaşamak, bi türlü bitmek bilmeyen şu şafak, üstüne daha önce onlarca kez bahsettiğim ve bundan usandığım yaşam koşulları, bünyem kaldırmıyordu artık. Sabır da bi yere kadar! Ne ermişim, ne dervişim ne de peygamberlerden biriyim. Sadece Tanrı’nın küçücük bir yaratığıyım. Ufacık beyniyle bi çok şeyi düşünmeye çalışan ve bununla da kalmayıp her düşündüğü problemi çözmeye uğraşan birisiyim. – Haşa efendimiz, kendinize haksızlık ediyorsunuz bence, gayet te gerekli şeyleri düşünüyor ve mantıklı çözümler buluyorsunuz. Bu konuda çok samimi söylüyorum, idolümsünüz. – Abartıyorsun canım, moralimi yerine getirmek için söylüyorsun bunları, bunun farkındayım ama yine de sağ ol bu güzel sözlerin için. Bu sözler içimi rahatlatıyor, gönlümü alabiliyorsun bi nebze olsun. – Teveccühünüz efendimiz, ben sadece o yüce kişiliğinize yakışır şeyler söylüyorum, abarttığımı düşünmeyin sakın, eksiği var fazlası yok. – bak ne diyecem, bu bizim mahmut uzman var ya, o, bu akşam yine nöbetçiymiş. Yemekten sonra topladı bizi, o malum nutuklarından birini yaptı. Sanki ilk defa anlatıyormuş gibi aynı şeyleri tekrar etti aslında. Kendini yineleyerek, uzata uzata, canımızı sıka sıka, usandıra usandıra ve hala tekrar ede ede söylediklerini konuşmasına devam etti. Belki de baş ağrıma sebep olan olay buydu. Bir saat sonra cep telefonu çalmasa ve bu boşlukta devriye aracının çıkma vakti gelmese hala konuşmaya devam edecekti. Neyse ki bu tesadüfler bir lütuf gibi denk geldi de kurtulmuş olduk.
Can sıkan diğer bir hadise de nöbet meselesiydi. Her gün tam yatmaya hazırlanırken, tam da acayip uyku bastırmış ve kendimi yatağın en şefkatli koynuna atmayı arzulamışken nöbet saatinin gelmesi çileden çıkarıyordu beni. Her gece 22-24 sabit nöbet tutuyordum son iki haftadır ve artık usandım, yeter artık! Bit askerlik bit!
Gökyüzünde de ay dolgunlaşmaya başlamıştı, parçalı akan bulutların aralarından göz kırpıyordu bana. Hemen hemen 4-5 gün sonra tam dolunay kaplayacak gökyüzünü ve eğer hava açık olursa, burda son kez bakışıcaz ve vedalaşıcam. Elveda diyecem ona, başka yerde, bir deniz kıyısında bir ay sonra buluşmak üzere. Elimde şarabım, yanımda da ona takdim edeceğim, onunla tanıştıracağım ve aramızda geçen bu günleri uzun uzun anlatacağım kadınımla beraber bakıyor olacağız ama bu sefer gökyüzüne değil yakamoza.


-136-
Atarsa Edirne!
Edirnekapı, Selimiye cami, Trakya, Saray, Uzunköprü, Kırkpınar, Keşan, Keşanlı Ali Destanı, başka da yok!
Zangır zangır vurulan dolaplarla uyanmak! Küfürler, tartışmalar, itişmeler, kakışmalar! Küçük bir reçel kutusu ve kuru, yanık, soğuk, minicik bir börek parçası ile sunulan kahvaltı! Kahvaltıyı protesto, açlık, mide safrasının salgılanması, mide asidinin artması ve beraberinde yanma, ekşime, acıma, sancıma!
Mıntıka süpürülmesi, çöp dökülmesi, nizamiyeye paspas atılması, poğaçanın gelmesi ve ardından iki poğaçayı kurt gibi mideye indiriş, rahatlayış! Günlük, standart moda geçiş, koltuğuma oturup arkama yaslanış, bikaç araç giriş çıkışı kaydetme ve gazetelerin gelmesi. Bulmaca sayfasını yırtıp soteye saklama, eksik hizmet olan askerin gelmesi, muhabbet, tanışma, askerlik hatıraları, sanat sohbeti, bağlama, Neşet Ertaş, türküler, tekrar askerlik muhabbeti, Diyarbakır, Lice karakolu, saldırılar, baskınlar, şehitler, gaziler, dağ operasyonları ve acayip kanlı hikayeler.
Öğle vakti, yemekhane, az yemek, yetmedi yemek! Gelmedi komutan, olmadı içtima. Derken çıktı geldi komutan ama alamadı içtima, çünkü çoktan yendi yemekler az da olsa. Doymadık, lahmacun söyleyecektik. Şansımıza eksik hizmet asker pidecide çalışıyor çıktı. Hemen sipariş verdik, lahmacunlar geldi, sıcak sıcak yedik. Karın doydu, neşe yerine geldi. Tekrar muhabbet bu sefer koyu, sonra tekrar açıldı tonu. Muhabbet bitti, kitaba devam.
Akşam oldu, yine yemek geldi, bu sefer de çok tuzlu yemek, yenmeden döküldü. Aç değildim zaten, diğerleri de dışarıdan söyledi.
Yukarı çıkıp duşa girdim, duş ta yine sıcak su yoktu. Soğuk ılık arası bir suyla duş aldım, alıyordum ki, çavuş ismimi bağırmaya başladı. Hay lanet olası, yine ne var amk! ‘Hadi nöbete..’ ‘Ne nöbeti lan?’ ‘Nöbetin var, söylemişsin ya mahmut uzmana, değiştirmiş işte. ‘tam da değiştirecek saati buldu amk! Bu nasıl bi zamanlama. Madem değiştirdi, şimdi mi söylenir bu! 10 dakka kalmış yeni haber veriyorsun.’ Diye söylene söylene duştan çıktım. Alelacele üstümü giyinmeye çalışıyordum, bu gene, ‘hadi çabuk, silahını al’ diye iyice gıcık etmez mi? Neyse ki az buçuk şu sabır denen olguyu öğrendim, yoksa ben yapacağımı bilirdim.
Her neyse, giyindim, silahımı aldım çıktım 18-20 nöbetine. Şansıma da bugün nöbet kulübesine kışlık uzun palto koymuşlar. Ayaklara kadar uzanan içi postlu, kaban şeklinde bir paltoydu. Tam da Gogol’un ihtiyacı olan paltoydu bu diye düşündüm ama ondan da önemlisi hasta olmamak için benim ihtiyacım vardı bu paltoya.
Kafama özdemir’in beresini, üzerime de bu paltoyu geçirdim, kundaklanmış bebekler gibi sarıp sarmaladım kendimi iyice hasta olmayım diye. üzerine de çelik yeleği ve kaskı takınca tamamen kıpırdayamaz bi hale büründüm. Hareketlerim robotumsu hallere dönüştü. Çok komik görünüyordum ki, Allah’tan akşam karanlığı çöktü de kimsenin dikkatini çekmedim. Etse de çok umurumda olurdu ya.
Bu arada bir an nöbet kulübesinin içinde şafak yazacak yer aranırken, kafamı kaldırdığımda, sağ üst köşedeki delikte, küçük bir çift göz ve hızlı hızlı alınan nefesle inip kalkan bir kursak gördüm. Aman Tanrım! İki avuç büyüklüğünde kocaman bir kurbağaydı bu. Onun orada ne işi vardı, nasıl girmişti oraya? Kim bilir orası onun yuvasıdır, olabilme ihtimali de çok yüksekti hani. Nasıl bir pisliğin içinde yaşıyoruz biz yahu? Tavanı bataklığa dönmüş, içinde kurbağalar yaşayan bir nöbet kulübesi, üstelik kırık camına karton kapatılmış olmasına karşın sağından solundan, altından üstünden kalan boşluklarından giren soğuk havayla buzhaneye dönen bir nöbet kulübesiydi burası. Böyle bi yerde durmanın ne anlamı vardı ki, en azından dışarısı daha geniş ve de temizdi. Bu düşüncemden sonra dışarı çıktım.
Dışarda, sürgülü kapının arkasında volta atıp duruyordum. Bir yandan da şarkı mırıldanıyordum kendi uydurduğum. Hoşuma giden mısralar bulursam, cebimden kağıt kalemi çıkarıp yazıyordum hemen. Gelen ilhamı değerlendiriyordum böylece, söz uçar yazı kalır hesabı.
Bu arada kazancı kalorifer dairesine giriyordu kazanın düğmesine basmaya. Öyle bir kazan vardı ki bizde, aynı “LOST” dizisindeki gibi her 15-20 dakikada bir düğmeye basmamız gerekiyordu sürekli çalışması için. Basılmazsa duruyor, durunca soğuyor ve soğuyunca da üşüyorduk koğuşlarda. Kalorifer petekleri çok çabuk soğuyordu, buz kütlesini andıran demir yığınına dönüveriyorlardı bir anda.
Nöbetimin bitmesine az kaldı, çok az derken sıradaki nöbetçi gelip beni değiştirdi. Benim için bugün burada sona eriyordu. Şimdi yatma zamanı, ne güzelsin yatak, ne tatlısın uyku ve ne çekicisin özgürlük!




-137-
Atarsa Artvin!
Hopa aa! Evet evet, yanlış duymadınız, atarsa 8! Hiçbir yanlışlık yok şafakta, direk ışınlandım, siz paraşütle bile inemezsiniz bu şafağa.
Diyarbakır (karpuz),
Denizli (horoz, Pamukkale),
Çorum (leblebi),
Çankırı,
Çanakkale (Truva, Lapseki-Gelibolu, Eceabat, boğaz manzarası, arı burnu, Anafartalar, kurtuluş savaşı, anzaklar, şehitlerimiz, seyit onbaşı, 57. Piyade alayı, şehitlik anıtı ve daha niceleri),
Bursa (Bursa’nın ufak tefek taşları, Uludağ, yeşil şehir, kestane şekeri, ipek böceği),
Burdur (Bucak, Yeşilova, bizim Sado, göller yöresi),
Bolu (tombalacık halimem çay başına gel, ben gidiyorum Bolu’ya düş peşime gel, Mengen aşçılık okulu, Gerede kampı),
Bitlis (Bitlis’te beş minare),
Bingöl,
Bilecik,
Balıkesir (Karesi, Kuva-i Milliye, Zağnos paşa, Kurtdereli Mehmet pehlivan, kolonyası, höşmerimi ve ilçeleri, Bandırma (Balıkesir Bandırma boş ver gitsin aldırma), Ayvalık tostu, Susurluk ayranı, Edremit zeytini, Gönen kaplıcaları, Erdek plajı, Manyas kuş cenneti ve meşhur Balıkesir çiftetellisi),
Aydın (kısa kes te Aydın havası olsun, incir, Nazilli),
Başka da yok!

Şimdi gelelim bu kadar şehri nasıl transit geçtiğime. Şu ne zamandır bahsettiğim, ta acemilikten beri davasını güttüğüm burun ameliyatı meselesi vardı ya, hah işte onun akıbeti belli oldu sonunda.

Bugün hastaneye gittim ve sekiz gün sonrası için ameliyat günü aldım. Yüzbaşı izine çıktığı için yerine yine vekili olarak gelen Duran Bçvş. karakolu karargahı bütün rütbelileri harıl harıl çalıştırıyor, evraklar havada uçuşuyordu. Bölükteki kimseye nefes dahi aldırmıyordu. Mahmut uzman ona sevkimi imzalatmaya gittiğinde, doktor randevusunu istemiş, ben de tüm belgelerimi götürünce öyle ikna olmuştu imzalamaya. Bu kadar kastıracak ne vardı sanki, önünde sonunda imzalayacaksın işte, ne bu artizlik! Subaylarda niye yok böyle pejmürde tavırlar? Tanı: aşağılık kompleksi, kendini kanıtlama içgüdüsü. Her neyse, konumuz bu değil zaten.

Hastane yine bizon sürüsü gibi dolaşan askerler ile kaynıyordu. Bir umut bikaç gün de olsa işten kaytarmak için buraya gelen askerlerle doluydu içerisi. Ben komutan olsam, yüzüne bakarak bile hiç bi şeylerinin olmadığını kolayca anlardım. Heralde bu bizon sürüleriyle uğraşmak istemiyordu hiç biri, bırakıyorlar doktorlar uğraşsın amk! Hastaneyi kalabalıklaştırıp yoğunluk yaratıyorlar boşu boşuna.

Ben sivil kıyafetli olduğum için sekreter bana normal sıra vermişti ve sıram 30’du ve henüz tedavi sırası 5’i gösteriyordu. 1 saat dolaştım ama sıra ancak 10’a gelebilmişti. Daha fazla sabredemedim ve askerlerin arasına karışıp doktorun odasına giriverdim. Zaten yol geçen hanı gibiydi muayenehane de.
Sonrası malum zaten, zafer kazanmış bir onbaşı edasıyla göğsümü gere gere çıktım hastaneden. Çarşıya indim, Ekrem abinin meşhur köftelerinden yedim. Biraz turladıktan sonra da karakola döndüm.

Karakolda hayat stabil şekilde devam ediyordu. Üzerimi değiştirip komutanın odasına çıktım ve bilgi vereyim dedim ama yerinde yoktu. Alaya gitmiştir muhakkak. Bikaç saat sonra tekrar uğradığımda üstünkörü ‘ne yaptın?’ diye sordu, elimdeki kağıdı uzatmama bile fırsat vermeden, ‘tamam o kağıt sende kalsın, sonra bakarız’ diyerek konuyu kapattı ve beni başından savdı.

Umurumda olur muydu bu saatten sonra? Nasıl olsa almıştım ameliyat gününü, elimde kapı gibi doktor raporu vardı. Bu rapor benim erken terhisimin senediydi. Bu coşkulu moral patlamasıyla şarkılar mırıldanarak akşamı ettim nizamiyede. Defter kayıtlarını bile tutmadım, zaten kim bakıyordu ki? nizamiyeden sonraki nöbette ne çabuk gelip geçmişti, hiç anlamadım. Çünkü artık sıkıntılarımın, içsel daralmalarımın çoğunu atlatmıştım. Kötü düşünmüyordum ve kendimi çok iyi hissediyordum. Bir umut ve moral yaşatıyordu insanı. Bir anda içime nüfuz eden enerji nerden gelmişti böyle? İlahi bir ışık doğmuştu içime ve şafağı apaydınlık gösteriyordu.





-138-
Atarsa Antalya!
Portakal, Altın Portakal, film festivali, Aspendos, Kaş, Kemer, Side, Belek, Alanya, Manavgat, şelaleler, mağaralar, Kleopatra Beach, Lara koyu, Rus turistler ve her mevsim turizm, başka da yok!
Bir jeneratör gürültüsüdür gürül gürül gürlüyordu. Elektrik kesilmiş meğer, kafamız şişti 1 saattir çalışıyordu ve nedense bir türlü gelmiyordu elektrik. Bu arada gelen giden oluyordu, karakolun içi kapkaranlıktı ve içerde de kimse yoktu. Kaloriferler de çalışmıyordu ya buz gibi olmuştu içerisi. Herkes çıkıp bi yerlere gitmiş, bu ne kepazelik mesai saati içinde. Devletin böylesine önemli bir kurumu (ne kadar ciddiye alındığını daha önce bi çok kez anlatmıştım) nasıl bu hale düşüyor ve bunun için neden kimse kılını bile kıpırdatmıyordu acaba?
Gelenlere ayıp olmasın diye ben ilgileniyordum ama konu hakkında hiç bi bilgim yoktu. Nöbetçi astsubay Veli Bçvş. ona gidip durumu bildirmek istiyorum. Onun da çok bi tarafında sanki ya bu durum, odasında, masasının başında oturmuş, sigarasını yakmış, pencereden dışarıyı seyrederek tüttürüyor anasını satayım.
Komutanım böyle böyle bir durum var, karakolda kimse de yok, bütün timler boş ne yapayım? dedim. hiç istifini bozmadan ve ‘ben mi yapayım’ dercesine, ‘bekleme odasına götür, orda beklesinler’ dedi. Niye bekleyeceklerdi, kimi bekleyeceklerdi, ne kadar bekleyeceklerdi, hepsi muallaktı. Bişey yapmalı, bu sorunu kendim halletmeliydim, her şeyi devletten beklememek lazım değil mi? O değil de, ben mahcup olacaktım vatandaşa karşı, çünkü ben muhatap oluyordum onlarla o anda. Aklıma o anda zekice bi fikir geliverdi. İnisiyatif kullandım ve gelenlerin isimlerini, ne için geldiklerini not ettim kağıda, beklemelerine gerek olmadığını, konuyu ben ilgili birimlere ileteceğimi söyledim ve gönderdim onları. Onlar da bu konuda mutabık oldular ve sergilediğim tavırdan memnun kaldılar, çok teşekkür ederek bu kapkaranlık karakoldan çıktılar.
Nizamiyeye geçip oturdum ama bir türlü duramıyordum soğuktan. Ayaklarım, bacaklarım nasıl buz kesti bir bilseniz, siz de “orda durma sakın hasta olacaksın” diye beni uyarırdınız. Nitekim, bi süre sonra dayanamadım artık, üzerime aldığım içi kürklü uzun palto da kar etmeyince nizamiyeyi bırakıp koğuşa çıktım. Şans bu ya, ben çıktıktan hemen sonra Veli Bçvş. koğuşa çıkmış arkamdan. Bi bağırış, bi çığırış kıyamet koptu sanki. “Ne işiniz var lan koğuşta!” diye yıkıyor ortalığı. Herkesi apar topar aşağı kovdu. İstirahati olmayıp ta koğuşta olanları odasına çağırdı. Aklınca herkesin savunmasını alacakmış, bu da bir tehdit unsuru olarak karşımıza çıkıyordu her seferinde.
Ben nizamiyede olduğum için gitmedim ancak beni de çağırtmış. Geldiğimde askerler kapısının önünde bekliyordu. Onların yanına geldiğimde önce beni çağırdı yanına. ‘ne işin vardı koğuşta?’, ‘eldivenlerimi dolabımdan almak için çıkmıştım komutanım’ dedim. bikaç saniye ne dediğimi idrak etmeye çalıştı, kafasında evirdi çevirdi ve bunun geçerli bir mazeret olduğu kanısına vardı. ‘Tamam, sen git’ dedi beni onaylayarak.
Oysa eldivenlerim en başından beri aynı yerde, paltomun cebindeydi. Ne güzelde yırtmıştım tutanaktan. Diğerlerinin önünden başı dik ve gururlu bi şekilde geçerek nizamiyeye gittim. Peki diğerlerine ne oldu dersiniz? Tabi ki veli başçavuş onları da tek tek dinlemiş ve aynı şekilde hepsi de bir mazeret uydurmayı başarmış olacak ki, olaydan sonra bunun üzerine kimse konuşmadı. Zaten tutanak tutmuş olsa bile, şimdiye kadar burda herhangi birisinin imzaladığı tutanağın işleme konulduğunu duymadım. Bunlar hep gözdağı verme ve ibret yaratma çabalarından başka bişey değildi.
Bu pek te ciddi olmayan olgunun ardından Veli Bçvş. dışarı çıkıp jeneratörü kontrol etti. Neredeyse iki saattir çalışmıyordu jeneratör, meğer mazotu bitmiş. Sami’yi çağırıp mazot koydurdu ve jeneratör tekrar çalışmaya başladı o gürleyen sesiyle.
Biraz sonra elektrikçiler geldi, onları alıp veli başçavuşun odasına götürdüm. ‘Bu kadar çabuk geleceğinizi tahmin etmiyordum’ diyerek pis pis sırıttı. Ben bu sırıtışa daha fazla tahammül edemeyerek çoktan almıştım voltamı ordan. Tekrar nizamiyeye geçmişti.
Bir süre sonra arıza giderildi, elektrikli ısıtıcım çalışmaya başladı. Buz gibi olan oda, yavaştan ısınmaya başlayınca ben de kendime geldim ve masanın çekmecesine koyduğum kitabı, ordan büyük bi keyifle çıkarıp kaldığım yerden okumaya devam ettim. İnanır mısınız, hiç fasıla vermeden 90 küsür sayfa okudum. Gözlerimi kitaptan ayırma sebebim ise akşam yemeğinin gelmiş olmasıydı. Hava da baya bi kararmıştı, bunu hiç fark etmemiş olduğuma şaşırdım.
Bugünü de akşam etmiş olmanın mutluluğu ile yemeği yiyip hemen 18-20 nöbetine gittim. Nöbet te dünkü gibi çarçabuk geçti, güzel düşünceleri kafamda sıralarken. Şükürler olsun Tanrım!




-139-
Atarsa Ankara!
Başkent, ülkenin beyni, TBMM, Anıtkabir, bakanlıklar, Tandoğan, Kızılay, Ulus, sıhhiye meydanları, gençlik parkı, Kuğulu park, Tunalı Hilmi caddesi, Bahçelievler, ODTÜ, Gazi, Hacettepe Üniversiteleri. Ankara’nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak. Ankara Ankara güzel Ankara, seni görmek ister her bahtı kara. Gazinolar, Angaralı şarkıcılar, Angaranın bağları da büklüm büklüm yolları, ne zaman zarhoş oldun da kaldıramıyon golları. Ankara Sanat Tiyatrosu, Tiyatro Festivali ve dahası..
Başka da yok!
Ne diyeceğimi unuttum iyi mi? bu kadar Ankara muhabbetinin ardından Ankara’daki acemilik günlerimi hatırladım. Hay lanet olası, hatırlayacak başka şey bulamadın mı? yine kendi kendime konuşmaya başladım sıkıntıdan, bu iyiye delalet değil. – bence bu kendi kendinize konuşmak değil ekselansları. – aa! Sen miydin sevgilim? Hoş geldin. Peki nedir bendeki bu haller? – hoş bulduk. Sizdeki bu haller efendimiz, bir iç hesaplaşma. – iç hesaplaşma mı? Nasıl yani? – yanisi şu ki, bilinçaltınıza ittiğiniz bir takım olayların yeniden gün yüzüne çıkmasından dolayı rahatsızlık duyuyor, huzur oluyorsunuz. Kazara karşınıza çıkan bu bilinçaltı afacanlarıyla tekrar tartışıyor, onları yerlerine gitmesi için ikaz edip, başınızdan kovuyorsunuz. – bu nasıl bir tespittir sevgilim, ben kendimi asla böylesine mükemmel şekilde ifade edemezdim doğrusu. – doğrudur efendimiz, terzi kendi söküğünü dikemez derler. Ben de kendimi hiç bi zaman böyle anlatamıyorum zaten. – ha ha ha..! hay sen çok yaşa emi. – siz yaşadığınız sürece, sizinle beraber yaşayacağım ekselansları. – o zaman biz çok yaşayalım. – ha ha ha.. – demek sen de gülebiliyorsun, bu çok güzel. – size kim dayanabilir ki, sizinle gülmeden muhabbet edebilmek adeta imkansız efendimiz. Çok hoş sohbetsiniz, sohbetinize doyum olmuyor. Sizinle hayatı paylaşacak kişiler yaşadı vallahi. – öyle mi diyorsun gerçekten? – kesinlikle öyle efendimiz, bundan isminiz kadar emin olabilirsiniz. – benim ismim neydi ki? – ha ha ha.. bakın yine eğlenmeye devam ediyorsunuz, çok matraksınız çok. Kadınlar kendilerini güldüren erkeklerden çok hoşlanır, bunun da farkındasınızdır muhakkak. – tabi ki de, hem ben komik olmak için böyle davranmıyorum bazı insanlar gibi, benim mizacım bu, sen de biliyorsun ki. – biliyorum ekselansları, bu sizin en doğal haliniz. Böyle olmak size Tanrı’nın bir nimeti, bir lütfu olsa gerek. – şükürler olsun o Tanrı’ya. – efendimiz, keyfinizi kaçırmak istemem ama size bişeyler hatırlatmak istiyorum. – söyle sevgilim, bu saatten sonra keyfimin fazla kaçabileceğini düşünmüyorum. Onu sımsıkı yakaladım ben. – peki o zaman, sıkı tutmaya devam edin ekselansları, yarım saat sonra nöbetiniz var! 20-22, nasıl? – o kadar oldu mu yahu? zaman ne çabuk ta geçmiş muhabbet ederken. O zaman ben hazırlanayım, daha sonra görüşmek üzere sevgilim, seni duymak güzeldi, yine bekliyorum, arayı soğutma sakın. Güle güle. – hoşça kalın efendimiz, biliniz ki her zaman yanınızdayım, nöbette bile. İhtiyacınız olduğu anda yardımınıza koşmak için bekliyor olacağım. – o zaman benim nöbetimi sen tutsan da ben yatsam şimdi nasıl olur? – ama ben sizin yanınızdan hiç ayrılamam ki efendimiz. – şaka yapmıştım zaten, hemen de tongaya bastın. Ha ha ha.. – Ahh, ekselansları, bi an ne kadar şakacı olduğunuzu unutmuşum. Kusuruma bakmayın, benim de uykum geldi sanırım. – peki o zaman, ben nöbet tutarken sen de kestirirsin, hadi sevgilim güle güle, seni seviyorum. – ben de sizi seviyorum efendimiz. Siz benim için vazgeçilmezsiniz, idolümsünüz, favorimsiniz, siz bu dünyada bir tanesiniz.


-140-
Atarsa Amasya!
Kırmızı elma, Merzifon eşeği, Amasya genelgesi, bi de şirin bi şelalesi var, başka da yok!
Çarşı günümdeydim. Sabah 6-8 nöbetinden çıktıktan sonra ılık bi duş aldım ve biraz uzanayım dedim. hiç rahat bırakırlar mı eşşek oğlu eşşekler! Nöbeti değişen astsubaydan emir dalga dalga koğuşlara kadar ulaştı. “herkes aşağı insin, iştima var iştima!” yahu, iki dakika içtima almadan rahat edemiyor mu bu adamlar amk! İçtimasından da, mıntıkasından da bıktım derken, içtimanın sebebi çağrısı belli oldu. “mıntıkanızı yapmazsanız kimseyi çarşıya çıkarmam!” bu ne tehditkar sözler sabah sabah. Kimsin ulan sen, ne sanıyorsun kendini? Diyesim geldi ama diyemezsin ki amk! Mecbur dağıldık mıntıkalara, işin ucunda çarşı vardı. Oysa kahvaltıdan hemen sonra herkes mıntıkasının temizliğini yapmıştı çoktan. İşt elaf olsun da bişey yapılıyor sansınlar.
Hafta sonu, daha suratımdaki sakalım ucu görünmemiş, çarşı defterini imzalamak için sakal tıraşı oldurtmaya gönderdi yavşak komutan. bu ne ulan, nazlı gelin gibi, yok yerim dar, yok yenim dar, bin bir mazeretle çarşıya gönderecekse göndermesin daha iyi amk! Bizi niye oyalıyor böyle?
Aradan bir saat geçti, hatta çıkmamız gereken saatin bile 15 dakikası güme gitti, anca keyfi geldi komutan paşazadesinin de öyle imzalamaya başladı defterlerimizi, hem de homurdanarak. Ah ulan şu minnet zorunluluğu ah! Kimlerin keyfine kaldık bikaç saatlik özgürlük için. Şimdi sarılıp sıkıvericem ümüğünü ama “ya sabır!” diyordum yine. Burnumuzdan geldi çarşı henüz daha dışarı çıkmadan. Yapıcak bişey de yok hani, katlanmayı öğrendik nasılsa.
Öyle böyle çıktık çarşıya. Özdemir’le denk geldim yine, beraber çıktık. Hemen bi otostop, hop çarşının göbeğindeyiz. Bi çorbacıya gidip çorba içtik sıcak sıcak, limonlu ve bol acılı. Burnumuz akıyordu acı ve sıcaktan, gülüyorduk bir birimize.
Ondan sonra playstation oynamaya gittik. Üst üste yendim özdemir’i, bugün formunda değildi, sıkıldık haliyle. Ordan çıkıp internete gittik, biraz sosyal medyada takıldık sonra ordan da çıkıp Kırıkkale’nin en popüler pastane kafesine gittik. Kırıkkale gençliği hep orda takılıyordu, ortam çok güzeldi. Kendilerince ciks takılan hatunlar, beyler orda buluşuyorlardı. Hakikaten de bir iki masada dikkatimi çekecek derecede güzel kızlar oturuyordu. Biraz bakıştık ancak ikimiz de biliyoruz ki bi cacık olmayacak bu bakışmaların sonucunda. Garson gelince salep söylüyoruz, öyle çay falan içmiyoruz, ağır takılıyoruz.
Kaçamak markajlardan, içi boş kesişmelerden sıkılıp sigara içmek için açık alana çıktık. Ateşimizin olmadığını o an fark ettik. Sigara içen iki elemanın birinden ateş istedim. Biraz sonra arkamızdan iki hatun geldi. Kırmızı kot pantolonu olanla göz göze geldim ve o sırada arkadaşına “keşke çakmağımız olsa, sigaramızı kendimiz yakardık” dediğini duydum. Dumur oldum açıkçası, bu laf bana söylenmişti büyük ihtimalle, çaresizlikten özdemir’le birbirimize bakıyoruz aptal gibi. Kız göz göre göre iş atıyordu ve biz lanet olası bir çakmağımız olmadığı için kıza cevap veremiyorduk. Bu durum iyice canımı sıktı, içimden sigaramı versem ayıp olur mu acaba diye geçirdim ama zaten bu hareketi yapmaya gerek kalmadan aynı elemanlar çoktan yakmışlardı kızların sigaralarını ve koyu bir sohbete dalmışlardı hemen, ayaküstü kaynatıyorlardı işte. Bize de geçmiş olsun bu arada, içeri girdik birer çay söyledik. Nasıl olsa hiç bi ağırlığımız kalmamıştı mekanda, rahatça çayımızı içebilirdik sıradan insanlar gibi.
Bu sırada, üzerinde hızma bulunan “c” burunlu çok güzel, yüzüne bakmaya doyamayacağın bebek gibi hatunla, sıska ama uzun boylu ve sarı saçlı bir arkadaşı karşı masamızda oturuyorlardı. Hemen kesişmeye başladık, bebek gibi manitayla ama aramızdaki masaya iki tane iri kıyım kız gelip oturdu ve perdelediler bu çok romantik ilişkimizi. Adeta içine ettiler desek yeridir.
Bir süre sonra iyice canımız sıkıldı ve hesabı ödeyip kalktık. Dönüş zamanımız da yaklaşmıştı, dönmeden birer köfte ekmek yedik meşhur Ekrem abiden. Karnımızı doyurduktan sonra karakolun yolunu tuttuk elimiz mahkum.
Gelir gelmez nöbetçi astsubay evrak işlerini kilitleyiverdi üstümüze. Bütün bu güzel enerjimizin üstüne limon sıktı resmen.


-141-
Atarsa Ağrı!
Ağrı Dağın eteğinde uçan güvercin olsam. Ağrı dağın efsanesi, Ararat, Nuh’un gemisi.
Başka da yok!
Bir Pazar günü daha, belki de asker olarak son Pazar günüm olacaktı. Hava dün geceden beridir açıktı. Tanrı bi güzellik yapıp o enfes dolunay manzarasını, o nadide parlak, gökyüzünde bir portakal gibi duran büyülü Selene’yi bi kez daha gösterdi bana. Çok şükür! Sona yaklaştığımı o zaman anladım işte.
Bu manzarayı fark etmeden az evvel karargahta arşiv evraklarının verilerini işliyordum bilgisayara. Birden patlamalar, gümlemeler duyuldu, hemen yanı başımızdan geliyordu sesler. Bi kaçışmalar, koşuşturmalar, bi hareketlilik söz konusu ve hala devam ediyordu patlamalar. Olmaz ama “saldırı mı yedik acaba yanlışlıkla” diye geçiriyordum kafamdan. Koşarak dışarı fırladım ve hemen arka tarafımızdan patlatılan havai fişekleri görünce, “hay Allah, bu muymuş saldırı?” diye azıcık geyik yapmaktan da geri kalmadım.
İşte tam o sırada fişekler bitince fark ettim, gökyüzünü güneş gibi aydınlatan, hatta güneşten de güzel, bize loş bir ortam yaratan eşsiz, büyülü, yüce Selene’nin enfes güzelliğini. Geceyi bar ortamına dönüştürüyor, tatlı tatlı ışıldıyordu oracıkta.
Bir süre gözlerimi ayıramadım bu güzel manzaradan. Tam beni düşünceler alıp uzaklara götürmeye yüz tutmuşken, komutan çıkıp geliyor, karşıma dikiliyor ve tekrar alıp odasına götürüyor, bilgisayarın karşısına oturtup evrak işlerine devam ettiriyordu.
Önüme raftan çıkardığı mavi kapaklı, kalınca bir arşiv dosyası daha koydu ve odasına açık öğretim dersleri çalışmaya gitti. kamu yönetimi çalışıyormuş. Tabi onların işlerini biz yapalım, beyefendiler de paşa paşa tahsillerini yükseltsinler.
Her neyse, yaklaşık 4,5-5 saat bu işle uğraştıktan sonra gidip yattım. Uyandığımda bugünü yaşıyordum. Tatlı kış güneşi yine yalancı baharı oluşturmuş, yalancı bir neşe yaşatıyordu içimde.
Öğleye kadar hep yattım. Kimse de bişey demedi, gözlerinden kaçmıştır muhakkak. Öğle yemeğinde gördüklerinde ise kıyameti kopardılar. “vay efendim sen niye nizamiyede durmuyorsun? Neden yatıyorsun? İzinli misin?, üstünü de giyinmemişsin, tıraşını da olmamışsın, tın tın da tın tın.. Aman, çok ta tın! Bu şafaktan sonra ben mi yapayım amk! Dedim, iyice çıldırdılar. Nöbetçi astsubaya şikayet ettiler. Çekemeyen çok nasılsa, çatır çatır çatlasınlar, gidiyorum amk!
Nöbetçi astsubay aynına çağırdı, ‘nizamiyeci sen değil misin?’, ‘evet komutanım, ama orda boş boş duruyorum, yapıcak bişey yok. Zaten bugün Pazar, kimse gelmez, gelen giden olmayınca orda durmam saçma değil mi?’. ‘ben de saçma diyorum ama nöbetçi olduğum için gelip bekliyorum burda’. ‘doğrudur komutanım, dün dosya işlerini yapıyordum ona devam edeyim mi? boş boş durmaktan iyidir, hem işe yaramış olurum, ne dersiniz?’. ‘tamam, öyle yap o zaman’ dedi ikna olmuş ve sözümün üstüne söyleyecek söz bulamamış bi şekilde.
Hemen üzerimi değiştirdim. Elimde yıkadığım kirli çamaşırlarımı kurutma makinasından çıkardım, dolabıma yerleştirdim. Biraz öyle oyalandım ve sakal tıraşını araya kaynatarak dünkü bilgisayarın başına geçtim, evrak kayıt işlerine başladım.
Semaveri de yukarı çıkarıp yeni çay demlemişler. Bardağımı da kapıp geldim ve sıcak çay keyfi yaparak, bilgisayardan açtığım müziği de dinleyerek bugünü kastırmaya başladım.
Gün bitti, akşam oldu. Yatağıma uzandım, huzurlu bir uyku çekebilmenin keyfini yaşamaya başlıyordum ki, birden gürültü koptu koğuşun içinde. Diğer odalardan uğultu yayılarak bizim odaya kadar geldi ve kulaklarımda yankılanmaya başladı sesler artarak, kreşendo halinde.
Neymiş bu patırtının sebebi diye kulak kabarttım. Bi tane RDM askere komutan 6 saat nöbet yazmış, diğerlerine 2’şer saat yazmış. Her halde geçenlerde telefon yakalattı diye 3 gündür sürekli 6 saat nöbet kilitliyormuş buna, duyduklarımdan öğrendiğime göre. Hal böyle olunca, bizim RDM asker çıldırdı. Ortalığı havaya kaldırdı, sinirinden dolapları tekmeleyip, ranzaları, kapıları yumrukluyordu. Arkadaşları sakinleştirmeye çalıştıkça da iyice galeyana geliyor, “bırakın beni, tutmayın beni” triplerine giriyordu. Hatta bi ara tamamen çığırdan çıkıp, “bırakın lan! Amına koyarım bu askerliğin, gidiyorum ben” diye bağırmaya başladı. Bikaç kişi tutup yatağına yatırmaya çalıştılarsa da başarılı olamadılar. “sakin ol gardaş, sakin ol” telkinleri işe yaramıyordu. Bu gürültü patırtı da ta astsubay odasına kadar gitmiş olacak ki, nöbetçi komutan koğuşa geldi. “ ne bu gürültü lan, kim kavga ediyor bakayım, gelsinler buraya çabuk!” hemen birisi söze atılarak, “kavga değil komutanım, arkadaşa 6 saat nöbet yazmışlar, herkese 2 saat yazılmış ama arkadaşa sürekli 6 saat yazılıyor. O yüzden kaldıramıyor artık komutanım, haksızlık ediyorlar arkadaşa” dedi. Bir diğeri çavuşa hitaben, “beni kaldır gece, ben tutarım arkadaşın yerine nöbeti, tamam mı gardaş” diye erkeklik yapıyordu. Sonra komutana dönüp, “o şuan iyi değil komutanım, üstüne çok gidiyorlar, psikolojisi bozuldu, ben tutarım onun nöbetini komutanım, beni kaldırın. Ne olur yani 2 saat değil mi?” komutan bu hararetli tartışmanın içinde neye uğradığını şaşırdı ve konuşmalara cevap vermeden odasının yolunu tuttu. Sanırım o böyle durumlara zaten alışıktı. Yıllardır bunun gibi kaç tane vaka görmüştür. En güzel yolu da öğrenmişti, hiç muhatap olmadan sıyrılıveriyordu aradan.
Etliye sütlüye karışmamak en kıyak işti burda rütbeliler arasında. Kendi dışındaki hiçbir işe bulaşmıyor, sorumluluk almaya çekiniyorlardı. “Benim meselem mi?” diyorlardı adeta ve köşelerine çekilmeyi, olayların kendiliğinden durulmasını izlemeyi adet edinmişlerdi kendilerine. Devlet ne diye maaş ödüyorlardı ki bunlara, bir türlü kafam basmıyordu. Haftada iki gece nöbete kal, evrak işlerini askerlere yaptır, kendin ayaklarını uzatıp odanda uyu, olaylara karışma, tutanak tutarım diye kandır milleti, oyala ama yeri gelince onu da yapama, ne ala memleket anasını satayım. Bizim memlekette ne kebap işler varmış böyle de haberimiz yokmuş, boşuna okumuşuz vallahi, diyesim geliyordu içimden.
Askerler, kendi aralarında bi çözüm yolu bulup olayı kapattılar sonunda. Işıklar söndü, koğuş sakinleşti ve uykuma başlayabildim nihayet.


-142-
Atarsa Afyon!
Haşhaş, kaymak, cumhuriyet sucukları, Kocatepe, başka da yok!
Bugün yılın son günü, 31 Aralık’tı. Bizim bölükten 10 asker, 4 Ocaktaki 349. Dönem kısa dönem yemin töreni yürüyüş provasına katılmak için alaya gitti. 4 saat nöbet tuttum bu yüzden, nizamiyede de durmadım sonra. İyi de oldu aslında, volta ata ata bitirdim bugünü. Öyle enteresan bi olay da olmadı. Her zamanki gibi sıradan bi gündü işte. hava açık, güneşli ama soğuktu. Çam ağaçlarının dalları arasında kumrular kanat çırpıştırıyordu. Serçeler de yerdeki su birikintisinde suya çimiyorlardı cıvıldaşarak.
Bütün bu koşullarda yaşayabileceğim en romantik an, lojmandaki uzmanın lise sondaki, uzun boylu, uzun kumral ve düz saçlı, yeşil gözlü, buğday tenli, etli dudaklı o güzel kızının okula gitmek için evden çıkıp nöbet tuttuğum kapıya geleceği ve karşılaşıp göz göze geleceğimiz andı.
Ben nöbete geçtikten yarım saat sonra gelmesi gerekiyordu normal şartlar altında ancak bugün tatil olabilirdi ya da kendine bugünü tatil etmiş olabilirdi, hatta başka bi yerde bile olabilirdi. Bana bu düşünceleri düşündürürken 45 dakika geçmişti, normalde 15 dakika önce çoktan çıkmış olması gerekiyordu lojmandan. Bu romantizmi boş verip volta atmaya devam ettim. Bikaç dakika sonra arkamdan yaklaşan adım seslerini duymaya başlayınca kafamı çevirdim ve o güzellikle karşı karşıya kaldım.
O kadar kötü bi tesadüfle denk geldim ki, daha göz göze gelemeden, yan, ben kız fark edip yüzüne bakmaya fırsat bulamadan, muhtemelen saniyenin de 10’da biri kadar bir sürede, saliseler içerisinde kızın arkasından yüzbaşı çıktı lojmandan ve “nöbetçi!” diye bağırdı. Allah’ım bu nasıl bi zamanlama? Bana senden reva mı bu? O masum bi çift yeşil gözden nasıl da mahrum kaldım. Oysa tam 47 dakikadır bu anı bekliyordum nöbete geçtiğimden beri. Elim kapının sürgüsüne gidip çekmişti refleksle, neyse ki kapısını açabilmiş ve yüzbaşıya doğru yönelmiştim.
Yüzbaşının bana seslendiğini fark ettiği için o da yere bakarak devam etti yoluna ve kapıdan çıkıp gitti aheste adımlarla. Bu sırada yüzbaşı, “sallanma koş” diye tekrar bağırdı. Koşar adım yanına gittim. “ne var ulan eşşoğlueşşek!” niyeti ve tonlamasıyla “emredin komutanım” dedim. çelik yeleği kontrol edecekmiş, çok ta önemliydi sanki çelik yelek amk! Yırtık yeri varmışmışmış ta, dikilmişmiymiş mi? daha başka yerinde başka bir hasar varmışmış mı? falan da filan da. ‘yok komutanım’, ‘tamam o zaman’.
Sitem ede ede nöbet kulübesine geri döndüm. Sürgülü kapının demirleri arasından uzaklaşan güzel kızın arkasından iç çekerek bir süre baktım ve gözümün görüş mesafesinden kaybolunca volta atmaya devam ettim. Tabi ki bu andan sonra aklıma hep kadınlar, kızlar, güzeller, güzellikler bir biri ardına düşmeye ve beni benden almaya başladı. Bir an olsun aklımdan çıkmıyordu siluetleri. Onlara methiyeler yazıyor, şarkılar besteliyordum. Oysa hiç biri bunların farkında değildi, boşa gidiyordu bütün yapıtlarım.
Derken nöbetim bitti ve kendimi tatmin etmek zorunda kaldım. Yapabileceğim başka bir kurtuluş yolu yoktu bu düşüncelerden. Buna deyiş yerindeyse ruhsal arınma ya da her zamanki deyişle “katarsis” diyebilirdik aslında.
Evet, nöbetçi komutan yine mahmut uzmandı, şu asla küfür etmeyip te her şeye “sokan” komutan. Akşam yemeğinden sonra klasik nutku için herkesi topladı yemekhaneye ve bizi şaşırtan bi konuşma yaptı.
Eğlence konusunda serbest bıraktı, yalnız ‘içki bulursam o şişeye oturturum onu’ demekten geri kalmadı. Yatış ve kalkış saatlerini sınırlandırmadı. ‘Tartışmayın, kavga gürültü etmeyin, güzel güzel eğlenin, muhabbet edin, takılın işte’ diyerek konuşmayı bitirdi. İlk defa robotlardan ve robot olmaktan bahsetmedi. Konuşmanın ardından koğuşa çıkıp bi ılık duş aldım ve yatağıma uzanıp, tatlı erdemli hayallerimin seyrine daldım.
Yeni bir yılda görüşmek üzere hoşça kalın, yeni yılınız kutlu olsun! – sizin de kutlu olsun ekselansları. – Zzzz.. – Efendimiz? – ZzzZz.. – Neyse, iyi uykular ekselansları, tatlı rüyalar, nice senelere..


-143-
Atarsa Adıyaman!
Nemrut, komagene krallığı, çiğ köfte, Kahta, Kahtalı Mıçe, başka da yok!
-Günaydın efendimiz! – Ekselansları? – Zzzzz.. – Hala uyuyor musunuz ekselansları? Uyanın artık, lütfen! Tam bir yıldır uyuyorsunuz, bu ne vurdumduymazlık, bu ne bencillik, bu ne bohem? – Tanrı aşkına uyanın artık! – Hah! Hımm.. cık, cık, cık.. Ne oldu yav, sen de kimsin? Git başımdan, öff be uykum var, uyuyucam ben. – Ama efendimiz 15 saattir uyuyorsunuz zaten, yetmez mi? yetmedi mi? – Ne? 15 saat mi? Nasıl olur ya? – inanmazsanız saatinize bakın efendimiz. – Hassiktir!!
Gerçekten de böyle olmuştu, yeni yıla uyuyarak girmiştim. Akşam 7 gibiydi yattığımda ve sağduyum, sevgili arkadaşım beni uyandırdığında saat sabah 10’du. İnanamıyordum bu kadar uyuyabildiğime. Asker oldum olalı hiç bu kadar uyumamıştım. Yalnız korkum şu ki, yeni yıla uyuyarak girmiştim. Bütün yıl da uyumayaydım, ya uyursam? Eyvah o zaman yandık işte! Çok boş bir yıl olurdu o zaman. İyi olmaz, hem de hiç iyi olmaz o zaman. En iyisi böyle hurafelere hiç inanmamak, pek te itibar etmemek lazım. Öyle de yapıyordum ve kalktıktan sonra bi süre yatağımda yeni yıla dair düşüncelere dalıyordum.
İkibinonüç ya da 2013 işte ne fark eder, ikisi de aynı şeyi ifade etmiyor mu? hatta iki bin 13, evet en güzeli böyle olmalı. Peki beklentilerim nelerdi 2013’ten? Aslına bakarsanız hiç bi beklentim yok, beklenti içinde olmak her zaman saçmalıktı benim için. Yine de kendimden bişeyler bekledim durdum yaşamım boyunca. Bu yüzden yıprandım, bu yüzden vaz geçtim belki beklemekten.
Beklenti, bi umut değildi. Umut hayata tutunduruyordu, yaşatıyordu insanı. Beklenti ise tam tersi, törpülüyordu, yaralıyordu, mahvediyordu. Umutlarımın illa ki gerçekleşeceğini düşünmüyorum, umut fakirin ekmeği demişler, güzel hayallerden ibaretler sadece. Oysa beklenti içine girmek, bi şeyin mutlaka gerçekleşmesi gerektiğine inandırıyordu beni. Her gün, her saat, her dakika yani her an üstüme üstüme geliyorlardı, beynimin içini kemiriyorlardı, aklımdan çıkmıyorlardı hiç, uyutmuyorlardı bile. Olacak! Olacak! Olacak! Olmalı! Olmalı! Olmalı! Yapmalısın! Ulaşmalısın! Başarmalısın! Elde etmelisin! Muvaffak olmalısın! Nail olmalı, dahil olmalı, kazanmalı, bulmalı, yoktan var etmeli, adeta yaratmalısın! Görmeli, duymalı, koklamalı, bi şekilde hissetmelisin, ona sahip olmalısın!
Off! Bıktım şu beklentilerden! Kim, kimle, neyle, nerde, ne zaman, nasıl, niye sorularından da bıktım. Bırakın da carpe diem’e devam edeyim, bilinmezliğin büyüsünü bozmayayım. Ben Tanrı’nın adaletine güveniyor ve dualarımı duyduğuna, bana gereken cevabı vereceğine tüm kalbimle, tüm canımla inanıyorum. O yüzden en güzel cevap Tanrı bilir! Şükürler olsun O’na.
Herkesin yeni yılı tekrar kutlu olsun, mutluluklar, esenlikler diliyorum herkese..


-144-
Atarsa Adana!
Şalgam, dürüm, içli köfte, bici bici, Allah’ın adamı, Adana’nın yolları taştan sen çıkardın beni beni baştan, Adnan bey, Hanımın çiftliği, başka da yok!
Olsa da vaktim yok!
İyice hafiflemiş hissediyordum kendimi, kuşlar kadar hafif hem de. Bıraksalar pırr diye uçuvericektim ama bırakmıyorlardı ki, üstelik daha sen bize lazımsın diyorlardı ve elime silahı verip gönderiyorlardı nöbet kulübesine.
Bugün yine 4 saat nöbet tuttum. Diğer askerler yine alaya, yemin töreni
Bugün yine 4 saat nöbet tuttum. Diğer askerler yine alaya, yemin töreni yürüyüş provasına gitmişler. Normalde bu şafaktan sonra nöbetten düşmemiz gerekirken, tam tersine 2 saat daha fazla nöbet tutuyorduk amk! Varsın tutalım, varsın 6 saat fazla tutalım, en fazla bir gün daha tutarım. Bi daha nah! bulurlar beni de tuttururlar. Hediyem olsun, hatta başımın gözümün sadakası olsun bu nöbetler. Ne olacak ki? yapacak başka bişey mi var hem?
Nizamiyeye de giderayak birisi balgam atmış, artık bi sıçmadıkları kaldı. Onu çok yakında yaparlardı kesin. O manzarayı görünce midem kalktı, giremedim içine, bütün gün dışarda takıldım. Zaten girmek te istemiyordum, bahanem olmuş oldu bir taraftan da.
Yunus uzman habire peşimde koşturuyordu. Gördüğü yerde serzenişte bulunuyordu, “haftaya denetim var kayıtları güzel tut, sakın atlama, her geleni kaydet. Sorgular tamam mı?”, ‘tamam komutanım, merak etmeyin’ deyip, her seferinde atlatıyordum.
Diğer yandan sedat uzman, kantinin borcunu kapatmak için bankadan kredi çekmek zorunda kalmış. Şimdi de bankanın borcunu kapatmak için askerlerin peşinden tek tek koşturup para istiyordu. Ee, zamanında ilgilenmezsen, habire veresiye vermeye göz yumarsan, vere vere kalmaz sonunda ve kendine girer bütün borçlar böyle. Bu da eminim ki ders olmuştur onun için.
Yunus uzman tekrar karşıma çıktı, ‘hani hiç yazmamışsın deftere’, ‘gelen olmadı ki komutanım’, ‘o zaman eskilerden yazıver bi kaç tane, boş kalmasın defter’, ‘nöbetten fırsat bulabilirsem, nizamiyeye geçince yazarım komutanım’. Bu nasıl saçma bi muhabbetti değil mi? – kesinlikle öyle efendimiz ama boş verin artık, hepsi bitti, geçti gitti. – geçti değil mi sevgilim? Bu bi rüya değil, gerçek dimi? Beni bi cimcikler misin lütfen! – Ama ekselansları ben sadist değilim ki! – Bunun sadistlikle ne ilgisi var şimdi? – Öyleyse siz kendi kendinizi mıncıklayın. – Ben de mazoşist değilim sevgilim. – Peki bunun mazoşistlikle ne ilgisi var efendimiz? – neyse, en iyisi bu sadomazoşist durumu boş verip konuyu kapatalım, ne dersin kanka? – Kanka mı? olur ekselansları, ne yapalım şimdi? – Kankam style yapalım ne dersin? – Kankam style mı? o da ne ki ekselansları? – Son zamanların hit şarkısını bilmiyor musun? Onun asker versiyonu işte. Duymuyor musun, bağrınıp duruyorlar koğuşta, hoplayıp zıplayarak dans ettiklerini sanıyorlar, “hadi kanki, hadi yanki, hobaa kankam sıtay, hadi kankam sıtay” diye diye. – Ha ha ha! Hay siz çok yaşayın ekselansları emi! Yine çok güldürdünüz beni. – Ben bişey yapmadım ki, burada her şey komik değil mi zaten? Ben gördüğümü, duyduğumu söylüyorum sadece. Espri olsun diye kendimi zorlamıyorum. – Sahi, o da doğru efendimiz ama siz böyle söyleyince daha bi komik oluyor.
Nöbette iken yoldan kırmızı bi reno gördüm, karargahın kapısını geçti karakol kapısında durdu. Sonra karargah kapısına kadar geri viteste geldi. Kapıya yaklaştım, aracı durdurdu kapının önünde ve genç bi eleman indi aracından yanıma geldi, elinde iki sigara paketiyle. ‘merhaba, iyi nöbetler’, ‘sağ ol’, ‘sigara ikram edebilir miyim?’, ‘sağ ol teşekkür ederim2, ‘alın lütfen’, ‘sağ olun, kullanmıyorum’, ‘yanlış anlamayın beni, dayımın oğlu şehit oldu, o yüzden biraz hassasım askerlere karşı’, ‘öyle mi! başınız sağ olsun o zaman’, ‘siz de sağ olun, hadi iyi nöbetler size de.’ Dedi ve arabasına bindi, uzaklaştı kırmızı reno ile.
Sabahları kahvaltı yapmıyordum zaten, öğle ve akşam yemekleri de hem az, hem de iğrenilecek durumda geldiğinden yemiyordum artık. Bugün iki öğünü de dışardan yedim. Öğle vakti, bizimkiler yatıyordu, tek başıma adana dürüm söyledim. Akşam da kazım ve özdemir ile lahmacun söyledik.
Acayip bir asker vardı, lakabı “abeş”. İki de bir gelip özdemir’e “yav hoca efendi, keşke bütün kısa dönemler senin gibi olsa” diyordu. “niye ya” diyordu özdemir de, “öyle işte, iyisin sen” diyordu, başka da bi açıklama getiremiyordu, dili o kadar dönebiliyordu.
Falan filan işte, bugün pek fazla yazasım yoktu aslında, zorlama olarak ancak bunlar çıktı kalemimden. Artık bununla idare edin napalım, halden anlayın işte. Ne deyim daha başka? Şafağım mı kalmış, ben mi yazayım bu şafaktan sonra?


-145-
Atarsa Doğan Güneş!
Diyecek oldum ama sözde bu son günümde görün başıma neler geldi.
Ben öğleden sonranın gelmesini heyecan içinde bekler iken, mahmut uzman yanına çağırdı ve günün ilk golünü o attı. Bölük komutanına benim hastaneye gideceğimi söyledi ve yanıma refakatçi olarak ta yeni gelen askerlerden emrullah’ı verdi. O kadar da can dostum, özdemir gelsin dememe rağmen, inatla “emrullah iyidir, iyi çocuktur” deyip onu refakatçi yaptı. Özdemir’e gıcık ya bu aralar, o yüzden ona izin vermedi yanımda gelmesine. Daha sonra ikinci golü de yine mahmut uzman attı. Yemekhaneyi ilaçlattı, içerdeki masa, sandalye ve bütün ıvır zıvırı dışarı çıkarttırdı. Öğle yemeğini Ocak başının en dondurucu soğuğunda, dışarıda yemek zorunda kaldık ki hemen üçüncü gol de ardından osman uzmandan geldi. “Neden içtimayı beklemeden yemek aldınız?” buyur burdan yak bakalım. Herkesi, garaja kurduğumuz masalarda yemeğinin başından kaldırdı ve “çök-kalk” yaptırdı. Bu soğukta dışarda, bi de paşa komutan hazretlerinin gelip içtima almasını bekleyecekmişiz amk! Bir süre sonra tatmin olmuş vaziyette, nutuk atma moduna geçti. Biraz da öyle oyaladı bizi, yemekler iyice soğuyunca da, “hadi yiyin bakalım” dedi ve gitti.
Haliyle, kalan yemeği yiyemedim, öylece götürüp döktüm çöpe. Apar topar hazırlanmaya gittim koğuşa. Üzerimi değiştirdim, sivil kıyafetlerimle aşağıya, karakolun önüne indim. Bu sırada bizi revire tezkere muayenesine götürmek üzere alaydan araç geldi. Bu durum benim hastaneye gitmem ile çakışınca, tercihimi hastaneden yana kullandım.
Dördüncü gol yine karargahın yıldızı mahmut uzmandan geldi, böylece hat-trick yapmış oldu. Ben hastaneye gitmek için mahmut uzmanın yanına gittiğimde, o da başka bi işi için dışarı çıkıyordu. ‘Biraz bekleyin, ben döndüğümde götürürüm sizi hastaneye’ dedi. Meğer malzemeye almaya gitmiş çarşıya, çıkış o çıkış saat üç buçuğa kadar dönmedi.
Ben de bu sırada, nöbetçi komutan osman uzmandan izin almak için yanına gittim. ‘Ben de çıkıyorum şimdi’ diyerek başından savdı ve gerçekten çıktı gitti başka bişey demeden. Kimsenin sikinde değildik burada amk! Ne biçim iş bu böyle yahu!
Kimse kalmayınca ben de bölük komutanının kapısını çaldım. Girdim içeri, durumu anlattım, o da “Fırat Bçvş.a söyle öyle git” dedi. Öyle bi süre de Fırat Bçvş. oyaladı. Ben kapısında beklerken telefonla konuştu uzun uzun, sonra meseleyi en baştan dinledi, idrak etmeye çalıştı, anladığını sandığımda yeniden ne yapmaya çalıştığım konusunda bi sıra daha kombine sorular sordu, tekrar anlattım. Biraz anlar gibi oldu bu sefer ama yine de pek emin değildi, karşısında ısrarla dikildiğimi görünce bi karar vermek zorunda olduğunu hissetti ve beni anlayıp hastaneye göndermeye izin verene kadar saat çoktan üç buçuğu geçmişti.
Arkamdan, “karakola söyle araçla bıraksınlar seni hastaneye, yener astsubaya söyle” dedi. Pek umutlu değildim bu konuda ama yine de bi şansımı deneyim dedim. tahmin ettiğim gibi bir türlü araç çekilmedi, çay çorba muhabbet daha çok ilgilerini çekiyordu o sırada. Dedim ya burada kimsenin sikinde değildik!
En sonunda dayanamadım bu umarsız duruma ve arkama bile bakmadan bastım gittim. Nasıl olsa golleri atan atana bölükte. Bir gol de ben atayım dedim. Tam çıkarken özdemir de tezkere muayenesine giden araçla geri döndü karakola. Onun telefonu aldım çantamın içine salladım ve dışarı çıktım. Böylece yanımda refakatçi götürmekten de kurtulmuş oldum, tek başımaydım, serbest kaldım nihayet.
Hastaneye vardığımda benden yeni sevk istediler, kaydım var diye yeni sevk çıkartmamıştım. Öyle olunca bölüğe telefon ettim ve yarım saat içinde sevkimi gönderip gönderemeyeceklerini sordum. Santralden Fırat Bçvş.a ulaştım, o yardımcı olacağını söyledi ama bi daha da haber alamadım. Ne onların telefon çaldı bi daha ne de bişey olursa ara diye numarasını veren mahmut uzmanın.
Çaresizce hastanenin kapısı önünde üstelik soğuktan titreyerek beklerken bi tane beyaz, normal bi taksi ama askeri plakası olduğunu sonradan anladığım bi araç durdu kapının önünde. İçinden inen stajyer astsubaylardan birini tanıdım ve elinde bana getirmiş olduğunu tahmin ettiğim sevkimi gördüm. Derin bir oh! çektim. Şükür ki yırtmıştım bu işten de derken, mesai saatinin geçmiş olduğunu fark ettim muayenehaneye gidince. Herkes gitmişti, kimsecikler kalmamıştı orada. Bizim hastaneye yatış işi bugünlük yatmış oldu, danışmaya gidip sorunca da işlerin yarına kaldığını öğrendim.
Hal böyle olunca, hastanede durmanın bi anlamı kalmadı tabi. Ebru da tam bu sırada dahil oldu romanıma. Acil servisin kapısı önünde buluştuk. Durumu ona anlatınca pek garipsemedi, “aman olsun be, boş ver!” dedi. Ona yalan söylemiş olacağımı düşünmesinden dolayı çekinmiştim, neyse ki bu sözü beni rahatlatmaya yetmişti.
“Ee, napıyoruz şimdi?”, “bilmem napalım?”. Gerçekten de ne yapacağımı bilmiyordum. Bilmediğim bi diyarda, henüz yeni tanıştığım ve onun da yabancı olduğu bir diyarda, üstelik te deyiş yerindeyse tam bir firari konumundayken, ne yapabilirdim ki? bütün bu sorular bir ışık hızıyla kafamdan geçti, değerlendirildi ve mantıklı kurgular üzerine oturtulmaya çalışıldı. Bana, gözlerimin içine, benden bişeyler söylememi beklercesine ve bir o kadar da masumca bakan bir kadın için daha fazla düşünmenin anlamı yoktu. Sonuçta benim için gelmişti, ha hastanede kalmıştık, ha otelde, ha sokakta ne fark eder ki, önemli olan beraber olmaktı zaten.
Ona dedim ki, “hadi gel gidiyoruz”, “nereye?”, “valla ben de bilmiyorum”. Sonra minibüse binip çarşıya gittik. Onu bizim meşhur ays kafeye götürdüm, hani şu altı pastane üstü şahane olan kafeye.
Arkada duvar dibinde bir köşeye oturduk ve ne yapacağımızı konuşmaya başladık. Kalacak yerimiz yoktu, adeta sokakta kalmışlığın çaresizliği vardı üzerimizde. Kış ortasında böyle küçük bir kasabada geceleri dışarda ne yapılırdı ki. Her en geç dokuzda kapanır ve halk evlerine çekilirdi.
“keşke Ankara’da olsaydık” diye bir laf çıktı ağzımdan. Tamamen öylesine söylediğim bu lafı sanki bekliyormuşçasına, “e hadi Ankara’ya gidelim o zaman” dedi. Ben de birden parlayarak, “harbiden, niye daha önce düşünmedim ki ben bunu?” dedim.
Bütün bu konuşmalar, sadece üç beş dakika içinde gerçekleşti ve henüz masaya “bir şeyler alır mısınız?” diyen o zatı muhteremler gelmeden apar topar kalktık ve çıktık. Aynı hızda, çarşıdan terminale ve terminalden Ankara’ya yol aldık.
Ankara yolunda, karanlık minibüsün içinde çoktan sarmaş dolaş olmuştuk. Yol keşke hiç bitmesin, meçhule giden bir gemi gibi kaybolsun okyanusların ortasında, gibilerinden bir havanın akımında çarpılıyorduk.
Araç Ankara’ya Mamak’tan girdiği için Akköprü’de indik. Yoldan karşıya geçip, metroyla Kızılay’a geçtik. Karanfil sokakta bi kafe-bara oturup bira ve cips eşliğinde muhabbete koyulduk. Ben bi 50’lik, Ebru da bi 33’lük içti. Alkolü az içiyordu ama sigarayı çok fazla içiyordu. Her ne kadar telkinlerde ve iknalarda bulundumsa da karşımda püfür püfür tüttürmesine engel olamadım. Orda bir buçuk saat kadar takıldıktan sonra sinemaya gitmeye karar verdik.
Yalnız Kızılay’da sinemanın nerede olduğunu bilmiyorduk ve mekana da sormadan çıkıp gitmiştik. İlk aklımıza gelen yer Kızılay AVM oldu ancak oranın sinemasının olmadığını güvenlik görevlisinden öğrendik. Hatta sadece bunu öğrenmekle kalmayıp var olan bir sinemanın yakınlarda biyerde olduğunu da öğrendik ama yeri konusunda tatmin edici bir tarif alamamıştık. Benim anladığım kadarıyla Kocatepe caminin altındaki alışveriş merkezini tarifi ediyordu. Acemilikte devrelerimle çarşıya çıktığımda uğramıştık oraya ama sinemayı fark etmemiştim.
Kol kola yürümeye devam ettik, Ebru çok yorulmuştu topuklu ayakkabısıyla yürümekten, ancak her soruşumda bunu belli etmemeye çalışıyordu. Sakarya caddesinden yardırıp yukarı çıktık. Üst geçidin olduğu noktadan ana caddeye çıktık ve yukarı doğru tırmanan bir yokuşu peyderpey geçmeyi başardık. Kocatepe caminin altındaki alışveriş merkezinin güvenliği de orada sinemanın olmadığını ancak çok yakınlarda “deniz feneri” diye bi sinemanın mevcut olduğunu söyledi ve yeni bir tarifte bulundu.
Tarife göre yol almaya başladık. Yerlerde, üzerinde travesti resimleri ve numaraları basılı olan broşürler uçuşuyordu. Tesadüfen girdiğimiz bir ara sokakta karşılaştığımız iki genç çocuğa “deniz feneri nerde?” diye sorduğumuzda “orası da neresi, bilmiyoruz” diye cevapladılar. Hay Allah! Ama tarif edilen sokak ta burasıydı halbuki. Önümüze döndük, Ebru daha da fazla yorulmuştu, dayanabileceğimi bilsem kucağıma alacaktım ama ben de en az onun kadar yorulmuştum. Bu yüzden böyle bişey teklif bile etmedim.
Bikaç adım ilerlemiştik ki, arkamızdan çocuklar bağırdılar. Seslerin de alaycı bir ifade vardı, “o dediğiniz yer büyülü fener olmasın?” Rezil olacağımız kadar olmuştuk zaten, bir daha geri dönüp cevap vermenin anlamı yoktu. Zira karşımızda ışıl ışıl parlayan neon tabelayı fark etmemiz de tam da bu ana denk gelmişti.
Ben de elimde taşıdığım Ebru’nun çantasını, yol kenarlarında duran plastik kafe tabelalarına çarptırıp düşürüyordum farkında olmadan. Durumu fark ettiğimde Ebru’nun bundan çok keyif almakta olduğunu gördüm. Ben de eğlenmeye başladım. Önümde kalan son tabelayı da bilerek devirdim ve sinemaya o “büyülü fenere” sonunda ulaştık.
Gişelerin önünde aşırı bir kalabalık ve yer yer oluşan uzun kuyruklar vardı. Neydi bunun sebebi acaba? Az sonra öğrendik ki, Cem Yılmaz’ın gösterisinin sinema galası varmış. Ne tesadüf, biz de hangi filme gitsek diye düşünüp duruyorduk, bir anda kendimizi uzun kuyruklu gişesinin önünde bulduk ve gösteriye iki bilet aldık.
Hava buz gibiydi, Ebru içeri girmeden, kapının önünde hızlı bi şekilde bir sigara daha yakıp içti. Anne edasıyla benim içerde beklememi söylediyse de yanında beklemeye devam ettim. Böyle olunca psikolojik bir baskı da yaratmış oldum üzerinde. Ben üşümeyim diye sigarasını yarım bıraktı ve içeri girdik. Yerimizi bulup oturduk, makine çalıştı, salon karardı ve gösteri başladı.


-146-
Sinemadan çıktığımızda saat 00.00 olmuştu. Son metro kaçtaydı? Var mıydı acaba? Olsa bile yetişebilecek miydik bu saatten sonra? Bi şansımızı deneyelim dedik ve metroya kadar yürüdük. Acayip bir gece ayazı vardı Ankara’nın. Birbirimize sıkı sıkı sarılmamıza rağmen titriyorduk, neyse ki donarak ölmeden metro istasyonuna ulaştık ve son metroya yetiştik. 00.20’deymiş son metro ve biz 00.15’te oradaydık.
Gelen son metroya bindik, vagonlar bomboştu. Sanki bize özel sefer yapıyordu metro. Ankara, Türkiye’nin ikinci büyük şehrinde, hatta başkentinde, insanların 00.00’dan sonra dışarıda bulunmayışı, burada gece hayatının olmadığının açık bir göstergesiydi. İzmir ve İstanbul öyle miydi ya? Sabahlara kadar caddeler ve sokaklar insan trafiği içinde geçer. Hele ki son metro ve son otobüslerde yer bulamazsınız.
Gece Konak meydanından, YKM’nin önüne kadar gece pazarı kurulurdu İzmir’de. Seyyar satıcılar mallarını yere sererlerdi gönül rahatlığıyla, ne de olsa zabıtanın mesaisi bitmişti. Köfteciler, kokoreççiler, hepsi toplanırdı oraya, bir karnaval havası estirirlerdi. Halk deyimiyle panayır kurulurdu resmen.
Aklımdan bu düşünceler geçerken, Ebru’da hem bu dalgınlığımdan hem de vagonun tenhalığından istifade, ağzımı, burnumu, kulağımı, boynumu nereyi denk getirdiyse şapur şupur öpmüş adeta sevişmişti benimle. Bu sevişmenin çakırkeyifliği ile AŞTİ’ye vardık ve metrodan inip yazıhanelere geldik. Kimseye bişey sormadan araçların bulunduğu alt kata indik ama herhangi bir araç bulunmuyordu orada da. Normalde küçük minibüsler gidiyordu Kırıkkale’ye ama belli bi saatten sonra gitmediklerini öğrenmiş olduk. Tekrar yukarı yazıhanelere çıktık, bi otobüs firmasının çalışanından 02.30’da bi araçlarının olduğunu öğrendik. Biz de o saate kadar beklemek zorunda kaldık.
Kah dolandık durduk, kah Ebru dışarı çıkıp buz gibi soğuğa aldırmadan sigarasını içti. Her seferinde de benim üşümeme dayanamayarak yarısında attı sigarasını. Yolcu bekleme salonundaki bankların üzerinde bir sürü başıboş görünümlü insanlar yatışıyordu sere serpe. İlk bakışta bir toplama kampını andırıyordu bu manzara, hatta çapulcu kampı desem daha yerinde bi laf etmiş olurdum sanırım. Ankara gibi biyer de böyle bir görüntü çok garibime gitmişti.
Banklarda boş bir yer bulup biraz oturduk, insanların bu trajedisini izledik beraber. Sonra kafeteryaya geçip birer çay içtik, İçimiz ısındı. Bu ısınma bizi mayıştırdı, sarıldık, öpüştük, uyukladık, sayıkladık derken zamanı geçirmeyi başardık.
Yazıhaneye çıktığımızda aynı elemanı bulduk. Bizi otobüse götürmek için ‘takip edin beni’ dedi. Metroya giden yoldan geçerek otogarın dışına çıktık ve yoldan bindik araca. Bu da otobüslerin otogara para vermemek için buldukları kaçak yolcu organizasyonlarından biri oluyordu heralde.
Otobüsün içi sıcak ve karanlıktı, tam da istediğimiz gibiydi. Arka tarafta boş koltuklara geçtik ve birbirimize sımsıkı yapıştık, adeta yekvücut olmuştuk. Kırıkkale’ye gelene kadar otobüsün camları buğu yapmıştı, deliler gibi sevişmiştik. Zaten en başından beri bütün arzumuz da bu değil miydi ki? Nihayet amacımıza ulaşmış olduk böylece. Zaman ne çabuk geçmişti, adeta dakikalar içinde ineceğimiz yere varmıştık. Oysa yüksek ihtisas hastanesinin önünde indiğimizde saatler 03.35’i gösteriyordu.
Hava Ankara’ya göre bikaç derece daha sıcak olmasına rağmen hiç te katlanılabilecek bir durumda değildi. İhtisas hastanesinin acil bölümüne girip sığındık. Sabahı bekleme salonunda etmeye çalıştık. Bi de şu kavga gürültü olmasaydı güzel olacaktı ama neylersin, olacakların önüne geçemiyorsun hiç bi zaman.
Hele ki 2-3 tane güvenlik görevlisi bile gözlerinin önündeki olaya müdahale etmiyorlardı. Ellerini arkadan bağdaştırmışlar, normal vatandaş gibi bir kenardan hastane içinde yaşanan bu hadiseyi izliyorlardı. Genç bir kadın ile babası yaşta bir adam, genç bi çocukla tartışıyordu. Çocuk küfürler savuruyor, baba yaşındaki adam genci tokatlamaya başlıyordu. İçerde öyle bi ses vardı ki, biz hadi neyse, oradaki hastaların rahatsız olmaması mümkün değildi.
Biraz sonra iri kıyım bi güvenlik geldi diğer taraftan da onları dışarı çıkardı ve sessizlik sağlandı. Ebrunun dizlerine başımı koyup uzanmıştım, bi süre böyle uykuya dalmışım ancak Ebrunun sigara krizi tutunca kalkmak zorunda kaldı. Beni rahatsız etmeden hafifçe oynattı bacaklarını ancak ben bu hafifçe sarsıntıdan bile uyandım. Kulağıma eğilip iki nefes çekip geliyorum bekle dedi. Sigarasını içip geldi ve yanıma sokuldu, birbirimize sarılıp bi süre de öyle uyumaya çalıştık, daha doğrusu uyuklamaya ama bir türlü tam anlamıyla uykumuzu doyurmayı başaramadık.
Hava yavaştan aydınlanmaya başladığında ikimizin de gözleri şişti ve yüzlerimiz birer zombi gibi korkunçtu. Belimizi ve boynumuzu ova ova kalktık, hastanenin içinde turladık. Kendimize yeni biyer beğenip oturduk. Saat 8’e yaklaşıyordu ve mesainin başlamasından önceki hareketlilik başlamıştı.
Hademeler, sekreterler, odacılar, hasta bakıcılar, stajyer öğrenciler fink atmaya başladılar hastane koridorlarında. Saat 9’da ise nihayet doktorlar muayenehanelerine gelmeye başladılar. Benim doktorumun başı kalabalıktı, gelir gelmez hemen üşüştüler kapısına. Üstelik bi de sülük gibi yapışıyorlardı adama, bi bırakın yahu, bırakın da biz de derdimizi anlatalım değil mi ama!
Bir ara bulduğum boşlukta ben de içeri atladım ve baktım başka çare yok, aynen diğer insanların yaptığı gibi “hocam, hocam” diyerek bi koldan saldırmaya, dikkatini çekmeye çalıştım. Aksi halde bu işi çözmem mümkün olmayacaktı, zira herkes bu yöntemi kullanıyordu.
Zaten geceden beri uykusuz, aç, gergin ve de huzursuzdum. İyi ki yanımda Ebru vardı, o olmasaydı acaba ne yapardım? Ona rağmen, sinir ve sıkıntı kat sayım hat safhadaydı. İçerde doktora derdimi anlatana kadar, deveye hendeği arabada 5 evde 15 kere atlatırdım heralde.
Ayrıntıları geçiyorum, sadete gelirsek eğer, doktordan yeni bir yatış ve ameliyat günü aldım 4 gün sonrasına. Dolayısıyla bana yeniden askeriyenin yolu görünmüş oldu. Ebruya da evinin yolu görünmüştü haliyle. İstemeden de olsa ayrılmak zorunda kalışımız, ikimizin de moralini bozmuştu. O hoşlandığı adamdan, adam ise onun şefkatli kollarından ayrılmayı istemiyordu. Derin bir ölüm sessizliği içinde otogara yürüdük. Hastanenin biraz ilerisinde, yolun karşı tarafındaydı otogar. 20 dakika sonrası için Ebruya otobüs bulduk ve biletini aldık.
Onu bekleyerek daha fazla zaman kaybetmememi söyledi, ne de olsa firariydim, bu fikrine katılmamam elde değildi. Bir an olsun asker olduğumu unutmuştum onun yanında ama o yine de bunu hatırında tutuyordu ve bana hatırlatma zorunluluğu hissetti kendinde. Elinden gelse, elimden tutup o teslim edecekti beni birliğime ama sonra her şey ayyuka çıkacaktı. Bunu ikimiz de istemezdik. Bu yüzden onunla vedalaştım. Uzunca bir sarılışın ardından ayrıldık, onun gözlerindeki hüzün içimin buruk buruk burkulmasına yetti de arttı bile. Arkadan bakakalan herkese çok acıyordum nedense, galiba onların durumunu en çok ben biliyordum. Daha da ardıma bakmadan minibüse atlayıp gittim.
Karakola geldiğimde herkes meraklı ve şaşkın gözlerle soru yağmuruna tuttular beni. Kısa ve net cevaplar verip milleti savuşturdum üzerimden. Komutanlara da gerekli açıklamayı yaptıktan sonra üzerimi değiştirip yeniden asker oldum ve hiç dinlendirmeden 12-14 nöbetine geçirdiler beni. En zorlandığım nöbetimdi diyebilirim bu nöbet için.
Gözlerim yarı açık, yarı kapalı, keskin bir baş ağrısı ve ara ara baş dönmesiyle, açlığımın verdiği mide kalkmalarımla beraber işkence gibi bir nöbet tuttum. Bu eziyetin ardından kendimi yatağa zor attım, olduğum gibi üzerimi bile değiştirmeden ranzaya bıraktım kendimi.


-147-
Şafak 3, Atarsa 2!
Tekrardan gün saymak ne iğrenç bi şeydi. Bir askerin başına gelebilecek en talihsiz olaylardan biri bu olsa gerekti. Üstelik te hala dünün rehaveti vardı üzerimde. Uzun zaman sonra rüya gibi bir gece yaşamak, acayip güzeldi. Bu da Tanrı’nın bir hediyesi olsa gerekti bana. Sonsuz şükürler olsun, hamd olsun sana ey ulu Tanrım! Yanımda olduğunu bilmek bana huzur ve güven veriyor. Daha başka ne isteyebilirim ki senden, daha fazlasını sunmak senin lütfun sadece..
Duygusal devinimin ardından, hem de uykumu almış olmanın verdiği enerji ve Cumartesi sakinliği ile nöbetçi komutanın yunus uzman olması, bugünkü dinginliğimin sağlanmasında ve kendimi toparlamamda oldukça etkili olmuştu.
Öğlene kadar yatabilmiştim mesela, sonra da kalkıp çayımı içebilmiştim sıcak sıcak. Caner’e bi sarma sigara sardırıp tüttürdüm. Caner, Antepli yeni gelen elemanlardan, ama harbi eleman, diğerleri gibi bozulmamış henüz, inşallah böyle kalabilir askerliğinin sonrasında da.
Özdemir’le muhabbet ettikten sonra yapıcak başka bişey bulmadık, şafak kasmak için koğuşa çıkıp yataklara uzandık. Uyuyamadım, gidip ılık bi duş aldım ve bu rahatlıkla gevşeyen kaslarım daha bi güzel yayıldı yatağın üzerine. Düşüncelere dalmaya ramak kala sızmıştım çoktan.
Koğuşların altında bulunan yemekhanede TV’yi son ses açıp arabesk şarkı çalıyorlardı. Arabesk sevmeyen bir adamı çileden çıkaran o ses, şimdi bile kulaklarımda yankılanıyordu sanki. O sesin etkisinden olacak ki, duygu durum bozukluğum nüksedeyazdı. Garip hislere büründüm. Aşksızlıkla aşkı bulmuşluk arasındaki, aşkı kaybetmişlik ve yakalayabilme ihtimali doğmuşluğa benzer bir duygu sardı etrafımı, esir aldı bedenimi. Ne yapacağımı şaşırmış halde bekliyordum. Buhranla çarpan göğsümle, insanın içini daraltan bu koğuşun içinde çaresizce bekliyordum.
Bu hafta sonu çarşım da yazılmamıştı hastanede olucam diye. Herkes çarşıya çıkıyordu. Yarın bizim çocuklar da çıkacaktı. Asıl o zaman ne yapıcam bakalım, kara kara düşünüyordum bunu. En azından onlarla iki kalem muhabbet yapıp kafamı dağıtabiliyordum. Tek başıma iyice deprese olucam sanırım. Bir gün de olsa, gün kısa da olsa, hatta biran bile olsa yalnız kalmaya tahammül edemiyorum artık bu izbe yerde.
Keşke Ebru gibi bir melek daha gelse bugün de, her gün bir melek gelse, Beki İkala’nın meleklerinden biri gelse mesela, ya da Victorya Secret’in meleklerinden biri. Kurtarsınlar beni bu azaptan, gelip kaçırsınlar, götürsünler bilinmeyen uzaklara.
Ah ulan yalnızlık! Senden çektiğim kadar çekmedim kimseden çile bu hayatımda. İşte bazen seviyorum seni yine de ama sadece kısa süreliğine. Çok ta hoşlandığımı sanma yani, işte o kadar, fazla yüz göz olma , haddini bil, daha da yanaşma bana tamam mı? Hadi bakalım bas geri, al voltanı git işine şimdi! – Ama ekselansları.. -… – Beni dinlemediniz ki.. - … - Keşke birazcık daha bekleseydiniz, neyse, bi dahaki sefere görüşürüz umarım..


-148-
Atarsa 1! yalnızlığım.
Dayan, katlan, sık dişini bizim oğlan. Yüzdün, yüzdün kuyruğuna geldin, hatta kuyruğunu bile geçtin, karaya ayak basmak üzeresin.
- Bravo ekselansları kendinizi aştınız, kendi rekorunuzu egale ettiniz. Yeni rekor yine sizin, bu dalda rekoru geliştirip güncellediniz. – Selam yalnızlığım, artık daha fazla rekor kırmak istemiyorum. Jübilemi yapıp, bırakıp gitmek istiyorum. Bu son olsun, son bir gün daha katlanayım cezama. Son bir kez daha tutayım nöbetimi ve çekip gideyim. – İnşallah efendimiz, benim de tek temennim budur. – Bak yalnızlığım, hava da inadına ne güzel bugün, açık ve güneşli. Bir yalancı bahar daha bu ama imrendiriyor içeride olup ta dışarı çıkamayanları.
Sabah, bir Pazar sabahı, belki de ve hatta büyük ihtimalle yani bi terslik yaşanmadığı takdirde buradaki son Pazar sabahına 6’ya çeyrek varken uyandırıldım, 6-8 nöbetini tutmak için. Hiç zorlanmadan bitiriverdim nöbeti ve akabinde çarşıya çıkabilme ümidiyle nöbetçi komutandan izin istemeye gittim. Bugünkü nöbetçi sedat uzmandı. Genelde askerlerin sevdiği, iyi niyetli biri olarak bilinirdi ama ben oldum olası gıcık olmuşumdur kendisine. Bu hislerimin sebebi de karşılıksız çıkmadı haliyle, son günümde izin istemişim çok mu amk! İzin vermedi, o kadar da manipüle etmeye çalışmış, sivillerimi giyip gitmiştim odasına. ‘Komutanım, hastanede olucam diye çarşı yazılmamış bana, izin verirseniz çarşıya çıkabilir miyim 1-2 saat kadar?’, ‘olmaz, ben çıkartamam, bölük komutanının emri var’, haydaa! Buyur burdan yak! Canı isteyince kimseyi takmaz, bölük komutanı falan umurunda değildir ama işine gelmeyince hemen bölük komutanının emri devreye giriyordu nedense. ‘Peki, öyle olsun..’ diye mırıldanarak çıktım yanından ve koğuşa geri dönüp üzerimi değiştirdim ve yattım.
Ne de olsa bugün başka ne nöbetim vardı ne de başka bi işim. Yata yata bugünü de bitirebilirdim, sabretmeyi öğrenmiştim nasıl olsa. Bunu bugün de test etmek, benim için bir sabır idmanı olabilirdi. Üstelik bu sıkıntı potansiyel enerjisini, yazma kinetik enerjisine dönüştürerek kendime ekstra avantaj sağlıyordum ve bu avantaj sayesinde daha çok yazabilmiş oluyordum.
Yazmak, yazabilmek, hatta çoktan yazmış olmak en büyük avantaj, en büyük ödül, en sınırsız özgürlüktü benim için. Yazıyorum, öyleyse özgürüm.


-149-
Atarsa Doğan Güneş!
Nöbet filan yok, iyice tezkere moduna girdim. Fantezi olsun diye içtimaya girdim hatta. Herkes beni gördüğüne şaşırdı içtimada. Rütbeliler bile soruyordu, ‘senin ne işin var burda, daha gitmedin mi?’ diye. Her sorana, ‘yarın gidiyorum’ diyordum. Her şey güzel görünüyordu gözüme, bol kepçeden mutluluk hormonu salgılıyordu vücudum. Damarlarımda oluk oluk endorfin dolaşıyordu.
Bikaç gün sonra denetim olacağı için herkesi yine yemekhaneye toplayıp soruları gözden geçirttiler. Yine tek tek söylettiriyorlar, ezber tazeletiyorlardı askerlere. Bu sefer, bu saçma eğitim bile eğlenceli gelmeye başladı. Tekerleme söylüyormuşuz gibi hissediyordum. Biran diksiyon temrinlerimi anımsadım, ‘Türkiye Cumhuriyeti jandarması, emniyet ve asayiş ile kamu düzeninin korunmasını sağlayan ve diğer kanun ve nizamların vermiş olduğu görevleri yerine getiren, askeri silahlı güvenlik ve kolluk kuvvetidir.’
Bu eğlenceli eğitimden sonra osman uzman çağırdı. Sözde bi evrakım gelmiş, onun hakkında çağırmış ama onu söyleyene kadar, odasındaki dosyaları, dolabından arşive taşıttı. Dosyalardan boşalan dolabı sildirdi ve yerine yeni dosyaları düzenli bi şekilde istifletti. Geriye kalan bilançodaki pislikleri süpürttü ve paspas attırdı odasına. Sonra umarsızca evrak mevzusuna geçebildi nihayet.
Malum evrak, benim askerlik yoklamasından kaçtığıma dair gıyabımda verilen ceza imiş. Tam 100 TL. Mahkemeden birliğime, birliğimden de bana tebliğ edildi. Beyanda 15 gün içinde sulh ceza mahkemesine itirazda bulunabileceğim de yazıyordu. Eğer askerden sonra ödeme yapılırsa indirimin söz konusu olmayacağı ancak tahsilatın da eğer askerliğimi yapıyorsam, askerlik bittikten sonra yapılacağı bildiriliyordu. Evet, yanlış okumadınız ya da ben yanlış yazmadım, tamamen böyle ibraz edilmişti bildiride. Hem ceza indirimi yapabileceklerini, hem de bu indirimden faydalanamayacağımı söylüyorlardı resmen.
Kafam karıştı, biraz da attı. Mahmut uzmandan izin alıp dışarı çıktım. Önce askerlik şubesine danıştım, ‘bizlik bi durum yok, itirazını sulh ceza mahkemesine yapacaksın’ dediler. Ordan çıkıp adliyeye gittim. Adliyede sulh ceza mahkemesini buldum, durumu onlara anlattım. Dilekçeni yaz ver dediler ama yüzlerinden durumu tam anlamadıklarını okuyabiliyordum. Bu sefer öyle “tamam” deyip gitmedim. Konuyu irdelemek istedim, ‘bakın hem şöyle demişler, hem de böyle demişler, ayrıca itiraz davası açsam ne kadar sürer?’, ‘1 ila 6 yıl sürer bu dava, ne kadar ödeyeceksin sen?’, ‘100 ama hemen ödersem indirim olacakmış ama hemen ödeyebiliyor muyum acaba, askerden sonra ödeyebileceğimi de söylüyor çünkü.’ Onların da iyice kafası karıştı beyanı okuyunca ve ‘En iyisi sen cezayı öde, sonra yine dilekçeni yazarsın, maddi durumun el veriyorsa bişey değil zaten’. Ben de öyle düşünüyordum zaten, 50 lira için 6 sene bekleyemem. ‘Sağ olun, kolay gelsin’ deyip çıktım ordan da, istikamet vergi dairesi.
Vergi dairesi de o kadar köhne ve karanlık bir yer ki, sözde valiliğin içinde ama harabe gibi içerisi. Nerden baksan en az 60 yılı vardır bu binanın. Duvarların boyası, sıvası ne varsa dökülüyordu. Koridorlardan demli çay kokusu yayılıyordu buram buram ve ben nereye gideceğimi bilmiyordum. O kadar çok oda vardı ki, ve bir o kadar da çok masa başı çalışanı vardı, kime sorsam diye bakınıyordum. Hiç biriyle göz göze gelemiyordum. Sanki onların eviymiş orası da, ben de onların evinde uçuşan bir sinekmişim gibi hissettim. En sonunda birinin masasına yanaşıp sormaya yeltendim. Kadının yan masayla dedikodusunu bitirip beni fark etmesi 30 saniyeden fazla sürdü. Derdimi anlattım, muhasebeye gönderdi. Alt kata indim, aynı manzara orda da mevcuttu. Yine masaların birine yanaştım ve durumu bildirdim, o da vezneye gönderdi. Vezneye gittim sora sora, koridorun en sonunda, iyice karanlık ve sessiz küçücük bir odada, yaşını başını almış, 20 sene evvel çoktan emekli olması muhtemel, gözlüklü, kel ve hayatından bezmiş bir amcayla karşılaştım. Girdiğimi fark etmedi bile, sabahtan beri kim bilir kaçıncı çayını karıştırmakla meşguldü. Belli ki bu köhne yerde çok sıkılıyordu ve sıkıntıdan habire çaya vuruyordu kendisini. Biran adamın bu haline acıdım, acaba boş verip geri mi dönseydim, nasıl olsa beni fark etmemişti. Sonra nezaketen yapılan kendini belli etme hareketini yaptım, öksürdüm hafifçe. Kafasını hiç oynatmadan gözlüğünün üstündeki boşluktan bana baktı göz ucuyla. Gözlerinden bıkkınlık akıyordu ama beni gördüğüne sevinmiş gibi ilgiyle neden geldiğimi sordu. Ben de huzur evinde unutulmuş, kimsesiz yaşlı bir amcayı ziyaret eder havasında, sanki onunla muhabbete gelmişim gibi derdimi anlatmaya başladım. Tahmin ettiğim gibi durumu o da kavrayamadı. Sonra biraz daha detaylı izah edince yavaş yavaş bir umut ışığı belirdi. Bu aydınlanmanın ardından belgelere bir daha göz gezdirdi. Gerekli işlemin yapılması için tebliğ belgesinin de olması gerektiğini söyledi. Böylesine boş vermiş birinin bu belge konusundaki ısrarı beni şaşırtmıştı. İstediği belgeyi, ‘sonra getir halledelim’ dedi.
Ben de hemen bölüğe gidip eksik belgeyi kapıp geri geldim. Beni bugün beklemediği, hatta bu ay içinde ya da belki bi daha hiç beklemediği, beni karşısında tekrar görünce yüzünün asılmasından belli oluyordu. Bu asıklık diline de vurdu ve ‘niye acele ediyorsun, gittiğin yerde ödesene’ deyiverdi. Öylesine uğraşmak istemiyordu ki, başından savmak için böyle saçma cümleler dökülüyordu ağzından. Bu arada belgeleri ona uzatmıştım çoktan, o da bilgisayar kullanmasını bilmeyen biri gibi sistemi bulmaya çalışıyordu. Ofluyordu, çünkü önündeki bilgisayar her devlet dairesindeki gibi çağın en yavaş işleyen bilgisayarlarındandı. TC kimliğimi en az 10 defa girmesine rağmen bilgilerime ulaşamadı ve bana bakıp, ‘bu TC doğru mu senin?’ diye sordu. ‘Niye ki, bilgilerim yoksa ceza da görünmüyorsa iptal mi oldu acaba?’ diye bi espri yapayım dedim ama bu ince espriyi anlayabilecek bir zekaya sahip olmaması beni şaşırtmadı.
Bir süre sonra sistem açılınca oflaya poflaya tahsilat işlemlerini tamamladı ve makbuzu bana uzattı. ‘Bunu gittiğin yere teslim edeceksin’, ‘tamam ederim’ dedim ve vatani cezamın, ücretli kısmını da ödemiş olmanın rahatlığında çıkıp yolda yürümeye devam ettim, birliğe vardım. Millete geleneksel olarak tezkere sigarası ve çikolatası dağıttım.
Bu bekleme zamanı zarfında kar yağmaya başladı inceden. Sonra da iyice lapa lapa yağmaya başladı. Bir süre sonra yerde santim santim kar yığınları oluşmaya başladı. Belli başlı düzlemlerde kar tutmaları göze çarpıyordu, peyderpey beyaz bir örtü kaplıyordu her yeri. Bu manzarayı gördüğümüzde doğal olarak hemen dışarı çıkıp kartopu oynama içgüdümüze kapıldık. Düzlemlerde biriken yığınları sıyırıp elimizde sıkarak kartopu haline getiriyor, en yakında gördüğümüzün gelişigüzel yerlerine patlatıyorduk. Çok eğlenceliydi gerçekten, üstelik bu ortamda bile çok eğlenceliydi karla oynamak.
Bugünün, hatta belki de askerlik hayatımın en komik olayı ile karşılaşmıştım. Belki inanmayacaksınız, çünkü bana da birisi anlatsa ‘yuh artık bu kadarı da fazla abartı, uydurma, atma’ filan derdim. Oysa ki bizzat gözlerimle gördüm, yine de inanmakta zorluk çektim. Tuvalete girmiştim ki, bir arkadaş diğer tuvaletten çıkarken seslendi, ‘gel, gel bak sana ne göstericem’, ‘ne var lan’ dediğim anda gülme krizlerine tutuldum. Birisi, bildiğimiz koca banyo sabununu, o büyük beyaz kalıp hacı şakir sabununun ortasını delip malum işini halletmiş ve sabunu kapının üstündeki eşiğe koymuş. Büyük ihtimalle unutmuş orda ama nasıl bir psikoloji içinde olduğunun delilini ortada bırakmış olmuş böylece. Bir insan artık nasıl bu hale gelir siz düşünün.
Bu trajikomik olayı duyan kopmaya, kopan birbirine anlatmaya başladı. Duymayan kalmadı koğuşta. Kim olduğu tabi ki de ortaya çıkmayacaktı ama külkedisinin ayakkabısı hesabı sahibini bulmayı teklif edenler oldu. Bunu ciddiye alanlar da oldu ama sonunda sabunun tuvalet deliğine düşürülmesiyle olay örtbas edilip kapatıldı.
Bundan başka bir diğer komedi de, Abeş’in, hani şu ne konuştuğu tam anlaşılamayan askerin, karakol komutanının ‘olum senin mıntıkan neresi?’ sorusuna yanıt olarak, ‘iki oda bi tuvalet komutanım’ demesiydi.
Kar ne de güzel yağıyordu, yer beyaz gök bembeyaz ve ortalık apaydınlıktı bu gece. Rüzgar yoktu ve kar yağışının yarattığı ılıman bir hava hakimdi dışarıda. Çam ağaçlarının üzerinde biriken karların, ağaca tekme atınca yere savrulması da ayrı bir enstantane oluşturuyordu. Bunu fark edenler aynı resmi tekrar tekar çekmeye çalışıyorlardı. Bense tüm bu olan biteni bir filmin son sahnesi olarak izliyor ve sinemada koltuğumdan kalkıp üzerimi giymeye hazırlanıyordum. Birazdan yazılar akmaya başlayacak ve sabah ışıkları aydınlanacak ve ben de çıkıp gideceğim gerçek hayatıma.


-150-
Şafak Doğan Güneş! dedimse de yine inanmayın siz. Başıma yine öyle olağandışı şeyler geldi ki, bakın anlatayım da siz de okuyunca bana hak vereceksiniz.
Buradaki son günüm olduğundan fantezi olsun diye içtimaya katıldım. Mıntıka temizliğinde filan çok istekliydim. Yaptığım her şeyden keyif alıyordum bugün. İçtimadan sonra santrale çıktım hastane sevki çıkartmak için. İlk bomba o zaman patladı. Sevklerin çıktığı osman uzmanın odasındaki yazıcı bozulmuş, bozulmuş derken içinde kağıt sıkışmış ama öyle bir buruşmuş ki içinden çıkmıyor, çıkartılamıyor bi türlü amk! En sonunda kaldırıp alaya bakıma götürdüler. Ne yapıcam diye kara kara düşünürken Veli Bçvş.un odasında bi yazıcı daha olduğunu öğrendim ancak ondan bişeyler rica etmek bile deveye hendek atlatmaktan daha zor bişeydi. Fakat başka çarem yoktu, kendimi motive ettim ve odasına daldım. ‘Komutanım hastane sevki çıkartacaktım ama yazıcı bozulmuş, sizin bilgisayarınızdan çıkartabilir miyim?’. Beni ve de herkesi şaşırtacak sakinlikte karşıladı durumu. ‘Benim bilgisayar internete bağlı, o yüzden ağ bağlantısı yok, cd dışında da hiç bişekilde atamayız belgeyi, kendin yazacaksan geç yaz’ dedi.
Bu saatten sonra belgenin her noktasını, virgülüne kadar yazmak bile çocuk oyuncağıydı benim için. Daha fazla zaman kaybetmemek ve bu fırsatı tepmemek adına, ‘elle yazarım komutanım’ dedim. Bikaç dakika sonra kalktı ve yerini bana bıraktı enteresan bişekilde.
Elime örnek bi sevk aldım, Word belgesini açtım ve başladım F klavyenin tuşlarını yavaş yavaş tıklamaya. Normalden uzunca bir zaman sonra yazım işini bitirip çıktıyı alabildim. Bölük komutanına imzalatması için mahmut uzmana götürdüm belgeyi. İkinci bomba da işte orda patladı. Bölük komutanı, sıhhi izinlerde hava değişiminin kalktığını, alay komutanının emriyle verildiğini müjdeledi. Yani ameliyat olsam bile, bu andan itibaren burada istirahat edeceğimi bana bildirdi. Ancak buna dilekçe ile itiraz hakkımın bulunduğunu da ekledi.
Bu nasıl bir saçmalıktı? Ben o zaman ne diye son günleri bekledim? Bana, ‘son 10 gün kala ameliyat ol, gönderelim seni’ diyen bölük komutanının kendisi değil miydi? Şimdi ne diye yan çiziyordu böyle! Gidip kendisine soracak oldum bu durumu ama o an karakolda bulunmuyordu. Alaya gitmiş yine. bu yüzden imza işini de osman uzmana sordum, nasıl halledebiliriz diye. o da veli başçavuşa vekaleten imzalattı ve en azından artık hastaneye gidebilmek için sevkime kavuşmuş oldum.
Sevki kaptığım gibi üzerimi değiştirdim ve hemen aşağı indim. Çıkmak için öğle yemeğini bekledim. Yemek geç gelince yemeden Fırat başçavuşa bilgi verip ayrıldım birlikten. Önce çarşıya uğrayıp bişeyler yedim, internete girdim ve hastanenin yolunu tuttum.
Hastanede de yaklaşık bir saat doktorun kapısında bekledikten sonra içeri girebildim. son kontrollerin ardından nihayet yatışım yapıldı. Üst katta hasta odalarına geçmek için beklerken 80 küsür yaşlarında, anlattıklarına göre çok uzun süredir burada yatan ve herkesin diline düşmüş, bi nevi ünlü olmuş Osman Amca diye birinin kalbi durmuştu. Koridorda bir bağrışma ve koşuşturma başladı. “Hemen resüsitasyonu hazırlayın”, “çabuk çabuk çabuk”, “osman amca gidiyor,..”
Neyse ki anında müdahale ile geri döndürmeyi başardılar ve yoğun bakıma sevk ettiler amcayı.
Bu hoş geldin partisinin ardından 219 numaralı odaya, üç yataklı odanın orta yatağına beni yerleştirdiler. Kapı tarafında düşerek kaza geçirmiş ve yüzünün çeşitli yerlerinde yaralanmalar olan hanımının refakatinde bir adam, sol tarafımda, cam kenarında ise 91/4 devrelerden bir asker vardı. O da benim gibi burun operasyonu geçirecekmiş, bekliyordu çaresizce.
Her neyse, hemşire hanım hastaneden ayrılmamızın her ne kadar yasak olduğuna vurgu yapsa da, o gittikten sonra asker arkadaşa söyleyip çarşıya kaçtım. Zira hastanede durabilecek gibi değildim, hastane ortamı oldum olası basardı beni.
Henüz saat erkendi, tam anlamıyla akşam olmamıştı, hava kararmamıştı en azından. Bikaç saat çarşıda takıldıktan sonra hastaneye geri döndüm. Biraz TV izledikten sonra da uyumuşum zaten.


-151-
Ameliyat olacağım güne uyandım. Üzerimde az da olsa bi tedirginlik vardı ama heyecanlı ve stresli değildim. Bu da bıçak altında ilk defa yatacak olmamdan dolayı oluşan bir ruh spazmıydı sanırım.
Aç kalmam gerektiği için sabaha kadar aç kaldığım yetmiyormuş gibi üstüne sabah kahvaltısı dağıtılırken, sadece izlemekle yetiniyordum. Dün akşamdan beri doktorun emriyle bişey yemem yasaklanmıştı. Bikaç saat geçti, 9 buçuk 10 arası bir vakitte hemşire geldi, tansiyonumu ölçtü ve ameliyat için hazırlanmamı söyledi. Ben hali hazırda beklerken bir sedye getirdiler ve bana tozpembe renginde çıtçıtları tutmayan bi ameliyat gömleği verdiler. Tüm cebelleşmelerime rağmen ancak boynumdaki bir çıtçıtı tutturabildim. Bu halimle antik çağdaki roma tanrılarını andırıyordum. Altımda sadece boxer kalmıştı. Bi burun ameliyatı için niye bu kadar soyuyorlar bizi siye söylenip duruyordum. Prosedür gereği diye cevap verdi hasta bakıcı. Ayrıca steril ortamı korumak için de böyle olması gerektiğini mırıldanır gibi oldu. Bu mırıldanma bana daha tatmin edici bir cevap olmuş oldu.
Bu kısa sohbetin ardından sedyeye yattım ve kapatabildiğim tek çıtçıt ta açıldı. Bunun üzerine üstüme o klasik yeşil örtüden örttüler ve koridora çıkıp ameliyathaneye doğru ilerlemeye başladık. Kendimi kurbanlık koyun gibi hissetmeye başladım, elim kolum bağlı götürüyorlardı bıçak altına.
Asansörün önünde biraz bekledik sonra bir kat aşağı indik, ameliyathanenin koridoruna çıktık, ilerlemeye devam ettik. Ancak sedyenin tekerleklerinde bir sorun vardı, çaprazlama götürüyordu. Bu yüzden sürekli duvara sürtünme söz konusuydu. Böyle olunca da beni bi gülme tuttu. Ben gülünce de ortaya acayip bi görüntü çıktı.
Ameliyathanenin kapısında bekleyen hasta yakınları, ameliyata sedye üzerinde gülerek giren şahsa garip ve tuhaf gözlerle bakıyorlardı. Bu durum daha da komiğime gitti. bir anda kendimi ameliyathanenin içerisinde tek başıma bırakılmış bir halde buldum.
Gelip geçen doktorlar ve hemşireler ayakucumdaki dosyaya bakıp inceliyorlar, sonra da yollarına devam ediyorlardı. Hiçbiri de benimle muhatap olmuyordu. Sanki ben orada kendi derdini anlatamayan bir çocuk, yatalak bi hasta, bi hayvan ya da mahmut uzmanın deyimiyle bir robot idim. Niye hiçbiri bana kim olduğumu, kimin hastası olduğumu ya da en azından göz teması kurup halimi hatırımı sormuyordu?
Tüm bu içten sorgulamalarım esnasında iki hastabakıcının muhabbetini bir soru ile böldüm. ‘bu elbiselerin arkasında niye YİH hastanesinden çalınmıştır yazıyor?’, ‘dışarıda giymesinler diye’ cevap verdi ayakta duran adam. Bu etkileşimin ardından o sormaya başladı, ‘asker misin? Neyin var? vs.’, ‘Evet, burun ameliyatı vs.’. ‘Nerelisin? Ben de şurda yapmıştım askerliğimi vs.’ derken biri gelip arkamdan sedyeyi itmeye başladı. Ameliyat olacağım odaya geldik. O malum ışıkların altındaki sedyeye nakil edildikten sonra iri yarı bir adam “ben anestezi uzmanıyım” diyerek kendini tanıttı ve asistanlarla beraber kollarıma gerekli malzemeleri bağlamaya başladı. Bu arada sorduğum, ‘operasyon ne kadar sürer?’ sorusuna, ‘biz de bi deyim vardır’ deyip enteresanlığını belli ediyor ve ‘gerektiği kadar’ gibi artistik bi cevapla konuyu kapatıyordu. Ben de ‘çok iyi, anlıyorum’ diye karşılık verdim. ’60 sn. içinde uyuyacaksın’ dedi. Başımın üstüne, yani göz hizama burun maskesi bişey getirdi, derin derin nefes al derken üçüncü alışımı hatırlayamadan bayılmıştım.
Uyandığımda duyduğum ilk ses, ‘nasılsın, iyi misin?’ oldu. ‘iyiyim’ diye cevap verdim uykulu sersem halimle. Benim de ilk sorduğum şey saatin kaç olduğuydu, ‘12’ye 10 var’ dedi birisi. Gözlerim kapalıydı, sadece yaşadığımın bilincindeydim o kadar. ‘başka bi ihtiyacın var mı?’ diye sordu galiba birisi ya da bana öyle geldi, ‘gözümü siler misiniz?’ dedim. Çünkü öyle yaş akmış ki, göz çukurlarım dolmuştu sanki. Peçete gibi bi şeyle gözümü sildiler ve gözümü açtığımda odadaki yatağımda olduğumu görebildim ve kolumda serum bağlıydı sadece.


-152-
Sabaha kadar uyku nedir bilemedim, kan tükürmekten ve sızlanmaktan. Benimle ilgilenecek, bana bakacak bi refakatçim de yoktu. İnsan nasıl ihtiyaç duyuyordu o halde birine bi bilseniz, ah bi bilseniz!
Sabah kahvaltısı geldi, hemşire önce tansiyonumuzu ölçtü, sonra ne yememiz gerektiğini söyledi. Kutu reçel, bikaç zeytin ve ekmek o kadar. Ardından almam gereken ilaçlarımı içtim. Bir ya da bir buçuk saat sonra doktorumuzun kontrol için çağırdığını söyledi hastabakıcı. Aşağı, kliniğe indik. Bu gün doktorumuzun elinden kombine halde operasyon geçiren Ben, Sinan ve küçük kız Sudenaz. Önce onları kontrol etti ve ikisini de taburcu etti. Benim içinse, yarın tamponlardan birini çıkartmak için yarını beklememi söyledi. Bunun için bir gün daha hastanede kalacaktım, bu yüzden hemen kabul ettim bu cazip teklifi.
Odama döndüğümde kapı tarafında yatan adam gitmiş, yerine prostat ameliyatı olacak bir dayı gelmiş yatmıştı. Yanında da karısı refakatçi olarak gelmişti. Bu dayıyla tanıştık, muhabbet ettik, yapacak başka işimiz olmadığı için uzun uzadıya konuştuk ordan burdan.
62 yaşında, Kırıkkaleli olan amca öğleden sonra ameliyat olup geldikten sonra, o gün geç saatlere kadar ziyaretçileri geldi gitti arka arkaya. Ben de bu nedenle oda dışına çıktım ve koridorda yakınlarım ve arkadaşlarımla konuşarak zaman geçirdim.
Hastanenin ilginç bir yanı da tabldot olarak dağıttıkları yemeğin yanında çatal, kaşık gibi gereçler vermemeleriydi. Her öğün kantine inip çatal kaşık almak gerekiyordu, her yerde bi sömürü mevcuttu anlayacağınız. Tabi bu durumdan haberdar olanlar tam teşekküllü geliyorlardı evden hastaneye. Nitekim bizim dayının hanımı da evden getirmiş çatalını, kaşığını, bardağını falan. O akşam dayının ısrarı üzerine kurtlar vadisini açtım TV’de, ben de uykuya dalıp gitmiştim.


--153-
“Yeğen, şş.. yeğen!” sesleriyle uyandım sabah. Meğer kahvaltı gelmiş, onun için beni uyandırmaya çalışıyormuş dayı.
Uyandığımda bi tıkanıklık hissettim. Gece tüküremediğim için boğazımda biriken kan pıhtılaşmış, yapışıp kalmış. Bir süre lavaboda, boğazımı açana kadar temizlemek için uğraştım. Midem her seferinde kalktı kalktı indi, sonunda nefes alabilecek kadar temizlemeyi başardım boğazımı.
Bu işlemin ardından, kahvaltı yapıp ilaçlarımı içtikten sonra doktorun beni çağırmasını bekledim. Yaklaşık bir saat kadar sonra hastabakıcıyla beraber doktorun odasına indik. Dünyadaki cehennem azabının ne olduğunu ilk orda o zaman hissettim.
Burnumun içine şırınga ile sıvı losyon enjekte etmesine rağmen, hızla çektiği tamponun ardından öylesine sızladı ki burnum, bunun tarifi imkansız fiziksel acılardan biri olduğunu tahmin edebilirsiniz umarım. Ardından yaptığı bikaç işlem (lokal anestezi ile sızıyı dindirmek için burnumun içine üzerine sprey sıktığı bir bezi sokup çıkardı) sonrasında gözlerim kan çanağına dönmüş ve bir çağlayan gibi yaş akmıştı ikisinden de. Kana bulanmış ağzımı yüzümü sildikten sonra, 5 gün sonrasına kalan silikon tamponları çıkarmak için gün verdi. Taburcu olup, 10 günlük raporumu imzalatıp ardından mahmut komutanı beni gelip alması için aradım.
Mahmut uzman, 3 günlük ilgisizlik ve sorumsuzluğunun üzerinde yaratmış olduğu mahcubiyetle hemen bölük komutanının aracıyla gelip beni aldı, karakola bıraktı, kendisi alaya döndü.
Herkesin yine meraklı ve şaşkın bakışları arasında koğuşa geçip yatağıma uzandım ve istirahatime başladım.




-154-
Hafta sonu olduğu için ortalık sakindi. Çarşıya çıkanlar olduğundan ve kiminin de görevi olduğundan öğlene kadar huzur verici sessizlikte uyuyabildim. Burada ilk kez oldukça dingin bir şekilde uyandım sonra. Ne kamuflaj ne de tıraş, artık beni ilgilendirmiyordu ikisi de. Eşofmanlarımla ve yüzümde yükselen cm’lik sakalımla hiç te asker görüntüsü sergilemiyordum. Bu halimle hem rütbeli, hem de rütbesiz askerleri imrendiriyordum. Askeri bölgede hem de asker olarak böyle dolaşmak kimin haddineydi? Kimse cüret edemezdi buna benden başka. Ayrıca bu halime imrenmekten çok gıcık olanlar da vardı, bunu yüz ifadelerinden kolayca çıkarsayabiliyordum.
Ortalıkta nispet yaparcasına biraz dolaştıktan sonra koğuşa çıkıp akşama kadar vurdum kafamı yattım. Akşam oldu yine yattım ve gece yatmaya devam ettim. Sabah olduğundaysa hala yatıyor olduğumu fark ettim.


-155-
Yine bir Pazar ve bu kez artık son Pazar gününe uyanıyordum burada. Bundan kesinlikle emindim, çünkü başka şafağımız kalmamıştı amk!
Havanın güzelliği, çirkinliği hiç umurumda değildi. Ben sıcacık yatağımdan çıkmıyordum nasılsa. Uyumaya devam, bizim çocuklar da çarşıya çıktılar bugün fakat özdemir çıkamamış yine, dosya evrak işleri için rehin tutmuş karakolda Veli Bçvş. bizim deyimimizle OÇ. Bçvş.
Mahmut uzman özdemir’e hafta içi istediğin zaman çıkarsın çarşıya demiş te öyle avunmuş. O karakolda evraklarla boğuşurken ben de yatağına uzanmış huzurun tadını çıkarıyordum. Sona gelmiş olmanın rahatlığı beni kuş gibi hafifletiyordu. Bir ara kanatlanıp uçucam sandım yatağımdan. Nitekim, fiziksel olmasa da ruhsal olarak uçup gitmiştim biraz sonra.
– Huu, majesteleri, ne alemdesiniz böyle? – Çok güzelim sevgilim, kafam çok güzel, çok uzak alemlerdeyim. Düşün ki ,masmavi deniz kenarında altın sarısı kumlar inci gibi parlarken, palmiyeler gölgesinde gerilmiş bir hamakta sallanıyorsun, işte bundan da güzel bi alemdeyim şuan. – o nasıl bir güzellik majesteleri? Eminim ki sarayınızın hareminde süt banyosu yaptırılıyorsunuzdur, en güzel hatunlarınız tarafından. – Ondan da güzeldir bu sevgilim, ondan da güzel. - Sanırım bu güzelliğin henüz bir tarifi yok majesteleri, öyle değil mi? – şu anda öyle görünüyor sevgilim, belki daha sonra neye benzediğini anlatabilirim ama buna şuan gücüm yetmiyor, fazla kasmak istemiyorum kendimi ille de başkalarına anlatıcam diye bu güzelliğimi. Bu kez de anlatılmaz yaşanır olarak kalsın, sadece ben hissetmiş olayım, hissedebilenler olursa anlatsınlar birbirlerine, ben anlatamıyorum.


-156-
“Bir-ki-üç-Bir, bir-ki-üç-İki, bir-ki-üç-Üç, son-ki-üç-Son!” sesleriyle uyandım bu sabah ta. İçtimanın ardından eğitim yaptırılıyormuş, gözümü açıp pencereden baktığımda. Bu nerden çıktı şimdi? Bugüne kadar böyle bişey görmemiştim burda. Sanırım yaklaşan denetim içindi bu hazırlıklar.
Amaan! Bana ne ya! Ben yırtmıştım nasılsa, yatıyordum yatağımda ve pencereden mavimsi gökyüzünü seyrediyordum.
Hava açık ve güneşliydi, gene bahar yalanını yedirmeye çalışıyordu bize. Keşke dışarda olabilseydim derken, müjdeli haberi özdemir getiriyordu hemen, “Mahmut uzman gidene kadar her gün çarşıya çıkabilirsiniz dedi.”
“Nasıl yani la, ben de çıkabilecek miyim yani?”
“Benim tezkereci askerlerim çıkabilir dedi işte”
“Ben yine de bi gidip sorayım, raporluyum ya, yasak olmasın sonra”
“Olmaz ama git sor yine de”
Hemen yataktan fırladığım gibi soluğu mahmut uzmanın odasında aldım. “Komutanım,,,” diye daldım odasına, o da babacan tavırlarla cevap verdi, “gel, otur bakalım, nasıl oldun”, “daha iyiyim komutanım, her gün daha iyi oluyorum” “ aman dikkat et ha!” dedikten sonra bi süre sessizce oturduk. Rahatsız edici sessizliğin ardından mevzuya girdim, “komutanım özdemir’e izin vermişsiniz, çarşıya çıkacakmış, ben de onunla çıkabilir miyim?” “tabi tabi, çıkabilirsiniz, ne ihtiyacınız varsa giderin, gezin.. ama atkın var mı? Sarın sarmala kendini, üşütme” “var komutanım üşütmem, sağ olun, çok soğ olun” diyerek çıktım ve hoplaya zıplaya koğuşa geldim. Üzerimi değiştirirken çocuklar gibi seviniyordum, çok mutlu olmuştum, mutluluk sarhoşluğu içerisindeydim.
Özdemir, “ne acelemiz var” deyip yavaş hazırlanıyordu, bense çoktan hazırdım dışarı çıkmaya, “hadi olum ya dışarısı çok güzel bugün şansımıza, biran önce çıkalım, hadi” özdemir de hazırlandıktan sonra dışarı çıktık. Gezdik, dolaştık, playstation oynadık, internet kafeye girip sosyal medyaya merhaba dedik. Köfte yedik, pastaneye gittik, hatunların arasına düştük, markaja alındık, kesiştik, lafladık ve saleplerimizi içip kalktık.
Yoksa her biri birbirinden güzel bu kadar tatlı hatunların arasında iyice eriyip gidecektik. Yarım kilo çerez aldık ve yürüyerek karakola doğru yol aldık.


-157-
11’i geçmişti uyandığımda. Midem açlıktan acımış, kahvaltıyı kaçırdığım için ilaçlarımı da içememiştim. En iyisi bi duş almaktı. Hazır kimse yokken ve sıcak su da mevcutken ılık bi duş aldım burnuma su kaçırmadan.
Duştan sonra yatağıma gelip uzandım, başka ne yapabilirdim ki zaten, var mıydı başka bir seçenek? Uykum da yoktu ya, o yüzden yine düşünce deryasına dalıp hayalet balıklara oltayı attım.
“Bitti lan” dedim kendi kendime, “bitti lan!” sonra içimden birkaç defa daha tekrarladım aynı sözü. Özdemir’le birbirimize ara ara bu lafı söyleyip gülerdik.
Geçen gün yine dedim, “özdemir, bitti lan!” “ne bitti olum, nerde bitti, habire bitti bitti diyorsun, hep burdayız hala” “ya bitti işte, bişey kalmadı, ne kadar kaldı şurda, şafağımız mı kaldı amk?” “la oğlum burdayız işte, bitmiyor baksana, nerde bitti!” “bitti olum, bitti” deyip gülmeye başlıyoruz yine.
– Bitti mi majesteleri? – Bitti amk, bitti sonunda.. – ama bakıyorum da hala burada görüyorum sizi majesteleri? – sen hayal görüyorsun, ben aslında burda yokum, gördüğün benim yansımam, anlıyor musun? – anlıyorum majesteleri, o halde bu durumda ben sizin hayalinizle konuşuyorum değil mi? – aynen öyle sevgilim, hadi bakalım, sana iyi muhabbetler.
Baba yatar, şafak atar, atarsa adana! Hem de bu kez son kez..


-158-

Millet içtima alırken, askerler sabah sabah eğitime tabi tutulurken, sıcacık yatağımda battaniyeyi kafama çekip uyumak kadar hoş bi duygu yokmuş inanın ki. Bu sabah bunu bir kez daha anladım.
Battaniyenin altında beklerken, eğitimin bittiğini seslerin kesilmesinden anladım. Kedi gibi gerinerek kalktım yataktan. Yatağımı, daha önce hiç özenmediğim titizlikle düzelttim. Mavi çarşaf aynı rüzgarsız havalardaki dalgasız denizler gibi göründü gözüme, ölüdeniz gibiydi yatağımın üstü. Son bir kez daha elimin içiyle battaniyenin kabaran kısmına vurup düzelttim ve dolabıma geçtim.
Dolabın içi karma karışıktı ama derin bi felsefesi vardı bu karmaşıklığın. Büyük üstat Einstein der ki; ‘dağınık masası olanın kafası dağınıktır derler, boş masası olanın kafası da boş mudur o zaman?’
Hastaneye gidecektim, o yüzden sivil kıyafetleri giyip mahmut uzmanın yanına izin istemeye gittim. O sıra mahmut uzman da veli başçavuşun odasındaymış. Dalgınlığıma geldi daldım odaya birden, veli başçavuş ta beni görür görmez lafı soktu hemen, “ne o sakallar yavrum? Git hemen kes o sakalları öyle gel!” hakikaten de peşmerge gibi olmuştum. Bir haftadır dokunmadığım sakallarım deyiş yerinde bir karış olmuştu. Ancak bırakın veli başçavuşu, bölük komutanı hatta alay komutanı bile emretse hiç aldırış etmezdim, kesesim yoktu bi sakallarımı bikere. Hem şafağım mı kalmış? Bu şafaktan sonra ben mi keseyim?
Nitekim ordan çıktıktan sonra başımın üstünde bir florsan yandı, aşağı indim ve bahanemi hazırladım. Tıraş bıçağımın kalmadığını, tıraşı dışarda olacağımı söyleyecektim geri dönüp. Fakat bu bahaneye bile gerek kalmadı, geri döndüğümde veli başçavuşun yerinde yeller esiyordu. Biraz sonra denk geldiğim mahmut uzmandan kolaylıkla izin alıp çıktım hastaneye.
Hastaneye gittiğimde beni gören doktorum, ‘barış hoş geldin, nasıl oldun?’ diye karşıladı. İyice samimi olmuştuk Hasan beyle. ‘iyiyim hocam sağ olun, siz nasılsınız?’ .. diye muhabbet ilerlerken, çoktan o malum koltuğa oturmuş ve burnumdaki silikon tamponları aldırmıştım. Tamponlar çıkınca içindeki mukozayı da vakumla iyice temizledikten sonra hayatımı sürdürmemi sağlayan hava kanallarım tamamen açılmış oldu.
Hayatımda ilk defa bu kadar net ve rahat nefes almaya başlamıştım. Sanki yeniden doğmuştum ve hayata yeniden başlıyordum.
Her neyse, hastaneden rahatlamış bi şekilde çıktıktan sonra çarşıda aldım soluğu. O daha önce çok bahsettiğim çarşı da buz gibi havada biraz dolandım, nette takıldım, köfteciden yarım ekmek köfte yedim ve ordan da çıkıp tekrar bu gibi havada dolanmaya başladım.
O sırada özdemir aradı, kazım’la beraber çarşıya geliyorlarmış. Kısa bir süre sonra çarşıda buluştuk. Zatı muhterem Kazım Efendi, çalıştığı şirketi aracılığıyla tanışma şerefine nail olduğu MKE’nin müdürünü ziyaret edicem diye tutturdu. İlk geldiğimizde müdür de Kazım’ı ziyarete gelmişti makam aracıyla karakola. Onun için bi iadeyi ziyaret yapmak istiyordu kazım ve bu yüzden çarşıda zar zor bulduğumuz ucuz yollu bi dükkanda çikolata paketi yaptırdık ve MKE’ye gittik.
MKE (makine kimya enstitüsü), kampüs gibi bi yerdi, kocaman, yeşil arazi üzerine kurulmuş bir işletmeydi. Girişte güvenliği geçtikten sonra uzunca bir yürüyüşün ardından sosyal tesislere vardık.
Bu arada Kazım telefonla konuşuyordu, arkamızdan da mavi bi araç yaklaşmaktaydı. Araç yaklaştıkça jandarma araçlarından biri olduğu konusundaki tahminimiz boşa çıkmadı ama hangisiydi? “Kervan 24’tür o, yok yok Şimşek 106’dır” diye geyik yaparken harbiden bizim karakolun meşhur 106’sı olduğunu gördük yanımızdan geçerken. Araçtakiler de bizi gördü haliyle. Araçtaki komutan yener astsubay kazım’a işaret yaptı, ‘o telefonu karakolda bana getir’ gibilerinden bi hareketti bu. Kazım da bi an ne yapacağını şaşırdı, ‘lazımsa vereyim komutanım’ diye bağırdı aracın arkasından.

Onlar yoluna devam etti, kazım da telefondaki konuşmasına devam etti. Biz de özdemir’le gülme krizine girdik bu arada. O kadar alakasız yerde denk gelmişlerdi ki, bu imkansız gibi bişeydi neredeyse.
Bir süre bahtsız bedevi esprisiyle geyik yaptıktan sonra kazım bizi sosyal tesislerin kapısında bırakıp müdürünü ziyarete gitti.
Yaklaşık 20 dakika sonra döndüğünde, kampüsün içindeki yolda bir araç durdurup çarşıya geri döndük. Ordan da minibüsle alaya, ordaki arkadaşları ziyarete gittik. Eren, Murat ER ve özdemir’in meşhur bacanağı Muhammet ile görüştükten sonra alaya gelen bizim 68 aracı ile denk geldik. Araç komutanı osman uzmandı, içinde bizim ibo da vardı. Aracı durdurup bindik ve karakola döndük.
Döndükten bi yarım saat kadar sonra yener astsubayın devriyesi ve aynen şu muhabbet geçti Kazım’la Yener astsubay arasında; Kazım, “komutanım valla çölde kutup ayısına rastladım resmen” Yener Astsubay, “helal olsun kazım sana, valla özrün kabahatinden beter, giderayak ayı da yaptın ya bizi”
Yaptığı gafı sonradan fark eden kazım hiç te bozuntuya vermeden durumu muziplikleriyle kotarmaya çalıştı. Elini uzatıp telefonu vermesini bekleyen komutana ceketinin iç cebinden çıkardığı sigarayı uzatarak, “buyrun komutanım..” dediğinde, hepimiz gülmekten kopar vaziyetteydik.


-159-
Bugün son gün artık ve gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, ŞAFAK DOĞAN GÜNEŞ!
Uyandığımdan beri kalbimde bir pırpırlanma vardı, tarifi imkansız bir heyecan içindeydim. Bugün akşam olacak, güneş batacak ve sabahın ilk ışıklarını bize müjdeleyen güneş doğduğunda artık burada olmayacağım.
Buraya ilk gün beraber geldiğimiz ve Hacılara gönderilen arkadaşlar da bizim yanımıza geldiler bugün. Son gün bizim bölükte kalıyordu hacılardaki tezkereciler, onlar da bu kuralı bozmadılar ve bizim koğuşa geldiler. Sabah hep beraber çıkacaktık ama özdemir ve ibo hariç tabi ki. onlar birer gün izin kullandıkları için maalesef bizden bir gün sonra terhis olacaklardı.
Her neyse, bugün nihayet kamuflajlarımızı Fırat Bçvş. ‘a teslim etmeyi başardık. Her türlü zimmet işimizi hallettikten sonra bi tek tezkere muayenemiz kalmıştı geriye. İbo, kazım ve benim tezkere muayenesi kağıtlarımızın bi hekim tarafından kaşelenip imzalanması gerekiyordu, prosedür gereği. Nitekim bu iş için osman uzman ve Fırat başçavuşun karşılıklı olarak işi birbirlerinin üzerine atması sebebiyle öğleden sonra üçe kadar bu konuda hiç bi gelişme yaşanmadı.
O saatten sonra burhan uzmana atmışlardı topu. O da bizi aldı ve mühimmat komutanlığındaki revire götürdü. Orda da yaklaşık iki küsür saat boşu boşuna bekledikten sonra muayene olmadan ve daha önemlisi evraklarımızı imzalatamadan geri döndük karakola.
Burada kısa süreli bir görüşme ve tartışmanın ardından bu kez ihale 7 kademeli uzman çavuş Gürkan uzmana kaldı. Akşam devriyesine çıkacak olan Gürkan uzman bizi önce devlet hastanesinin aciline, sonra orda işler halledilemeyince yüksek ihtisasın aciline götürdü.
Yüksek ihtisasta hemşirelerin kaçamak bakışları altında doktorun yanına geldik ve ayaküstü evraklarımıza kaşe vurdurup imzalattık. Bütün prosedürü yerine getirdik ve nihayet belgelerimizi karakola eksiksiz bir şekilde teslim edebildik.
Bu arada koğuşta dolabımı boşaltırken yanıma gelen 24’ün şoförü Ahmet’in de 100’den düştüğü aklıma geldi. Elime geçen tıraş köpüğünü suratına sıktım şaka mahiyetinde. Benim bu hareketimi gören yaratıklar, sanki tetikte beliyorlarmış gibi Ahmet’in üstüne hücum ettiler, eline tıraş köpüğünü kapan geldi. Çocuk iki dakika içinde kardan adam gibi baştan aşağı bembeyaz olmuştu. Üstelik hazır kıta idi ve her an devriyeye çağrılabilirdi komutan emriyle.
Neyse ki kakara kikiri bu son akşamı da atlattık ve yattık kalktık, şafak attı, güneş henüz doğmamıştı, gökyüzü petrol mavisinden pembemsi hale geçiyordu. Biraz sonra güneş ardımızdan yükselirken kazım ve ben çoktan yolcu aracına binmiş, Kırıkkale yazılı tabelayı geçmiş ve Ankara’ya doğru yol almaktaydık..


-SON-
BODRUM
11.05.2013